• Sonuç bulunamadı

Bu çalışma çerçevesinde tarihyazımı girişimlerine eğilirken ön plana çıkan figür, aydın ve ideologdur. Aydın, bilgi ile yakın bir ilişkiye sahip olduğu varsayılan, dünyayı ve nesneleri akılla kavrama ve anlama çabası içinde bulunan bir öznedir. Bu çaba dolayısıyla sosyal kriz anlarında görüşlerine başvurulan veya bu anlarda sorumluluk üstlenen bir konumu işgal etmektedir. Öte yandan, aydın kavramı tanımlanırken de değişik hareket noktaları söz konusu olmuştur. Buna göre aydının belirli bir eğitilmişlik düzeyine göre mi, yoksa toplumda oynadığı role göre mi tanımlanacağı sorusu ortaya çıkar. Bu soru, aydının, ideolojik yeniden üretime yaptığı katkıya göre veya bu yeniden üretimi değiştirici yönde etkileri açısından bakılarak geliştirilebilir (Belge, 1983, s.

122). Diğer taraftan aydın kavramının bir ölçüde belirsiz ve kapalı olduğu dile getirilebilir. Zira sosyolojik, tarihsel, kültürel, ideolojik vb. olmak üzere pek çok veçhesi vardır. Statüsü tam olarak belirlenememiş bir topluluk olması itibariyle de, sabit bir meslek grubuyla ilişkilendirmek kolay değildir. Ama bilgi ile ilişkisi açısından aydınların bilgi ve düşünce ile ilgileri olan, işlevinin düşünce ve bilgi üretmek olan bir topluluk olduğu söylenebilir.

İdeolog ise, aslında fikirler öğretisi olarak ideaları temellendirmeye çalışan bir felsefi ekole Napolyon tarafından getirilen ve eleştiri amaçlı kullanılan bir kavram olarak ortaya çıkmıştır (Mannheim, 2008, s. 86). İdeoloji kavramının “hakim grupların, düşüncelerindeki bir duruma çıkarlarıyla yoğun biçimde bağlanarak iktidar bilinçlerini zayıflatacak belli gerçekleri doğal olarak daha fazla görememelerini yansıttığını”

belirten Mannheim‟e göre, belli koşullarda, belli gruplar, kolektif bilinç dışı olanı ve

18

toplumun gerçek durumunu gizlemektedir. Akademik tartışmaların karşısında politik tartışmaların da konumlandırıldığı düşünüldüğünde, politik tartışmalar sadece haklı olma çabasına dahil olmakla kalmayarak, karşıtlarının toplumsal varlığını da yok etmeye çalışmaktadır. Burada entelektüeller, Mannheim‟e göre “algılamayla ilgili geniş ufuklu yeteneklerini ve esnekliklerini partinin profesyonel kadroları konumna geldikleri oranda yitirmişlerdir” (Mannheim, 2008: 56-59). Bu ideoloji tarifinden hareketle bir entelektüel haysiyeti ile bağdaşması mümkün olmayan, muarızları ile cepheleşme konusunda kararlılık gösteren figür ideologdur. Rakiplerini etkisiz hale getirmek için elindeki sözcük ve kavramlara istediği biçimi veren, her durumda kullandığı kilit kavram ve sözcükleri olan ideolog genel olarak kitlelerin etik değerlerine atıfta bulunur.

Ancak, içinde bulunulan döneme özgü yeni kavram ve sözcükleri de imal etmek durumundadır. Sahip olduğu bütün araçları kullanmak için her zaman, net olarak belirlenmiş iki cepheye ihtiyaç duyan ideoloğa göre insanlar basit düşünme alışkanlığına sahiptirler ve bu yüzden onlara cephelerden birisi basitçe gösterilmelidir.

Ayrıca ideolog, bu cepheleşmeyi, bir mantık dizgesine de dayandırmaya çalışır ve bunu kolayca kavranabilir bir biçimde organize etmeye özen gösterir (Zileli, 1998, s. 86-90).

Fikir üretimi ve kitlelere sesleniş açısından aydın ve ideolog figürlerini bu çalışmada temsil eden topluluk ise köşe yazarlarıdır. Tarihyazımı ve milliyetçilik perspektifinden hareket eden bu çalışmanın analiz kısmını ise her iki dönem için de köşe yazarları teşkil etmektedir. Bu anlamda, aydının serüveni ve ideoloğun tarifi, tarihyazımına olan katkısı ve hegemonya ilişkisi Türkiye‟deki deneyim üzerinden tarif edilmeye çalışılacaktır. Özellikle erken Cumhuriyet dönemi için aydının sahip olduğu önemi anlamak açısından konu hakkındaki tartışmaları „aydın/entelektüel‟ figürünün Osmanlı toplumuna girdiği dönemlere dek geriye götürmek mümkündür

Gücünü yitirmeye başlayan Osmanlı İmparatorluğu‟nu ayakta tutmaya çalışanlar ya da bu inancı taşımayarak yeni bir düşünsel güzergah bulmaya gayret gösterenler büyük ölçüde aydınlardan oluşmuştur. Bu sınıfsal birikim, aydınların Cumhuriyet‟in ideolojik kurgusunda ve tarihe yaklaşımında etkili olmaları sonucunu da beraberinde getirmiştir. Her ne kadar, bağımsızlık savaşından başarıyla ayrılan eski Osmanlı subayları öncülüğünde bir Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş olsa da, hem bu insanların düşüncelerini etkileyenler, hem bağımsızlık mücadelesi esnasında Anadolu‟da ve İstanbul‟da milli mücadele lehine propaganda faaliyetinde bulunanlar, hem de devrimlerin tasarımına ve uygulanmasına katkıda bulunanlar yüzünü “Batı”ya çeviren, Türk milliyetçisi aydınlardır. Bu aydınların niteliği ve işlevi ise topluma egemen olan

19

grupla olan ilişkileri ve kendilerine atfedilen/atfettikleri vazife ile açıklanabilir.

Gramsci‟nin bakış açısından, egemen bir grubun tüm toplum üzerinde hegemonya kurma çabası düşünüldüğü zaman, aydınlar birer “memur” vasfı kazanmakta ve bu grupla sıkı ilişkiler içerisinde bulunması itibariyle “organik” niteliğe sahip bir topluluk olarak değerlendirilebilmektedir (Gramsci, 1986, s. 310). Milliyetçiliğin kültürel bir forma sahip olduğu Türkiye gibi bir ülkede bu ilişki ve işlev de daha çok üstyapı düzeyinde gerçekleştirilmiştir. Aynı zamanda bu dönemin aydınları, devlet seçkinlerinin meşruiyetinde rol üstlenmiş ve iktidara „yasayapıcı‟ olarak tabi olmuşlardır. Bu rolün içerisinde de neyin meşru/milli olduğunu belirlemek ve milli/ulusal kültürü tasarlamak bulunur (Taşkın, 2007, s. 58).

Yürüttüğü „hakikat‟ ve „bilgi‟ arayışına ilişkin olarak ayrışan veya ayrıştırılan Cumhuriyet aydınının Türkiye‟deki serüveni, Cumhuriyet değer ve ilkelerini gündelik hayata tercüme etmek işlevinden hareketle ele alınmıştır. Bu işleyişte ulaşılmaya ve aktarılmaya çalışan tek önemli „bilgi‟nin, belli bir toplumsal tabakaya sahip olanların bilgisi olduğu düşünüldüğünde (Foucault, 2011, s. 42) aydının, toplumun geri kalanından farklı olarak sahip olduğu bir özellik daha ortaya çıkmaktadır. Aydın, sınıfsal konumu veya var olan sınıflarla ilişkisi bağlamında elinde tuttuğu güçle, Bourdieu‟nün „kültürel‟ ve „simgesel sermaye‟ kavramsallaştırmalarıyla da dile getirdiği türden bir birikime sahiptir. Bu birikim, tek başına düşünme edimi ve bunu dile getirebilme serbestisiyle ilgili olmaktan öte, boş zamanın varlığı ve ekonomik kaynakların birikimiyle ilişkilidir. Mevcut sermayelerinden hareketle, ülkede olup bitenlere dair görüş belirtme özgürlüğü ve kararına sahip olanlar, bu sayede

„söyleyemeyenler‟den ayrılmaktadırlar. Bu „ayrım‟, sadece eğitim sistemi veya yayın kurumları tarafından uygulanan pekiştirmeye değil, „kişisel kanaat‟ iddiasının oluşturduğu habitusun üretimine ilişkin toplumsal koşullara odaklanmayı da gerektirmektedir (Bourdieu, 2015, s. 594-605). AK Parti dönemi ideologlarının yanında kurucu Cumhuriyet dönemi aydınları için de odaklanılmayı gerektiren bu koşullar köşe yazarlarının kanaat üretimi ve yeni fikirleri dolaşıma sokmasını olanaklı kılacak ve hegemonya aygıtı ile uyum içerisinde faaliyetlerini sürdürebilecek türdendir. Gazete haberleri ve köşe yazıları da bu ilişkiler içerisinden değerlendirildiğinde ve medya da Bourdieuan anlamda bir alan olarak ele alındığında, içeriklerinin bu alanın gerekleri doğrultusunda biçimlendiğini söylemek mümkündür. Köşe yazıları, politika, sermaye ve mülkiyet ilişkileri çerçevesinde üretilmektedir (Dursun, 2013, s. 154). Giderek kitleselleşmeye başladığı bir çağın ardından çoğunlukla „uluslaşan‟ 20. yüzyıl

20

toplumlarında da hem „bilgi‟ye ulaşma, hem de bu „bilgi‟nin kontrolü ve işlevi değerli olmuştur.

Benzer Belgeler