• Sonuç bulunamadı

Türkiye de, kimilerine göre bir kopuş veya süreklilik ilişkisi içerisinde bulunduğu Osmanlı İmparatorluğu‟nun ardından, bir ulus-devlet olarak kuruluş

26

aşamasında, bu bağı, artık geride kalan tarihsel bir detay olarak görerek tarihini yazmaya başlamıştır. AK Parti deneyimine dek yazılmış ve çeşitli bağlamlar ışığında yeniden yazılmayı sürdüren tema „Türk‟ kimliğine yönelik esaslı bir vurguyu (sonradan İslam ile sentezlenerek) ve Atatürk ilkelerini ön plana çıkaran bir devlet anlayışını içermiştir.

Osmanlı İmparatorluğu‟nda „vakanüvis‟ adı verilen ve saltanatın tarihi olaylarını kaydetmekle görevli tarihçi figürünün ardından modern tetkikleri kullanarak tarih yazma serüveni Abdullah Cevdet ile başlamıştır. Bu serüven, Namık Kemal, Mizancı Murat ve Abdurrahman Şeref gibi kişiler ile sadece metodolojik bir yeniliğin benimsenmesi şeklinde değil, araçsal olarak inşa sürecinin de başlamasını beraberinde getirmiştir (Şimşek & Satan, 2011, s. 20). Necip Asım ve çevresi ile birlikte bilhassa İkinci Meşrutiyet‟in ardından “Türk” kavramı etrafında bir milli tarihyazımı söz konusu hale gelir. Yine bu dönemde İttihat ve Terakki‟nin başa geçmesi ile Türkçü yönetim güçlenirken, tarihyazımında da bir yükseliş söz konusu olmuştur. Ayrıca, Rusya‟nın baskıları ile Osmanlı‟ya göç eden Müslüman Tatarlar‟ın katkısı, özellikle Cumhuriyet sonrasında etkisi güçlü bir şekilde hissedilen bir tarih kavrayışının temellerini meydana getirmiştir.

Cumhuriyet kurulduktan sonra “milli bir tarz” söz konusu olurken, bir üstyapı unsuru olarak kültüre yüklenen güçlü bir anlam mevcuttur (Şimşek & Satan, 2011, s.

22-23). Türkçülüğün esasları açısından kayda değer ilk atılımı gerçekleştiren Ziya Gökalp‟in din vurgusu, Rusya‟dan gelen Türk tarihçilerin Orta Asya kökenli tezlere verdiği desteğe rağmen tam anlamıyla içselleştirilememiş olmaları gibi sebepler yüzünden tarihyazımı girişimleri Atatürk‟ün fikir ve düşünce dünyasıyla eşgüdüm içerisinde ilerlemiştir. Hatta I. Türk Tarih Kongresi‟nde Türk Tarih Tezi hakkında yaşanan tartışmalar esnasında Fuad Köprülü ve Zeki Velidi Togan gibi önemli tarihçiler, tez hakkındaki itirazlarına karşı şiddetli tepkiler aldıkları için geri planda kalmaya karar vermişlerdir.

Milli tarihyazımının zarureti konusundaki görüşleri ve yaptığı çalışmalarla, her ne kadar bir süre sonra geri planda kalan figürlerden birisi olsa da, Fuad Köprülü, kurucu tarihyazımının en önemli figürleri arasında bulunmaktadır. Köprülü, Cumhuriyet sonrası tarih anlayışında bir kopuşu savunmakla beraber bunun yeniden üretilebilirliği ve ideolojik bir araç olması konusunda çağdaşlarından biraz farklı bir konumda olmuştur. Köprülü‟ye göre “…tarih, cansız maddeleri üst üste yığmak değil, eski bir

27

devrin muhtelif unsurlarını yerli yerine koyarak, geçmiş hayatı, mazide olduğu gibi yaşatmaktır.” (Şimşek & Satan, 2011, s. 126-127). Bu düşüncesi çerçevesinde tarihçiyi de, „her devri ve her müesseseyi aynı derecede bilen, yani bunların hiçbirini bilmeyen”

bir kişi olarak tanımlamıştır. Ama aynı Köprülü “tarihin, hayat için olduğunu”

belirterek, milletlerin ve kavimlerin varlıklarını muhafaza etmek için tarihten istifade edilmesi gerektiğini ve Atatürk‟ün gayretlerine atıfta bulunarak milli tarihyazımının zaruretini vurgulamıştır (Şimşek & Satan, 2011, s. 176). Bu anlamda Köprülü‟nün yeni Türk tarihyazımı için açtığı ufuk Osmanlı‟dan kopuşta saklıdır. Eski Osmanlı tarihçilerini, yazdıkları tarih kitaplarında Osmanlı Türklerinin mensup oldukları Türk ırkına ve Türk kavimlerine yeterli yer vermedikleri iddiasıyla eleştirerek, Türklerin durumuna salt Müslümanlık ve Sünnilik gözüyle bakıldığını belirtmiştir. Her ne kadar sürekli olarak gelen mağlubiyetlerin ardından Hristiyan Avrupa‟ya önem verilmiş olsa da, Köprülü‟ye göre Cumhuriyetin kurulmasına dek tarihe, Fransız perspektifinden yaklaşılmıştır (Şimşek & Satan, 2011, s. 154-161).

Yukarıda da belirtildiği gibi Atatürk‟ün ölümü sonrasında eskisi gibi savunulmayan ve karşı tezlerle karşılanan Kemalist tarihyazımının ardından yavaş yavaş alana hükmeden Türk-İslam sentezi açısından üzerinde önemle durulması gerekenlerin başında ise İbrahim Kafesoğlu gelmektedir. Zira Kafesoğlu, Kemalist tarihi aşırılıklarından arındırarak daha kabul edilebilir hale getirmiş ve eğitimli okuyucu kitlesini, Türk-İslam sentezi düşüncesine alıştırmıştır (Copeaux, 2016, s. 94). Malazgirt Savaşı‟na ayrı bir önem atfeden Kafesoğlu‟nun yaklaşımını tarif eden Copeaux, bunu, savaşın „sentez‟ retoriği açısından önemli bir yere sahip olması ve daha önce hiç önemsenmediği kadar üzerinde durulan bir şey olması şeklinde yorumlamıştır. Zira savaş, sadece Anadolu‟nun kapılarını Türklere açmakla kalmamış, “Müslüman inancı ile Türklerin özündeki gücün ideal kaynaşmasının meyvesi” ve yeni bir Türk vatanı varlığının başlangıcı olarak görülmüştür (Copeaux, 2016, s. 100).

Tahsil hayatını Cumhuriyetin kültürel alandaki hamlelerinden birisi olan Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi‟nde tamamlayan, burada Köprülü‟nün etkisinde kalan ve yurtdışında araştırmalar yapan Kafesoğlu‟na göre Meşrutiyetle birlikte tarihin Selçuklulara, Gaznelilere kadar genişletilmesi ve Cumhuriyet‟ten sonra bu durumun bütün Türk toplumlarını kucaklaması kayda değerdir. Zira Cumhuriyet Türkiyesi ile uygulanan bu kavrayış, Türk tarihi tetkiklerine çok daha geniş ufuklar sağlamıştır. Bir devletin, bilhassa büyük bir imparatorluğun mirasçısı olarak görülen genç bir cumhuriyetin tarihe alelade bir biçimde bakmaması gerektiğine ilişkin vurgunun

28

görülebileceği kişilerden birisidir Kafesoğlu. “Yüz küsür yıldan beri hukukçu, iktisatçı, fikir adamı, edebiyatçı, hatta dinci (kuşak) görüşünü açıklarken, tarihçinin susmayı tercih ettiği bir gerçektir” diyerek tarihçinin rolünü vurgulayan Kafesoğlu‟nu asıl ilgilendiren şey, filozof ve tarihçilerin bir milletin veya milletlerin manevi gelişmelerine yeni istikametler üretebilmeleridir (Şimşek & Satan, 2011, s. 115-116). İşte bu yeni istikametleri temsil eden yaklaşım artık Türk-İslam sentezi olmuştur, zaman zaman 1930‟lardaki ideolojiye kaymalar olsa da, sentez kurumsallaştırıldıktan sonra etkisini artarak sürdürecek ve 12 Eylül Darbesi ile birlikte neredeyse resmi ideoloji halini alacaktır.

Bu anlamda kurumsallaşma çabaları arasındaki ilk adımlardan birisi Aydınlar Ocağı‟dır. 1961‟de „Aydınlar Kulübü‟ olarak kurulan ve 1965‟te kapanan kulüp, 1968‟te kurulan Ülkü Ocakları ile 1970‟te bir araya gelmiş ve Aydınlar Ocağı adını almıştır. Kafesoğlu‟nun başkanlık ettiği oluşumun önemli üyeleri arasında Orhun yazıtları uzmanı, tarihçi ve filolog Muharrem Ergin; ekonomist ve milliyetçi Türkiye gazetesinin sorumlularından biri olan Nevzat Yalçıntaş; yine aynı gazetede köşe yazarlığı yapan Ahmet Kabaklı gibi isimler yer almıştır (Copeaux, 2016, s. 83-84).

Türkçülüğe, Milli Kültür çerçevesinde yaptıkları İslami aşıyla birlikte, aynı zamanda söylemsel cepheleşmenin taraflarından birisi olan Ocak‟ın özellikle 1970‟lerde söylemsel açıdan dayandığı temel, Yörük‟e göre neredeyse bütünüyle „hümanist‟ akıma karşı kurulmuştur. Tarih anlayışı ve tarihyazımı açısından „Anadoluculuk‟ olarak tarif edilebilen, halkçılık/köycülük hareketi içinde oluşan, Cevat Şakir ve Azra Erhat‟ın akademik katkıları ile Sabahattin Eyüboğlu ve Vedat Günyol‟un ellerinde yeniden estetize edilen ama Greko-Türk kimliği oluşturma çabası ve Akdenizliliğin yüceltilmesi olarak anlaşılmış akıma karşı kurulmuş bir söylemsel temeldir bu (Yörük, 2009, s. 319).

Diğer taraftan bu akıma verilen bir başka Türkçü tepki, 1961‟den sonra, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü‟nün (TKAE) kuruluşudur. Copeaux‟a göre, TKAE, aylık yayın organı Türk Kültürü ile birlikte, 1970‟lerden sonra Türk-İslam sentezi ideolojisinin yayılmasında önemli bir araç haline gelmiştir (Copeaux, 2016, s. 80).

12 Eylül 1980 darbesi ile birlikte Atatürk‟e ilişkin imgelerin sayısında artış ve ideolojik açıdan ülkede var olan her unsurun Atatürk ilkelerine referansla yeniden tanımlanması söz konusu olmuştur. Darbenin başında yer alan ve ardından Cumhurbaşkanı olan Kenan Evren‟in, Türkiye‟nin pek çok köşesinde yaptığı konuşmalarda dile getirdiği Atatürkçülük kavrayışı ve İslam yorumu çerçevesinde o güne dek gerek politika gerekse fikir ve düşünce düzeyinde mücadele vermiş neredeyse

29

tüm figürleri ve oluşumları ülkeyi yıkıma götürmek ve „anarşi‟ye zemin hazırlamakla itham etmesi, sonraki on yılı derinlemesine etkilemiştir. Dahası, darbeden önce, Turgut Özal‟ın öncülüğünü gerçekleştirdiği 24 Ocak Ekonomi Kararları‟nın kabulü ve darbe sonrası dönemde yürütülen neoliberal politikalar ve özelleştirme girişimleri laik devlet ideolojisini de etkilemiştir. Öte yandan bu dönemde varlığı pekişen Türk-İslam Sentezi düşüncesinin bir boyutu, 1980 öncesi dönemin sosyolopolitik türbülanslarının “ulusal kültürden” uzaklaşmakla ilişkilendirilmesidir. Darbe hem bu anlamda hegemonya ve rasyonalite krizlerini çözmeye yaklaşırken; hem de 1970‟lerin çatışmalarına son vermenin, işçi sınıfını ve gençleri disipline etmenin ve sosyalist hareketlerin yükselişini engellemenin yolunu bulmuştur (Şen, 2010, s. 61).

Milliyetçiliğin sembol ve imgelere yaslanan boyutunun ön plana çıkmasının yanında; siyasi partilerin -durdukları yer farklı da olsa- ülkedeki milliyetçi atmosferi diri tutmak ve seçmenlerini konsolide edebilmek için araçsallaştırdıkları birtakım gelişmeler (PKK eylemleri, Kardak olayı, Abdullah Öcalan‟ın yakalanması vb.), AK Parti siyasi iktidarı elde edene dek milliyetçiliğin zımni bir uzlaşma zemini olarak kalmasına ve bu partilerin dönüşümlü olarak milliyetçiliği kendi ideolojilerine eklemleyebilmelerine zemin hazırlamıştır.

30

Benzer Belgeler