• Sonuç bulunamadı

Tarih; kalabalıklar halinde katılım gösterilen etkinlikler ve geleneklerin anlamlılığından, gelecek kuşakların izlemeleri gereken yol ve hedeflere dek pek çok anı ve deneyimi etkileme kapasitesine sahiptir. Ritüeller, alışkanlıklar, kuruluşlar ve direnişler, ortaya çıktıkları veya gerçekleştirildikleri andan itibaren bir tarihsel birikime referansla insanların zihninde anlamlı hale gelirler. Modern insanlar elle tutabilecekleri bir geçmiş duygusunu kaybetmişler, bu yüzden bugün geçmişe yalnızca arşivlenmiş, yabancılaşmış ya da itaatkarca takip edilen tarihler aracılığıyla erişebilmektedirler (Vera‟dan akt. Özyürek, 2008: 18). Bu tür yönleriyle tarih, bir ulus-devletin, geçmişi, bugünü ve geleceği denetimi altında tutmak ve o ulus-devleti meydana getirdiği düşünülen unsurları tahmin edilebilir ve „yerli‟ kılabilmek için sıklıkla başvurduğu bir

15

alandır. Balibar‟a göre, Başta Fransız tarihi olmak üzere, ulusların tarihi bugüne dek hep, bu tarihlerin bir öznenin sürekliliğini atfeden bir anlatı şeklinde sunulmuştur.

Dolayısıyla ulusun oluşumu, her durumda özdeş bir şema içinde yer alan bilinçlenmeleri ve aşamaları gösteren yüzyıllık bir “proje”nin tamamlanması olarak ortaya çıkmaktadır (Balibar & Wallerstein, 2013, s. 107). Olayların yalnızca kronolojik bir akış içerisinde sıralandığını ve çizgisel bir doğrultuyu izleyerek bu güne dek geldiğini peşin olarak kabul etmek ise bir ulus-devletin, tarihe olan ilgisini açıklamak için yeterli değildir. Toplumda milliyetçi seferberliği uyandırabilmek, bir ideoloji olarak milliyetçiliğin istikrarını sağlayabilmek açısından en önemli girişimlerin başında tarihyazımı gelmektedir. Bu aşamada tarihin kimler tarafından, nasıl yazıldığı, hatta doğrudan tarihi kaleme almanın kendisi önem taşır. Bugün pek çoğu hâlâ varlığını sürdürmekte olan ulus-devletler için tarih, gerek uluslararası, gerekse ulusal anlamda meydana gelen olayların ışığında her tarihi eşikte yeniden yazılma gereği duyulan bir alandır. İspanyol düşünür Ortega y Gasset’in “İnsanın doğası yoktur; onun sahip olduğu tek şey tarihtir” sözünü aktararak, tarihin, insani ilişkileri araştırmanın tek yolu haline gelmekte olduğunu belirten Iggers’a göre tarihe nesnellik kaygısıyla bakmakla başlayıp, profesyonelleşme ile devam eden süreç 20. yüzyıl dönümünde tarihin artık moderniteyi ve demokratik bir toplumsal düzeni desteklemesi anlamına gelmiştir. Yine Iggers, tarihyazımı hakkındaki kuramsal tartışmaların ulusal çizgileri Aydınlanma Dönemi’nden bu yana hiçbir zaman, son otuz yılda olduğu kadar birleştirmediğini vurgular (Iggers, 2016, s. 34-50). Bu anlamda, çalışma ile ilişkisini de göz önünde bulundurarak, ulus-devletler dönemine doğru ve sonrasında tarihyazımının nasıl bir devinim kazandığını incelemek, konu için uygun bir bağlam teşkil edecektir.

Neredeyse her ulusun, köklerini dayandırdığı bir öğreti –bu din veya mitolojik öğelerden meydana gelebilir- veya modern öncesi dönemle bağlarının bulunduğu bir çekirdek topluluk anlatısı mevcuttur. Fransızlar kökenlerini önce Troyalılara ardından Galyalılara dayandırırken; İngilizler Troya ve uzak geçmişlerindeki Briton kahramanlarıyla gurur duymuşlar, sonrasında Anglosakson uzak geçmişini keşfetmişler ve Romalıları içselleştirilememişlerdir (Breisach, 2009, s. 224-228). Ama konu, tarihyazımı ve ana akım çalışmaların üzerinden irdelendiğinde, özellikle Avrupa için Antik Yunan ve Roma vurgusu ön plana çıkar. Anılan dönemler hem tarihçiliğin miladı olarak sayılmışlar, hem de ulus-devlet öncesi mutlakiyetçiliğe direniş döneminde

„öykünülen‟ bir çağ olarak tarihin nesnesi haline gelmişlerdir. Yakın döneme dek, Soğuk Savaş gibi bir somut pratik üzerinden de vücut bulan Batı-Doğu, Avrupa-Asya

16

karşıtlığını Troya Savaşı‟na dek götürmek mümkündür. Troya Savaşı‟nda karşı karşıya gelen Dorlar ve Persler, aynı zamanda Atinalı-Barbar karşılaşmasıdır ve iki farklı uygarlığın çatışması olarak yazılan bir tarihi deneyimdir (Hartog, 2000, s. 40). „Öznel bir figür olarak tarihçi‟ ise, tam olarak, Antik Yunan tarihçi Herodotos ile birlikte ortaya çıkmıştır. Bu anlamda, François Hartog‟a göre, Yunanlar tarihten ziyade tarihçinin mucitleridir (Hartog, 2000, s. 16). Tarih anlayışının dönüşümü açısından kırılma noktalarından birisi Antikçağ, Ortaçağ ve Yakınçağ ayrımlarına dayalı evrensel tarih anlayışının ortaya çıkmasıdır. Breisach‟a göre Eusebius ve Hieronymus tarzı evrensel tarihyazımı bu gelişme ile son bulmuş ve Hristiyanlık tarihi artık yalnızca genel tarihin bir parçası haline gelmiştir (Breisach, 2009, s. 236). Breisach‟ın düştüğü önemli bir not da 1500‟lerin ortalarından başlayıp 1700‟lerin başlarına kadar uzanan dönemi, geleneksel tarihyazımı modeli üzerinde parça parça değişiklik yapılan son evre olarak değerlendirmesidir. Bunun önemi, bugün de sürmekte olan, tarihin bilim dünyası içindeki yerini saptamak kavgasının başlamasıdır (Breisach, 2009, s. 241). Ama yine de Antik Yunan deneyimi Aydınlanma‟da yeniden keşfedilmiş ve aklın üstünlüğüne dayanan, pozitivist tarih, toplum ve devlet anlayışının temellerinin ve tarihyazımının kurulmasına öncülük etmiştir. Sonrasında ise evrensel bir hale gelen ticari faaliyetler ve beraberinde getirdiği sömürgecilik faaliyetleri ile „geri kalmış‟ ve „çağdaş‟ topluluklar ikiliği meydana getirilmiştir. Ardından meydana gelen sermaye birikimi, savaşlar ve devrimler ile ulusal vurgular pekişmiş, ulusal birliğini tamamlama ve yayılmacılıkta çağdaşlarına göre geç kalan ülkeler ise özcü bir kavrayışla tarih sahnesinde aslında öteden beri var olduklarını ve daima var olacaklarını vurgulayarak „rakiplerinin‟

karşılarına çıkmışlardır. Bu anlamda ulus ve devlet kavrayışlarının da söz konusu ülkeler arasında farklılık gösterdiğini söylemek mümkündür. Örneğin Fransız Devrimi sırasında ulus, halka mal edilen bir kavram iken, Almanya ve Orta Avrupa milliyetçiliklerinde yurt, ulustan sonra gelmekte ve sürekli olarak „devlet‟ ile anılmaktadır. Bu farklılık, tarihçilerin yönelimlerini ve gayretlerini de belirlemiştir.

Ayrıca Fransız Devrimi, Chateaubriand‟a göre „Antikçağ‟a, Atina‟ya, Roma‟ya ve özellikle Sparta‟ya‟ bir „dönüş‟tü. Zira Devrim kendisini bir başlangıç olarak görerek yüzünü Antikçağ‟a dönmüştür ve sonraları „öykünme‟ reddedilse de bu dönem bir

„mutlak bir başlangıç‟, bir „kopuş‟ olarak ele alınmıştır (akt. Hartog, 2000: 120-126).

Devrim tarihi, modern olan eski küçük cumhuriyetlerle hiçbir ortak yanı olmayan Fransa‟nın o anki gerçeklerini bağdaştırmaya çalışmıştır. Almanya‟da Leopold von Ranke, birincil kaynaklara dayanan, edebi zarafeti ve geçmişin dürüst bir şekilde yeniden canlandırılışını birleştiren bir tarihyazımı anlayışı getirmiştir. Yine Almanya‟da

17

güçlü bir karşılık bulan „Historizm‟ düşüncesi ise, bilim, özellikle de beşeri veya kültürel bilimler kavramı ile siyasal ve toplumsal düzen kuramını birleştirmekteydi (Iggers, 2016, s. 30-34). Bu anlamda tarihyazımı da, özellikle 19. yüzyılın ortaları ile birlikte ortaya çıkan profesyonelleşmenin ardından giderek ideolojikleştirilen bir uğraş haline gelmiştir. Georg G. Iggers‟a göre bu profesyonelleşmeye eşlik eden bir bilimsel ethos ve bilimsel uygulamalar mevcuttur ve bu doğrultuda tarihçiler arşivlere, kendi milliyetçiliklerini ve sınıfsal kanılarını destekleyecek kanıtlar bulmak amacıyla gidiyorlardı (Iggers, 2016, s. 33). 20. yüzyılın başlaması ile toplumsal ve ekonomik etkenleri de hesaba katan bir tarih anlayışının gerektiği öne sürülerek, tek tek önder kişiliklere yoğunlaşmaktan uzaklaşmak, olay ve kişilerin ortaya çıktığı toplumsal koşullara odaklanmak ses bulmuştur.

Benzer Belgeler