• Sonuç bulunamadı

GENÇ OLMAK. 80 Yazardan 80 Öykü

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "GENÇ OLMAK. 80 Yazardan 80 Öykü"

Copied!
390
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)

GENÇ OLMAK

80 Yazardan 80 Öykü 2

Nursel Duruel, İstanbul Üniversitesi Arkeoloji mezunu.

1965'te TRT'nin ilk prodüktör kadrosunda yer aldı, başta edebiyat olmak üzere çeşitli alanlarda sayısız radyo prog­

ramı ve program dizisi yayınlandı. Reklam yazarlığı, an­

siklopedi yazarlığı, televizyon yazarlığı ve program da­

nışmanlığı yaptı. BRT' de (İstanbul Büyükşehir Belediyesi Radyo Televizyonu) yönetici olarak görev aldı. TRT-TV- 2'deki "Okudukça" programında öykü değerlendirme­

leri yapıyor; yazıları ve yazarlarla söyleşileri dergilerde yayımlanıyor.

İlk kitabı Geyikler, Annem ve Almanya (1982), Akademi Kitabevi Öykü Ödülü'nü, Sait Faik Hikaye Armağanı'nı kazandı, Makedoncaya çevrildi. Kitaba adını veren öykü filme çekildi, İmge öyküler dergisinin 2005'te yazarlar ara­

sında düzenlediği "1980'den günümüze Türkçe yazılmış en beğenilen on öykü" soruşturmasında ilk sırayı aldı.

Yazılı Kaya (1992) kitabındaki "Burgaç" öyküsü 1990 Yu­

nus Nadi "Yayımlanmamış Öykü" Armağanı'nı kazandı.

Diğer Kitapları: Cemal Süreya -"Şairin Hayatı Şiire Dahil"

(1995, biyografi; Feyza Perinçek'le birlikte); "Güvercin Curnatası" - Cemal Süreya ile Konuşmalar (1997, derleme);

A'dan Z'ye Cemal Süreya (2003, kitap-lık dergisi eki); Muzaf­

fer Aksoy - Bilime Adanmış Bir Ömür (2005, biyografi; Prof.

Orhan Ulutin ve Prof. Çiğdem Altay'la birlikte); İnsanlar İçinde Bir İnsan - Sait Faik Hikfiye Armağanı Antolojisi 1955- 2007 (2007).

(3)

Genç Olmak

80 Yazardan 80 Öykü 2

Hazırlayan:

Nursel Duruel

omo

İSTANBUL

(4)

Yapı Kredi Yayınlan -2926 Doğan Kardeş -249 Genç Olmak: 80 Yazardan 80 Öy-2

Hazırlayan: Nursel Duruel Kitap editörü: Tamer Erdoğan

Düzelti: Eser Demirkan Kapak tasanmı: Nahide Dikel Baskı: Promat Basım Yayım San. ve Tic. A.Ş.

Sanayi Mahallesi, 1673 Sokak, No: 34 Esenyurt / Istanbul 1. baskı: İstanbul, Haziran 2009

ISBN 978-975-08-1626-0 Takım ISBN 978-975-08-1624-6

©Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş. 2009 Sertifika No: 12334

Bütün yayın haklan saklıdır.

Kaynak gösterilerek tanıhm için yapılacak kısa alınhlar dışında yaymanın yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğalhlamaz.

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş.

Yapı Kredi Kültür Merkezi İstiklal Caddesi No. 161 Beyoğlu 34433 İstanbul Telefon: (O 212) 252 47 00 (pbx) Faks: (O 212) 293 07 23

http:/ /www.yapikrediyayinlari.com . e-posta: ykykultuı@ykykultur.com.tr lntemet satış adresi: http://alisveris.yapikredi.com.tr

http:/ /www.yapikredi.com.tr

(5)

İÇİNDEKİLER

OSMAN ŞAHİN / Nüfus Sayımı • 7

OYA BAYDAR/ Ölü Bir Sincaba Ağıt • 19

RASİM ÖZDENÖREN / Sabahın Seher Vaktinde Aman • 29

TOMRİS UYAR / Düş Satmak • 42

GÜ VEN TURAN / Buluşma • 53

DENİZ KAVUKÇUOGLU / Levon Amca • 57

İNCİ ARAL / Karanlığa Kumru Nakışıdır • 63

NECATİ TOSUNER / Ayten'in Keremli Ö yküsü• 77

PINAR KÜR / Taksim - Maçka • 88 NAZLI ERAY / Sonsuzun Çocuğu • 111

NEMİKA TUGCU / Kondüktör • 114

ERENDİZ AT ASÜ / Esma • 123

FEYZA HEPÇİLİNGİRLER / Piçali Yazanağı • 133

SADIK ASLANKARA / Sesler Gölgeler • 142

HULKİ AKTUNÇ / Arka Kapı Şarkıları • 152

NECATİ GÜNGÖR /Babam Sana Emanet• 160

SELİM İLERİ/ Annemin Sardunyaları• 175

FERİDE ÇİÇEKOGLU / Sizin Hiç Babanız Öldü mü? • 179

(6)

CEMİL KAVUKÇU/ Ablam• 188

MEHMET GÜNSÜR / Muazzez Öldükten Sonra? • 195

MURATHAN MUNGAN /Zamanımızın Bir Külkedisi• 201

MEHMET ZAMAN SAÇLIOGLU / Topaç • 213

SEZER ATEŞ AY VAZ/ Bizim Denizimiz Değil• 222

AYŞE SARI SAYIN / Atları da Vururlar • 228

HASAN ALİ TOPTAŞ /Zaman Kimi Zaman• 237

ÖZCAN KARABULUT / Self-Terapi Zamanları • 242

JALE SANCAK / Sevda ile Alişan •245

GÜRSEL KORAT /Gözlük• 252

HAKAN ŞENOCAK / Mavi • 268

NALAN BARBAROSOGLU / Akşam Sefası • 281

AYFER TUNÇ / Saklı • 288

ÖZEN YULA / Erken İnen Akşamlar • 295

MÜGE İPLİKÇİ / O Yaz Hepimiz Bitlendik • 308

ASLI ERDOGAN / Hüzünlü Kahveler • 318

MURAT GÜLSOY / Hüthüt Kuşu • 323

YEKTA KOPAN/ Kızılmaske ile Diana'nın Öpüşmesini Gören Yaşlı Çocuk• 345

BEHÇET ÇELİK / Soğuk Bir Ateş • 359

YÜCEL BALKU / Çekirge Sancısı • 366

MURAT YALÇIN / Tabut • 380

AHMET BÜKE / Züleyha Geç Kalma Ha! • 385

(7)

OSMAN ŞAHIN (1940, Mersin-Aslanköy)

Dicle Köy Enstitüsü'nü, Gazi Eğitim Enstitüsü Beden Eğitimi Bölümü'nü bitirdi, Anadolu'nun çeşitli liselerin­

de ve lstanbul'da beden eğitimi öğretmenliği yaptı. 12 Eylül l 980'den sonra kendisine haber verilmeden emek­

li edildi. Adını, TRT'nin 1970'te açtığı Sanat Ödülleri Yarışması'nda, Hikaye Büyük Ödülü alan "Kırmızı Yel"

öyküsüyle duyurdu. Ağırlıklı olarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da geçen öykülerinde, feodal yapının birey yaşa­

mındaki trajik yansımalarını konu edindi. Yirmi üç öyküsü filme çekilen yazar Türk sinemasına katkılarından dolayı 1979'da 9. Ankara Film Festivali'nde Aziz Nesin Emek Ödülü, 1999'da Antalya'da Yaşam Boyu Altın Portakal Onur Ödülü aldı. Roman, çocuk edebiyatı, deneme alan­

larında da ürün verdi.

Öykü kitapları: Kırmızı Yel (1971), Acenta Mirza (1974), Agız içinde Dil Gibi (1980 Nevzat Üstün Hikaye Ödülü), Acı Duman ( 1983), Kolları Baglı Dogan ( 1988), Ay Bazen Mavidir (1989), Selam Ateşleri (1993/ 1992 Ömer Seyfettin Öykü Ödülü; 1994 Sait Faik Hikaye Armağanı), Yeraltında Uçan Kuş (1998), Mahşer (1998/ Yunus Nadi Öykü Ödülü), Ka­

natları Yamalı Kuş (1999), Ölüm Oyunları (2002/2003 Yu­

nus Nadi Öykü Ödülü), Sonuncu iz (2007).

Nüfus Sayımı

Güneşin alevler saçan sarı tekerleri dönüyordu gökyüzü yol­

larında. Ve her dönüşünde kızgın küller sıçratıyordu yeryü­

züne sanki. Her yan çakmak taşı gibi dokunan, keskin, ka­

vurucu sıcağın altında bir ölü sarılığında titriyordu. Her yan sessizdi, suskundu. Suskunluk, tutuşan gökyüzüyle bozkır kadar sonsuzdu orada.

7

(8)

Beyaz fötr şapkasının altında durmadan terliyordu atlı.

Gözleri acıtacak kadar yakıcı, keskin sıcağın altında durma­

dan iki yanına bakıyordu. Bakıyordu ya, uçuşan çekirgelerle tozdan başka bir şey görünmüyordu. Gidilen yönü bilen köy­

lü önden yürüyordu. Ufak tefek, kara kuruydu. Kendi halinde sessiz sakin biriydi. Saatlerdir yolda olmalarına karşın ikisi de konuşmuyordu. Birbirlerinden habersiz iki yolcudan fark­

sızdılar.

Ufak tefek köylü, bir süre sonra, "Köye geldik beğim," di­

yerek durdu birden.

Memur, atının üstünde doğrularak bakındı çevresine.

Ancak köye benzeyen tek bir yapı, ev göremedi çevresinde.

Ot, saman, gübre yığını, oynaşan çocuklar, eşinen tavuklar, kazlar da göremedi. Uçsuz bucaksız düzlüğün üstünde köste­

bek yığınlarını anımsatan ufacık, kümbetimsi kabartılar var­

dı yalnızca. Şaşırdı.

"Geldik mi? Hani köy nerede?"

Elini saygılıca toprak kümbetlere doğru salladı köylü.

"Aha işte burası!"

Atlı Memur, bir daha bakındı, insana, yaşama dair en ufak belirtinin olmadığı kümbetlere. Kimse yoktu. Köylüler aşır/ sıcaktan kaçmak için evlerine mi çekilmişlerdi acaba? O zaman evleri neredeydi? Tek bir dikili taş bile yoktu eve, yapı­

ya dair. Yarınki "nüfus sayımı"nda, ev, hane yerine, toprağın yüzüne birer yoksulluk siğili gibi çıkmış o kabartıları mı sa­

yacaktı yoksa?

Sayım evrakının bulunduğu torbasını eline alarak atın­

dan indi Memur. Hamlıktan ağrıyan, uyuşmuş bacaklarını bir süre gerip açtı. O ara köylü, atı yedeğine alarak kümbetler­

den birine doğru yürüdü. Elini ağzına doğru götürerek, yerin dibine bağırdı.

"Muhtaaar! Sayım Memuru geldi!"

Az sonra yerin dibinden bir insan başı çıktı toprağın yü­

züne. Sonra da kasketi, boynu, ceketi, omuzları, iriyarı bo-

(9)

yuyla Muhtar'ın kendisi göründü. Kasketiyle ceketi, gömleği eskiydi, solmuştu. Bir de kravat takmıştı boynuna. Buruş bu­

ruş olmuş kravatı, muhtarlığının kanıtıymış gibi duruyordu boynunda.

Saygılı, içten bir davranışla konuğuna doğru yürüdü.

"Ehlen ve sehlen! Hoş gelmişsen," dedi. El sıkıştı. Sonra toprak kümbete doğru yürüdüler. Elini geniş geniş sallaya­

rak, az önce içinden çıktığı kuyu gibi deliğin ağzını gösterdi Muhtar.

"Haneme buyurun Afandi."

Sayım Memuru şaşırdı. Bir insanın sığabileceği daracık .kuyunun ağzına baktı bir, bir de Muhtar'a. Cam gibi parlayan

�üneşin altında kuyunun dibi loştu. O loş karanlıkta nereye basacak, nereye, nasıl inecekti? Uzaktan da olsa bazı köyler

�örmüştü o güne kadar. Ama evleri yeraltında olan bir köyü de ilk kez görecekti şimdi.

Muhtar, konuğunun şaşkınlığını anlamış gibi öne düş-

1 ü. Onun elinden tuttu. Kazılarak basamak haline getirilmiş toprak merdivenlerden yan yan aşağı inmeye başladı. Memu­

run yumuşacık kadınımsı eli, Muhtar'ın yaba gibi iri, nasırlı, 1,·atlak avuçlarının içinde kaybolmuş gibiydi. Ancak, o çatlak nasırlı el, yol göstermek için tuttuğu ele, öylesine saygılıydı ki.

l) yumuşacık, kadınımsı el, evine konuk gelen devletin eliydi Muhtar'a göre.

İnilen toprağın dibindeki evde gözleri karanlığa alışkın­

dı Muhtar'ın. O evde, toprağın altında doğmuş büyümüştü 1,·ünkü. Yarın ölünce de o toprağın dibinden çıkarılacak, bir lıaşka toprağın dibine gömülecekti. Konuk için durum öyle değildi ama. Güneşin altında saatler süren yorucu bir yolcu­

luktan sonra, üç-dört metre yerin dibine birden inince, gözleri 1-.ararıp karıncalandı bir süre. Nereye basacağını, nasıl dav­

ranacağını bilemedi. Bir de burnuna dayanılmaz, çok yoğun, bunaltıcı, çok kullanılmış ağır bir soluk ve gübre kokusu 1,·arptı. Bu koku, süt, pasta, krema ya da dondurma kokusu

9

(10)

olsaydı bilirdi. Ayak kokusuyla, ter ve dışkı kokusunu da bi­

lirdi. Ama bu bayıltıcı, iğrenç kokunun ne olduğunu bileme­

di. Gübrenin, terin, ağırlaşmış dayanılmaz soluk kokusunun, havasızlıkla rutubetin karışıp harman olduğu, o güne kadar da hiçbir yerde rastlamadığı, açıklamasını da yapamadığı bir kokuydu bu.

Loş karanlıkta çift çift parlayan gözler ilişti ilkin gözüne.

Çok yaşlı, ak sakallı bir dede ile bir çocuk, bir de delikanlıya aitti o gözler. Çocuk, köye girdiği andan beri gözüne çarpan ilk ve tek çocuktu. Konuktan çekindi çocuk, kaçmak istedi.

Ama kuyu gibi yerin dibinde nereye, nasıl kaçacat.ı? Toprak duvarın dibine büzülüp sokuldu iyice, Muhtar'ın, "İçeri içe­

ri!.." uyarısıyla yerinden kalktı, öbür odalardan birine geçti sonra. Oda da denilemezdi buna pek. İnsan yüksekliğinde duvardan duvara gerilmiş ipin üstüne perde gibi atılmış ka­

lınca bir çulun öbür yanıydı oda. Gözden kayboldu çocuk. Çul perde sallandı. Sallanan perdenin altından öküzler göründü o ara. O öküzler oraya, az önceki daracık kuyudan inmiş ola­

mazlardı. Dik olmayan bir başka yolları olmalıydı.

Aksakallı dede ile delikanlı, hemen ayağa kalktılar. Baş­

larındaki şapkalarını çıkarıp ellerine alarak, karınlarının üs­

tüne saygılıca bastırarak, konuklarını selamladılar. Konuğun yaşı, kimliği ne olursa olsun, en yaşlıları bile kalkardı ayağa.

Gelen Tanrı misafiriydi çünkü. İki büklüm eğilerek, boyları­

nı küçülterek, konuklarına olan saygılarını iyice göstermeye çalışırlardı. Yüzyıllardır süregelen ezikliklerinin bir tür dışa vurumuydu bu. Köylünün kentliye, okuyamamışın okumuş olana teslimiyetiydi. Bu saygıdan Sayım Memuru çok hoş­

landı. Muhtar, köşede dürülüp bükülmüş duran bir çift kalın yatağı eliyle yuvarladı, açtı. Yatağın başucuna çifte yastıklar koydu dayadı sonra.

"Afandi, buyur otur!"

Memur, yatağın üstüne kurulup oturdu. Dede, Muhtar ve delikanlı oğlu da yatağın ayakucuna, kupkuru yere say-

(11)

!?;Ilıca çöküp oturdular. Muhtar o kadar iriyarıydı ki, yerde oturmasına karşın, çift kat yatağın üstünde oturan Memur'un boyunu aşıyordu boyu. İriyarı olmaktan sıkılıyormuş gibi de kamburunu iyice çıkartıp kabartarak, boyunu küçültmeye ça­

lışıyordu. Çok iri, parlak, kara gözleri vardı. Kaba saba görü­

nümüne karşın çok da saygılı, içtendi.

Toprağın dibine doğru genişçe oyulmuş odanın duvarla­

rı ak bir toprakla sıvanmıştı. Evin tavanı ufacık kubbemsi bir tepeye benziyordu. Tepenin üst ortasına, tepsi büyüklüğünde yuvarlak bir cam yerleştirilmişti. Camdan giren güneş ışığı ta­

bana huzme gibi iniyor, içerisini aydınlatıyordu. Bir de duvara ne işe yaradığı bilinmez, ağaçtan, uzunca bir sırık dayanmış­

tı. Öküzler sineklenmek için kuyruklarını sallıyor, salladıkça da çul perde arada bir sallanıyordu. O ara kubbedeki camdan inen güneş huzmesi kesildi. Akşam olmuş gibi karardı içerisi.

Köpeğin biri gelmiş, tavandaki yuvarlak camın üstüne yatmış, camdan sızan ışığı kesmişti. Delikanlı ayağa kalktı hemen. Du­

vara dayalı uzun ağaçtan sırığı eline alarak, camın altına tak tak vurunca köpek kalkıp gitti. İçerisi aydınlandı tekrar.

Duvar görevi gören çuldan örtü tekrar sallandı. Aralıktan bir kadın eli göründü. Delikanlı, elin uzattığı tahta kürsüyü alıp ortaya koydu. Aynı kadın eli bu kez tepsiyle göründü. De- 1 ikanlı tepsiyi de alıp kürsünün üstüne koydu. Çuldan örtü­

nün gerisindeki kadınların kaç kişi oldukları belirsizdi. Yavaş seslerle konuşuyorlardı. Delikanlı, çuldan örtünün gerisinden uzatılan yufka ekmeği, ayran dolu tası, silme bulgur pilavıyla dolu bakır siniyi de alarak, meydan tepsisinin üstüne koydu.

Ayrı tabak, kaşık, çatal, bardak, bıçak yoktu. Yufka, bulgur pilavı ve ayran ... Üç kişi aynı siniden yiyecek, aynı ayran ta­

sından içecekti.

Muhtar, dede ve delikanlı meydan tepsisinin çevresinde bağdaş kurup oturdular. Konuk Memur, öylesi bağdaş otu­

ruşlara alışkın değildi. Hem pantolonu dar geliyor, buruşu­

yor, hem de uyuşan ayaklarını arada bir uzatıp geriyordu.

(12)

Ama başka da çaresi yoktu. Karnı da açtı çok. Saatler süren yolculuk, bozkırın değişik temiz havası iştahını ctt;mıştı. Kent­

ten kahvaltı yapmadan ayrılmış, yolda karnının acıkacağını bile bile bir tek lokma almamıştı yanma. Niye alsındı ki? Köye konuk gidiyordu. Köylülerin konuklarını nasıl iyi ağırladık­

larını, köy yemeklerinin eşsiz tadını çok duymuştu. Kızarmış tavuk, bol et, yoğurt, süt, yumurta, tereyağı, sıcacık tandır ek­

meği ... Zengin sofralarda ağırlanmak gibi alışkanlıkları biraz da memur yapılarında vardı zaten ... Her zaman her şeyin en iyisi önlerine çıkarılsın, sunulsun isterlerdi. Ta Osmanlı'dan beri böyleydi bu. Vermeden almaya alıştırılmışlardı hep. Ver­

mek ise yüzyıllardır Anadolu köylerinde var olan en zengin davranış biçimlerinden biriydi. İnsana saygı, ilkin vermekle başlardı çünkü.

Memur konuk, önüne çıkarılan kupkuru bulgur pilavıyla ayranı görünce canı sıkıldı. Kızarmış et, tavuk da yoktu pi­

lavın üstünde. Önündeki sofra, kentlerde sözü edilen zengin köylü sofralarının hiçbirine benzemiyordu. Sıkıntısını belli etmedi yine de. Karnı açtı çok. Yufkadan bir parça koparıp attı ağzına hemen. Kaşıksız, çatalsız bulgur pilavını nasıl yi­

yecekti ki? Muhtar'la yanındakilere baktı. Onlar yufkadan kopardıkları parçayı parmaklarının arasında dürüp bükerek küçücük ekmekten kürekler yapıyor, pilavı öyle yiyorlardı.

Memur da öyle yaptı, ama beceremedi. Yufkayla pilavı avuç­

layıp dolu dolu attı ağzına sonra. Bir-iki gevdi gevemedi. Diş­

lerinin arasında korkunç bir çatırtı duydu. Ağzına attığı pilav değil bir avuç çakıldı sanki. Yan açık kalakaldı ağzı. Hani in­

sanın ağrıyan dişinin arasına bir parça kaçar da, acıdan ağzını bile oynatamaz ya, öyle. Dahası bulgurda bir tek damla yağ yoktu. Kaynar suda haşlanarak lapa haline getirilmiş taşlı bir bulgurdu bu. Lokmayı ağzında gevmeye çalıştıysa da olmadı.

Gevmeden de yutamazdı. Öğütülmüş taşlı çakıl pilavını ne diye yutsundu? Lokmayı avucunun içine gizlice alarak bakır sininin altına koydu.

(13)

Belki de pilavın her yanı taşlı değildir. Taşlı yanı benim iinüme gelmiştir; diyerek yufkadan bir parça daha koparıp aldı. Pilavın kendi önüne gelen yerinden değil, tepesine yakın yerinden alıp attı ağzına. Hayır, boşunaydı. Bir sini bulgu­

run tümü taşlıydı. Lokmanın ilkini çıkarıp önüne koymuştu.

İkincisini de çıkarır koyarsa ayıp olurdu. Kinin yutarmış gibi kuru kuru yuttu lokmayı çaresiz. Kinin yutarken bir insanın ağrıdan, sızıdan kurtulma umudu vardı hiç olmazsa. Ya taşlı lokmayı yutarken? ..

Nasıl yiyorlar diye Muhtar'la yanındakilere baktı. Onlar, lokmalarını gevmiyorlar, avurtlarını şişire şişire ağızlarının içinde yuvarlayıp sulandırdıktan sonra, boyunlarını sündüre sündüre yutuyorlardı. Ardından da bıyık ve sakallarını batıra hatıra iri ayran tasını başlarına dikip içiyorlardı.

Sayım Memuru'nun iştahı kaçtı. Vazgeçti pilavı yemek­

ten. Yufka ekmekle karnını doyurmaktan başka çaresi yok­

tu. Yufkayı ağır ağır çiğnerken, "Önüme koyduğun da yemek mi?" dermiş gibi baktı Muhtar'a. Muhtar ayrımındaydı her

�eyin. Ama konuğunun halini görmezlikten geldi ilkin. Başı­

önüne eğerek, konuğunun bakışlarından gözlerini kaçırdı.

Hani çaresiz kalmış insanlar olur da, bir şeyi yapmayı iste­

dikleri halde bir türlü yapamazlar, öyle. Sonunda konuğunun bakışlarına yakalandı. Göz göze geldiler. O göz göze gelişte dev yapılı Muhtar'ın iri, parlak gözleri, öylesine geriledi, sön­

dü, biçareleşti ki. Yenik düşen bakışlarını önüne düşürdü so­

nunda. Elinde olmayışın, yoksulluğun gözleriydi onlar.

Bir ara, "Yeseydin Afandi!" diyecek oldu ya, sesinin tümü utançtı. Memur, sohbet olsun diyerek,

"Muhtar, nasıl, köyünüzde nüfus çok mu? Yarın işimiz uzun sürer mi?" diye sordu.

"Sürmez Afandi. Nüfusumuz azdır," dedi Muhtar.

Konuk sevindi. "İyi iyi. Yarın öğlene sayımı yapar bitirir, sonra da atıma atlar, bu Allahın belası yerden bir an önce çe­

ker giderim!" diye geçirdi içinden.

(14)

Taşlı bulgurla ayran bitti. Muhtar'la yanındakiler her şeyi silip süpürdüler. Meyveye, kavuna, karpuza benzer bir şeylerin gelmesini boşuna bekledi konuk. Delikanlı, boşalan tepsiyi altının kürsüsüyle birlikte kaldırdı. Çu

l

dan örtünün altından kadınlara veriverdi.

Yukarı delikten iki köylü indi o ara. Sayım Memuru'na aynı saygı ve içtenlikle selam verip bir kenara oturdular. Çay gel­

di. Muhtar, ayağa kalkarak topraktan duvarın içine dolap gibi oyulmuş oyuktan çay bardaklarını indirdi. Bardaklar, altlıkla­

nnın içine yıkanılmadan ağız aşağı ters konulmuştu. Daha önce içilen çayların sularıyla durdukları için altlıklanna yapışmışlar­

dı. Bardağı kaldırınca altlık da birlikte geliyordu. Buna da sesi­

ni çıkarmadı konuk. Bardaklara çay konuldu. Altı kişiye dört kesmeşeker vardı ortada. Şekerin birini konuk aldı. Muhtar'sa şeker topağını parmaklan arasında ezdi, dörde böldü. Parçalan birer birer konuklarına vererek çaylarını içmeye başladılar.

"Farkında olmadan bir kusur mu işledim de, Muhtar bile bile önüme böyle taşlı bulgur çıkardı acaba?" diye düşündü konuk. Hem sohbet olur, hem de nedenini öğrenirim diyerek sordu.

"Yahu Muhtar," dedi. "Kusura bakma ama, aklıma bir şey takıldı. Şurada bin yılın başında köyünüze bir yolum düş­

tü. Konuğunuzum. Yoğurttan kaymaktan vazgeçtim. İnsan şöyle taşsız bir bulgur pilavı yapar da önüme öyle koyar be yahu? İki kaşık yağ cızırdatır da üstüne döker. Ben her zaman evinize gelip giden biri değilim. Niye böyle yaptınız? Acaba farkında olmadan bir kusur mu işledim de böyle önüme bile bile taşlı bulgur çıkardınız?"

Keşke bu soruyu sormasaydı. Dev yapılı Muhtar'ın yüzü durdu ilkin. Hiç beklemediği bir soruydu bu. Saf saf bakakal­

dı konuğunun yüzüne. Utandı, sıkıldı, yutkundu. Bir şeyler söylemek istedi, söyleyemedi. Bir türlü anlatamayacağı, an­

latmaya da asla gücünün yetmeyeceği bir haldeydi. Çayını bıraktı. Az önce parmakları arasında ezdiği şeker topağı gibi

(15)

koca bedeni üçe dörde bölündü, ufalandı sanki. İri yumruğu­

nu kaldırdı, sonra. Kendi göğsüne hınçla, güm güm vurmaya haşladı. Öylesine sert vuruyordu ki, o yumruklarından biri hi r insana değse, rahatlıkla yıkıp çökertebilirdi.

Sayım Memuru, "Ne söyledim ki?" der gibi iki yanma bakındı.

"Yahu dur Muhtar," dedi sonra da. "Ne oldu? .. Hay Al­

lah! .. Fena bir şey demedim ki? Laf olsun diye sormuştum hunu?" dediyse de, Muhtar, güm güm göğsüne vurmaya de­

vam etti.

"Afandiii, Afandiii!" diye inledi. "Ben misafirimi böyle mi karşılayacaktım? Ben istemez miydim pilav üstü kızarmış t'tler, tavuklar olsun? Ben istemez miydim ballar, sütler, kay­

maklar, kedi bassa ayağı batmaz sertlikte yoğurtlarını olsun.

Ah Afandi, senden çok önce gelen misafirlerimin hepsi de bu sofrada bunları gördüler, yediler, bu evde böyle ağırlandılar.

llenim sofram böyle taşlı bulguru da mı görecekti? Bu hane hiiyle mi olacaktı? Ben misafirime böyle yağsız, taşlı bulgur ı;ıkaracak adam mıydım? Ah Afandii, Afandiii! .. "

Konuşurken yontuya benzeyen yüzünde ağlamaya dair

ı•n ufak bir belirti yoktu. Gözünden yaşlar boşanıyordu, ama .ı�lamıyordu. Ağlamanın da çok ötesinde bir şeydi bu. Hem konuşuyor, hem yumruğuyla imanının tahtasını güm güm ıliivüyordu.

Memur'un şaşkınlığı sürdü.

"Peki Muhtar, benden önceki misafirlerine etler tavuklar

�·ıkardın da, bana niye taşlı bulguru reva gördün? Ben değer­

siz bir misafir miyim?"

Muhtar'ın yumrukları azalacağına arttı. Yumruğunun birini göğsüne indiriyorsa, öbürünü de duvara vurmaya baş- 1.ıdı. Vurdukça da ak sıvalar döküldü.

"Afandi, Afandii! Bilimisen ki bu toprağın ötesinde neler var? Bu toprağın gerisi tekmil mezardır ha, mezar!.. Bu köyde iki namaz arasında tam on yedi çocik ölmüştür. Aha bu topra-

15

(16)

ğın gerisinde on yedi sabi, on yedi yetim yatiy ha! .. Şemogilin varidi üç çociği, üçü birden ölmüştür. Musto'nun varidi iki çociği, ikisi birden ölmüştür. Behram'ın, Safo'nun, Kazo'nun çocikları arkası arkasına ölmüşler, kefenleri birbirine karış­

mıştır. Yani ölüm gelmiş yükünü bizden tutmuştur. Afandii, Afandiii, ah bileydin!.."

Sayım Memuru şaşkınlığından serseme döl1(11üştü.

"Vah vah vah!.. Çok üzüldüm. Peki senin çocuklarına bir şey oldu mu? Senin kaç çocuğun öldü?" diye sordu.

"Maalesef benim çociğim ölmemiştir. Bir derdim de asıl budur ha! Keşke benim çociğim de öleydi. Keşke onu da diğer çociklarla birlikte gömeydik. Keşke!.."

Tokat yemiş gibi oldu Memur. Bir yağsız taşlı bulgurun ardından neler çıkmış, sohbet olsun diye sorduğu soruya bin pişman olmuştu. Geri de dönemezdi artık. Çünkü önüne çı­

karılan taşlı bulgur pilavıyla, on yedi çocuğun mezarı arasın­

daki bağlantıyı anlayamamıştı bir türlü. Ne ilgisi olabilirdi?

Herhalde boğmaca, kızamık gibi bir salgın afet gelmişti köye de on yedi çocuk birden ölmüştü. Bunca ölümün üstüne ağır yasa girmiş olmalıydı köylüler.

"Vallahi çok üzüldüm Muhtar. İnan, başınızda bunca acı olduğunu bilseydim, önüme niye taşlı bulgur koydunuz diye sormazdım hiç. Sormazdım. Başınız sağ olsun. Boğmaca, kı­

zamıktan bunca çocuk ölünce, onca acının üstüne kim misafi­

rini düşünür değil mi? Çok haklısınız! .. "

Bu sözlerle az da olsa, Muhtar'ın gönlünü alacağını düşü­

nen konuk, iyice şaşırdı. Çünkü Muhtar iyice kendini koyver­

di. Yumruklarıyla vura vura göğsünü oydu. Çığ çığ yükseldi sesi de.

"Yoooh! Yoooh!.. Afandi öyle değil... Bizim çociklarımız boğmacadan, kızamıktan ölmemiştir. Açlıktan ölmüşlerdir, açlıktan!.."

Sayım Memuru, tokat yağmuru altında kalmış gibi ser­

semledi. Ciddileşti birden.

(17)

"Nasıl?.. Açlıktan mı?" diye hayretle sordu. "Açlıktan lıu nca çocuk nasıl ölür? Hangi dünyada yaşıyoruz? At sırtın­

da vilayet merkezi buraya yedi-sekiz saat ancak çeker. Kosko­

ra vilayetin burnunun dibinde nasıl bu denli açlık yaşanır da

1111 yedi çocuk birden ölebilir?"

Yana yana soluklanan Muhtar, anlatmaya başladı.

"Afandi, giden yıl kötü geldi. Mahsulümüz tarlalarda ı..avruldu. Kuraklık sebebimiz oldu bizim. Derken önümüz J..ışa girdi. Kışın ağzı derin, geçimi zordur her zaman. Açlık lıoğazdan iner de, bir daha çıkmaz geri. Yeri orası çünkü. Eli­

m izi koyverdik, herkes başının çara sına baksın diye. Hayva­

nını kesip yiyen mi, satıp parasını una bulgura çeviren mi?

Ne tavuk kalmış, ne yumurta ... Aç boğaza ne dayanır? Derdin lıüyüğü, aha şu iki dudağın arasıdır ha. Bu iki dudağın arası lıir dipsiz kör kuyudur ki, doldurana aşk olsun. Gerisi olma­

yınca biter her şey. Ne yenecek kalır, ne satacak. .. Az önce se­

nin önüne çıkarabildiğimiz taşlı bulgur, bu köydeki son bul­

gurdu. Bir gün senin gibi Afandi biri gelir de, çıkarır koyarız ı ınüne de mahcup olmayız diye sakladıydım. Ne yazık ki, onu ıl.ı misafirimize beğendirememişiz. Afandiii!.."

İçeride kimse sesini çıkarmıyor, herkes sessizce Muhtar'ı dinliyordu. Sayım Memuru'ysa öylesine şaşkınlık içindeydi ı.. i, taşlı bulguru, her şeyi unutmuştu.

Muhtar bir çocuk gibi ağlamaya başladı.

"Kıtlık geldi kapımıza dayandı. Vilayete dilekçe verdik, revap gelmedi. Dedik, nasıl olsa doğduk toprağın dibinde, ııleceğiz yine toprağın dibinde. Öteden beri köstebek olmuş hayatımız bizim. Biz büyükler otla, neyle idaremizi ederiz ya, çocuklarımız ne olacak, diye sormuşuz. Bebelerin ağızları yaşlanmış, yalama olmuş. Avrat göğüsleriyse kapkara birer marsık. Çareler içinde çareler aramaya başladık. Sonunda akıl l'tti birimiz. Dedi, daha önce mallarımızı kesim için mezbaha­

ya götürüp satmaz mıydık? Dedik, heye! Ne var bunda? Diye­

nimiz der ki, kesilen malın kanları mezbahada boşu boşuna

(18)

akıp gediy. Kesimciler fışkıran kana bazan ağızlarını tutup içiyler. Taze kan diri, pehlivan yaparmış insanı diye. Tez elden birkaçımız gidek, rica minnet edip isteyek o kanları da, tuluk­

larımızla getirek. Bakarsın geçimimiz güler biraz ... Düşünüp taşındık. Dedik, iyi fikir ... Hemen dizine kuvvet birkaçımız tuluklarla geceden düştüler yola ki, sabah kesimine yetişe­

ler. Devlikesi günü gidenlerimiz göründü. Çerçöp toplayıp yaktık ateşimizi. Kurduk kazanımızı. Kan dolu tulukları bo­

şalttık kazana. Koyulaşıp pıhtılaşmıştı iyice. Tüz biber attık.

Suyla sulandırıp kan çorbasını karıştırdık. mrkes toplandı.

Dedik her şey sırayla. Acele etmeyin! İlkin çocikların açlığını halledeceğik. Asker usulu girdiler sıraya. Tortulaşmış kapka­

ra kan lapalarını koyverdik önlerine. Kimi ayakta, kimi yerde bir yiyişleri vardı ki ...

"Ah Afandii, Afandiii! Keşke yemeselerdi. Keşke gözleri­

miz kör olaydı da, çociklarımızın o hallerini görmeyeydik ...

Kan bekleyince zehirlenirmiş meğer. Daha sıra bizlere gelme­

den, sancıdan kıvranmaya başladı çociklar. Karnını kursağı­

nı tutan mı istiysen, bağıra çağıra kıvranan, kendisini yerden yere vuran mı? Fazla söze ne hacet? O gün iki namaz arası tam on yedi yetim çocik arkası arkasına, bağıra bağıra, gözle­

rimizin önünde öldüler. Hangi birine yetişip de koşacağımızı, ne yapacağımızı bilemedik ...

"Ondandır bu toprağın öte yanı mezardır ha, mezar ... Aha bu toprağın gerisinde tam on yedi çocik, on yedi yetim, sabi yatiy ha!.. Ah Afandiii, Afandiii! Ah şunu bileydin!.."

(19)

OYA BAYDAR, (1940, lstanbul)

Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni, l.ü. Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nü bitirdi. 1964'te aynı bölü­

me asistan olarak girdi. 12 Mart 1971 Askeri Müdahalesi sırasında Hacettepe Üniversitesi'nde asistanken sosyalist kimliği nedeniyle tutuklandı, üniversiteden ayrıldı. 1972-

1989 yılları arasında Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı.

12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi sırasında yurtdışına çıktı;

1992'ye kadar Almanya'da sürgün kaldı. Burada sosyalist sistemin çöküşünü yakından yaşadı. Türkiye'ye dönüşün­

de lstanbul Ansiklopedisi'nde redaktör, Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi'nde genel yayın yönetmeni olarak çalıştı. Ta­

raf gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor.

Lise son sınıfta yazdığı "Allah Çocukları Unuttu" adlı gençlik romanı nedeniyle neredeyse okuldan atılıyordu.

Uzun bir aradan sonra yazın alanındaki çalışmaları öne çıktı; 1991'den bu yana bir öykü kitabı, dört roman ya­

yımladı. Kedi Mektupları'yla 1993'te Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı ile 2001'de Orhan Kemal Ro­

man Ödülü'nü kazandı.

Öykü kitapları: Elveda Alyoşa (1991/1992 Sait Faik Hika­

ye Armağanı).

Ölü Bir Sincaba Ağıt

Akçakavaklar pamuklamaya başladığında tüylü görkemli

!..uyruğu, titrek bıyıkları, sincabi rengiyle ilkbaharın cüm­

lıi.işüne katılırdı. Bodur meşelerin ve ulu gürgenlerin altına ıılurduğumuzda, meşe palamutu ve çam kozalağı stoklarının 1..ıyıda köşede kalmış son taneciklerini küçük ön patilerinin .ırasına alıp kemirirken, üstümüze kavak pamukçuklarından haziran karları yağdırırdı. Birden, okuduğumuz kitabın say-

(20)

faları arasına düşen bir palamut parçasından, yarısı dişlen­

miş bir fındıktan, mevsimsiz bir kozalaktan anlardık orada olduğunu. Sokağın köşesindeki mahalle fırınından aldığımız, ninelerimizinkini anımsatan kurabiyelerden küçük parçalar koparıp ağacın tam dibine koyar, sessiz ve hareketsiz bekle­

meye başlardık. Şimdi, körpe dalların, taze yeşil yaprakların arasına gizlenmiş, kuyruğunun ucundan bıyıklarına kadar dikkat kesilmiş, çevreyi, bizi ve asıl kurabiye kırıntılarını göz­

lüyordur. Küçücük boncuk gözleri ışıl ışıl, zaman zan:ıan ür­

peren, ürperdikçe harelenen kürkü pırıl pırıldır. Birazchın, bol tüylü ünlü kuyruğu havada, dört küçük ayağı ve tırnaklarıyla ağacın gövdesine tutunarak, hızlı, ürkek ve çevik, inecek aşa­

ğıya. Kurabiye kırıntılarını ön patileri arasına alıp küçücük kafasını huzursuz bir dikkatle bir o yana bir bu yana çevire­

rek kemirecek. Sonra, sessizliği bozan ilk yaprak hışırtısında, ilk dal çıtırtısında ya da bir kuşun kanat çırpışında, şimşek gibi tırmanacak ağaca. Yapraklar arasında uçuk bir kızıl kah­

ve renk, incecik bir dal çıtırtısı, havada asılı kalan bir ürkeklik, birkaç ağaç ötede bir küçük çocuğun sevinç çığlığı olacak.

Baharın ilk güneşiyle birlikte, dünyayı değiştirmenin sır­

larını saklayan ders notlarını, kitapları - diyalektiğin üç ku­

ralı, beş yasası; devrimin genel geçer yasallıkları; strateji, tak­

tik. .. - koltuğumuzun altına sıkıştırıp kenti çevreleyen orman­

lara, parklara, güneşli çayırlara çıktığımız; yaşamayı, dünya­

yı, tarihi, insanı, kendimizi müthiş ciddiye alıp geleceğinden asla kuşku duymadığımız bir devrimin öncüleri olmanın tüm yükü omuzlarımızda, dersten derse, konferanstan konferan­

sa, kitaplıktan kitaplığa koştuğumuz; inancımızın amentüle­

ri olan kitapları sayfa sayfa, satır satır didiklediğimiz ve hiç beklenmedik bir anda karşımıza çıkıveren bir dostluğu ilmek ilmek, duygu duygu, anı anı örmeye, beslemeye, büyütmeye çalıştığımız günlerden kalan ufacık, ürkek, güzel bir sincap ...

Anımsıyor musun? Ulu ağaçların nefti gölgesinin düş­

tüğü karanlık, rutubetli, esrarlı avlulara bakan perceremizin

(21)

iinündeki yeşil örtülü çalışma masamızın soluk ışığı geceya­

rılarmı aşardı. Yüreğimizde, birbirimizle bile paylaşamadığı­

mız bir kuşku, bir heyecan ... "Dönebilecek miyiz? Nereye? Ne ı.aman?" Kışlada savaşı bekleyen askerler gibi iğne üstünde, huzursuz, ama göreve hazır; yatılı okul öğrencileri gibi haşa­

rı, taşkın; uzun Rus kışlarına hazırlanan sincaplar gibi ciddi;

lıaharla birlikte akçakavaklardan dökülen bembeyaz haziran ı....uları gibi hafif; ilk müminler gibi coşkulu ve inançlı; doğru yanda olduğumuzdan, gerçeğin ve geleceğin anahtarını eli­

mizde tuttuğumuzdan, tarihi değiştireceğimizden emindik.

l\nımsıyor musun?

l ln yıl, yüzünü değiştiremedi, sesini de. Sadece, bir an sonra yüzünü aydınlatacak pırıl pırıl bir gülüşün; neşeli, güvenli, lıiraz da alaycı sözlerin habercisi o belli belirsiz bezgin ifade, lıir daha sökülmemek üzere yerleşti bakışlarına. Uzun, yoru­

ı·u bir günden, bitip tükenmez tartışmalardan, didişmelerden

·•ıınra, dudağının kenarına bir saniye konup hemen kaybolan lıl'zginlik, şimdi özenli bir makyaj gibi oturmuş yüzüne.

Seni en çok o zamanlar, anlık yenilgiler, geçici teslimi­

wtler yüzüne, gözlerine, bakışlarına yansıdığında severdim.

Sl•sini değiştirmemeye çalışırdın. Yine de dudağının ucunun lı,ıfifçe bükülüşünden, kaşlarını başındaki ağrıyı kovmak is­

h·rcesine yukarı kaldırışından, bakışlarından anlardım. Kim­

lıilir kime, hangi kalın kafalı inatçıya kızmışsındır! Sen, gün gibi açık, sapasağlam, tartışma götürmez doğrularımızı ne ı...,ıdar anlatmaya çalışırsan çalış, o taş kafa anlamamıştır. Bık- 1-.. ı nlık çökmüştür üstüne, yorgunsundur ...

Sana uysal bir görünüm veren bu yorgunluğu severdim.

Yı·nilgiler, bıkkınlıklar kısa süreli, anlık olurdu zaten. Kaçı-

11 ıl maz bir zafere yazgılı askerlerin umursamazlığı içinde,

.,ı ınuna kadar güvenli ve küstahtık. Birkaç dakika sonra ince ıııizahın ve en muzip sesinle sorardın: "Hemşire, şu cansıkıcı ıııünasebetsiz adamı da huzura kavuştursak mı acaba?"

(22)

Aramızdaki dostluk, yakınlık parolası, güzel şaka ... Ko­

nuklarını ahududu likörüne kattıkları arsenikle zehirleyip

"huzura kavuşturan" iki yaşlı kızkardeşi taklit etmek için, se­

simi incelterek karşılık verirdim: "huzura kavuşsun hemşire!

Ben ahududu likörünü kadehlere doldurayım ... "

Gizli bir köşeden çıkardığım; kuyruklarda saatlerce bek­

leyerek, bin bir çabayla elde edilmiş konyağı, ince belli çay fincanlarına doldururken birbirimize bir göz atar, gülüşür­

dük. Çay rengi konyak kadehlerimizi tokuştururken, buda­

laca bir yasağa karşı çıkmanın tadı Ermeni konyağının kuru üzüm ve kayısı kokusuna karışırdı.

On yıl, saçlarının rengini değiştiremedi. Bal rengi, güneş vurduğunda yakamozlu. Dobra dobra bir eleştiriyi ya da iğ­

neli bir şakayı yumuşatmak için attığın o küçük, telaşlı kah­

kaha da yerli yerinde. Mutfakta, bir yandan akşam rakısına eşlik edecek mezeleri birlikte hazırlar, bir yandan konuşup tartışırken, aynı yüz, aynı ses, aynı gülüş, aynı kendinden emin, biraz iddiacı, sevimli, şirret tavır ...

Aynı mı? Peki sırtımdaki bu ürperti, yüreğimdeki bu sin­

si korku - seni yitirme korkusu - bu her sözü bir kez daha açıklama gereksinimi, bu yabancılık, uzaklık da ne?

Sarmısakları tuzla ezdiğim çatalı tabağın içine bırakıp gözlerini arıyorum. Gözlerin yanıltmaz, gözlerin bana yalan söyleyemez ...

Bıkkınlığın, kanıksamışlığın, kaçaklığın gözlerinin içine, bakışlarına yerleştiğini hınzırca biliyorsun, ama umursamı­

yorsun. Her zamanki gibi neysen O'sun; saklamıyorsun. Ak­

sine, üstüne üstüne gidiyor, şimdi de yenilgine meydan oku­

yorsun.

Cılız bir umutla soruyorum: "Hani bir sincabımız vardı, anımsıyor musun?"

Yumuşacık, usul bir yel geçiyor aramızdan. Bir fındık yere düşüyor. "Havada asılı kalan ürkek bir güzellik. .. " Elimi­

zi uzatsak yumuşak, tüylü kuyruğunu okşayacağız sanki.

(23)

"Hayal meyal hatırlıyorum. Budalalar gibi 'ders çalıştığı-.

mız' parktaydı. Şimdi düşünüyorum da, amma havaya gir­

mişiz. Üstelik en sersemleri de biz değildik hani! Devrimin

�enelgeçer yasalarını ezberlerdik ... "

O çok tanıdık, çok sevgili, alaycı, acımasız küçük kahka­

ha ... Sonra alabildiğine hırslı, sert, buruk: "Genelgeçer değil, delergeçer yasalarmış meğer ... Kaybolmuş yıllarımızdı. Buda­

laca imandı. Beynimizi, yüreğimizi, ahlakımızı başkalarına teslim etmeyi marifet saymaktı ... "

Sussan, bu kadar acıtmasan; böylesine ezip yok etmeye ,·alışmasan ortak kimliğimizi. Bir daha asla geri dönüleme­

yecek, asla yeniden başlanamayacak, değiştirilemeyecek ve unutulamayacak geçmişimizi inkarda bu kadar ödünsüz, ke­

sin, gaddar olmasan ...

Bu huyunu bilirim. Daha çok acıtmak istiyor şimdi. So­

nuna kadar gitmek; sağlam, güzel, sevmeye değer hiçbir şey bırakmamak; sincabı, ahududu likörünü, umutları, dostlukla­

rıyla, ortak geçmişimize ait ne varsa yok etmek, silmek. ..

"Sen bir de İspanya iç savaşı diye tutturmuştun o sıra­

larda. Neydi İspanya iç savaşı, şimdiki aklımızla bakacak

ı ılursan? Romantizmden ve 'devrimcilik'ten kurtulup da bi­

raz eşeledin mi, komünistlerle anarşistlerin, birbirlerini falan­

jistlerden daha fazla öldürdüklerini görürsün. 17 neydi peki?

Buz gibi darbecilik. Bir avuç serdengeçti; hani şu öncüler!..

Biz de öncüydük ya! Al sana devrimin genelgeçer yasaları­

m. Sincaplı parkta onları ezberledik. 70 yılda böyle gümbür

�ümbür çökeceği de yazılı mıydı o yasalarda?"

Ezilmiş sarmısakları cacığın yoğurduna katarken, neden­

se, çok eskilerde, yıllar öncesinde, çocukluğumda kalmış bir

ı ılayı -hayır, bir duyguyu- anımsıyorum ...

( lturduğumuz küçük kasabadaki tek oyuncakçı dükkanının prensesi, gözleri kapanan, sarı saçları bukle bukle omuzla­

na dökülen bebeği çok istediğimi, kimselere, teyzeme bile

(24)

söylemeye cesaret edememiştim. "Paramız yok o kadar," sö­

zünü duymaktan nefret eder, korkar, utanırdım. Çocuk ayak­

larıma söz geçiremeyip dükkanın önünden her geçişimizde burnumu dakikalarca vitrine dayamamdan anlamışlardı yine de. Bebeğin doğum günümde alınacağını söylediklerin­

de inanmamış, kandırıp alay ettiklerini sanmıştım. "O kadar istemiyorum, zaten paramız yetmez," diye mırıldanmıştım çocuk gururumu koruyabilmek için. Yine de, doğum günü sofrasına oturup annemin özenerek yaptığı, üzerinde altı mum yanan pastanın mumlarını üflemeden önce, kimselere belli etmemeye çalışarak gözlerimle bütün odayı tarayıp, bü­

yük güzel bir kutu aramaktan alamamıştım kendimi. Babam üzgün bir sesle: "Bebeği bu doğum gününde de alamadık, o kadar paramız yoktu," demişti. İçim ezilerek, dişlerimi sıkarak susmuştum. Pastanın mumlarını hırsla, bir nefeste söndürmüş; annemin çok kızacağını bile bile, çikolatalı pas­

tayı beyaz sofra örtüsüne düşürmek için özel çaba göstererek ellerimle yemeye koyulmuştum. Babamın sofradan sessizce kalkıp yatak odasına gittiğini, elinde büyük bir karton ku­

tuyla döndüğünü, yapmacık bir zafer nidasıyla, "Aaa, işte senin bebek buradaymış," dediğini anımsıyorum. O anda içimde duyduğum korkunç öfkeyi, çaresiz acıyı, kendimi yerlere atılıp tekmelenmişçesine aşağılanmış hissedişimi anımsıyorum. Hiç sesimi çıkarmamıştım. Ne alamadıkla­

rını söylediklerinde, ne de küçük kızlarını büyük özveriler pahasına sevindirmiş olmaktan duydukları gururla kutuyu elime tutuşturduklarında hiçbir şey dememiştim. Mevsim­

siz soğukların yaşandığı yağmurlu, kasvetli bir sonbahar günüydü. Kış erken gelmişti; demir soba köşede çıtır çıtır yanıyordu. Kutuyu hiç açmadım; bebeğin yüzüne bir kez ol­

sun bakmadım. Bir kez yüzünü görürsem, kucağıma alırsam yapamayacağımdan korkuyordum çünkü. Kutu kollarımda, sobaya doğru ağır ağır yürüdüğümü, sobanın alt kapağını açıp, kutuyu zorlana zorlana sobaya tıkmaya çalıştığımı, eli-

(25)

min yandığını, babamın ürkmüş -ama anlamış- bakışlarını;

annemin çığlıklarını, "Ben demez miydim size bu yumurcak deli diye! Seni değer bilmez şımarık seni! .. " Ve sobanın açık kalan kapağından dışarı taşan alevleri, kıvılcımları, ama en çok da içimdeki o karşı konmaz öç alma duygusunu - Hayır, beni ezdikleri için onlardan değil, ezilmeye meydan verdi­

ğim için kendimden öç alma isteği -, kendime acı vermekten, en sevdiğim şeyi yok etmekten duyduğum zevki, çocukluğu­

mun en büyük hayalini yok ederken tattığım o kurtuluş ve özgürlük duygusunu anımsıyorum.

"Tıpkı bebeği sobaya attığım andaki ben gibisin."

Yüksek sesle mi söyledim bunları? Duydun mu, bilmiyo­

rum.

Cacık tamam, salata da ... Sofrayı kuralım yavaş yavaş. Tabak­

lar burada, kadehleri içerideki dolaptan alır mısın?

Gündelik, zararsız konularda kalalım ki yabancılık, uzak- 1 ık, acıtma isteğin daha da artmasın. Mutfak kapısına dayanıp duruşun, ne üzgün, ne trajik, ne ciddi, hatta denebilir ki biraz muzip, hafifmeşrep, umursamaz, pürüzsüz sesin ...

"Bir şey söylesem inanır mısın? Artık hiçbir şey yapmak istemiyorum. Hele birilerine öncülük etmek, hiç! Çok yaşa­

mayı da düşünmüyorum zaten. Altmışı, altmış beşi buldum mu, bir kadeh ahududu likörü ... Hık!.. Huzura kavuşurum ... "

Yılların tünelinde yankılanan muzip, neşeli, genç bir ses:

"Hemşire, şu adamı da huzura kavuştursak mı acaba?" Çay 1 i ncanlarında gizlice içilen kayısı kokulu bir konyak. Dışarıda l.1pa lapa yağan kar ... O çok sevdiğimiz altın yaldız renginde l..ubbeler ...

Ürkek bir umutla, can çekişen küçük bir kuş gibi çırpınan lıir yürekle gözlerini arıyorum. Gözlerin, her şeyin kötü, tat­

'ilZ bir şaka olduğunu hemen belli eder. Ama yüzünde, bakış- 1.ırında, küçücük bir bezginlik çizgisi, o anlık, geçici bıkkınlık gölgesi bile yok. Yüzün açık, duru, gölgesiz, dingin. Meydan

(26)

okumanın, hayatı yenmenin yeni bir biçimi, yenilgiye teslim olmamanın, yenilgiyi yenmenin bir başka yolu belki.

Yakın mısın, uzak mısın, dost musun, düşman mısın, bil­

miyorum. Seni eskisi kadar seviyor muyum, sevmiyor muyum bilmiyorum. Orada öyle mutfak kapısına dayanıp durmuşsun.

Omzunda tüylü güzel kuyruğu, ürkek zeki bakışlarıyla Gor­

ki Parkındaki sincap. Çayırın üstüne bağdaş kurmuş, Devrim Tarihi kitabımızı önüne açmışsın. Daha her şey yerli yerinde.

Ne duvarlar, ne inançlar yıkılmış; ne yıldızlar, ne heykeller, ne umutlar parçalanmış. Yüzüne zaman zaman o bezgin anla­

tım gelse de - Şu sıcak günlerde otuzundan, kırkından sonra böyle ders çalışmak! - ilk yaprak kıpırtısında, sincabın daldan dala ilk sıçrayışında, ya da yaptığım bir şakada aydınlanıve­

riyorsun. Yaşama sevincimiz her türlü yorgunluğu yeniyor.

"Hemşire, şu parti tarihi hocasını huzura kavuşturalım mı, ne dersin?" Sincap ürküp omzundan yere atlıyor. Bir fındık kapıp şimşek hızıyla tırmanıyor ağaca. "Havada asılı kalan bir sincap anısı. .. "

Uzanıp elini tutuyorum. Gorki Parkının sincabı daldan dala atlıyor durmadan. "Hadi gelin, geç kalacağız ... " Kolundan çekiyorum, sincap yine omzunda. Aydınlık, yeşil bir zaman tüneline dalıyoruz. İstanbul tepelerindeki gecekondu mahal­

lelerinden, yarı çıplak çocukların oynadığı tozlu yollardan, greve durmuş fabrikaların önlerinden hızla geçiyoruz. Baş­

larımızda beyaz örtüler, ellerimizde ölü resimleri, Dolmabah­

çe'den Taksim'e yürüyoruz. Sokağa çıkma yasağı gecelerinde, 12'ye beş kala, yüreğimize yapışmış buz gibi bir korkuyla bir ev arıyoruz. Sincabın yüreği mi, bizim yüreğimiz mi bu atan?

Korkuyu yenmek gerek, acelemiz var, yapacak işlerimiz var.

Korku dehlizlerindeyiz, kaçağız, yorgunuz, gizlenecek kuytu bir yer arıyoruz. Kolundan çekiyorum, korkulu, ama umut­

lu yılları aşırıyorum sana. Sincap hep omzunda. Birlikte öte yana atlıyoruz. Bak bu meydanı tanırsın, bu nehre bakan te­

peleri, şu kubbeleri, şu uzakta parlayan yıldızı, şu insanı ezen

(27)

binaları, anıtları ... Kar yağıyor, cebimizde sıcak kestaneler ve kuyruklarda itile kakıla bekleyip aldığımız küçük konyak şi­

şemiz, Leningrad'ın köprülerinden, kanallarından geçiyoruz.

Biraz daha hızlı gidelim, arada ayrılıklar var, atlayalım onla­

rı. Madrid'de alabildiğine büyük taş bir meydandayız şimdi.

Oradan Granada'nın yasemin kokulu bahçelerine uzanıp ta­

şın şiir oluşunu, mermerin tül oluşunu seyrediyoruz. Renga­

renk çarşılarda dolaşıyoruz, bana çiçekli bir kedi hediye edi­

yorsun. Hızlı, biraz daha hızlı ne olur! Akropol'den inerken mor salkımlı çardaklı bir meyhane vardır, güneş batmadan yetişelim. Sen Nehrinin köprülerinden Notre Dame'ı seyre­

derken sincap yine omzunda. Oslo'da Vikinglerin gemilerine binip kar altındaki Norveç kırlarına, tahta kiliselerin ıssız din­

ginliğine kavuşmak şimdi bize gereken. Buz tutmuş fiyord­

lardan Nerya mağarasının duvar resimlerine, oradan Luvar Nehri kıyılarına, su şatolarına ulaşıyoruz. Roma'da aslanlara atılan ilk Hıristiyanları düşünürken suskunuz. "Biz de tıpkı onlar gibiydik. .. " Elini daha sıkı tutuyorum. Sincap omzunda ürkek duruyor. Kuzey denizlerinin kurşuni, yabancı suların­

dan dönen sarı yağmurluklu balıkçıların, tanımadığımız, bir türlü sevemediğimiz bu denizlerin balıklarını teknelerinden indirişlerini seyrediyoruz. Kolundan çekip, bir yerlere, yeni kıyılara varmak için çılgınlar gibi koşturuyorum seni. Deni­

ze yüksekten bakan beyaz İspanyol köylerini, Toskana'nın sonsuza kadar sıra sıra uzanan buğulu tepelerini, unutulmaz selvilerini, Etna'nın ateşli karlı doruklarını ardımızda bıra­

kırken seni yitiriyorum. Sonra tam artık buluşamayacağımızı sandığımız anda tünelin ışığının yeşilden griye, griden mora döndüğü noktada Ravenna'nın ebemkuşağı mozaiklerinde, kurnalardan su içen mavi güvercinlerinde, serin taş meydan­

larında karşılaşıyoruz. Frankfurt'ta garip bir pazarda Hint parfümlü kokulu, mor çiçekli ipek bir sarıya bürünüyoruz.

Elinden son bir kez çekiyorum seni, sevgiyle, usulca. Zaman tünelini aşıp tanımadığımız çok sakin, çok mavi, çok uzak bir

27

(28)

kıyıya varıyoruz. Yüzün, bunca uzun yoldan, böyll' uzun bir koşudan yorgun, ağzının sol kenarında o küçücük bezginlik çizgisi... Sanki her şey eskisi gibi. Sincap yavaşça yere düşü­

yor omzundan. Havada, ölü bir sincaptan arta kalan hüzünlü boşluk ...

(29)

RASiM ÖZDENÖREN (1940, Maraş)

lstanbul Hukuk Fakültesi'ni ve Gazetecilik Enstitüsü'nü bitirdi. Devlet Planlama Teşkilatı'nda uzman, daire başka­

nı, genel sekreter, Kültür Bakanlığı'nda müşavir ve mü­

fettiş olarak çalıştı. Mesleki bir çalışma nedeniyle iki yıl Amerika'da kaldı. Öyküleri ve bir romanı dışında deneme, inceleme kitapları var. Ruhun Malzemeleri ile 1986'da Türki­

ye Yazarlar Birliği Yılın Denemecisi Ödülü'nü; gazete köşe yazılarından seçmeleri içeren iki Dünya ile 1979 Türkiye Milli Kültür Vakfı Jüri Özel Ödülü'nü kazandı. 2008 yılında, Türk Dil Kurumu, Kültür ve Turizm Bakanlığı, RTÜK'ün iş­

tirakiyle düzenlenen Karaman Türk Dili Ödülü'nde "Türk­

çeyi Güzel ve Doğru Kullanan Edebiyatçı Ödülü"nü aldı.

Öykü kitapları: Hastalar ve Işıklar (1967), Çözülme (1973), Çok Sesli Bir Ôlüm (1974/ Bu kitapla aynı başlığı taşıyan öy­

küden uyarlanan TV filmine 1977'de Prag Uluslararası TV Filmleri Festivali'nde Jüri Özel Ödülü verildi), Çarpılmışlar (1977), Denize Açılan Kapı (1984 / 1985 Türkiye Yazarlar Bir­

liği Yılın Hikayecisi Ödülü), Kuyu (1999), Hışırtı (2000), Toz (2000) Ansızın Yola Çıkmak (2000), lmkdnsız Öyküler (2009).

Sabahın Seher Vaktinde Aman

Aydınlığın içbayıltıcı yasemin kokularını delerek, kararmış .ıhşapları sıyırarak orta yere çıkmasına vakit vardı daha: hiç­

bir horoz ötmemiş, serçelerin cıvıldaşmaları, ilkyazların be­

lirgin özelliği bülbül sesleri işitilmemişti: yalancı bir aydınlık, bu ilkyaz göğünün döşünde grimsi bir renk helezonuyla du­

rup duruyordu: birazdan ya karanlığa yenilip çekip gidecekti ya göğü parçalayarak servilerin bulunduğu tepenin üzerine 1,'Öreklenecekti, şimdilik hiçbir şey belli değildi.

Sabahın seher vaktini bir taş arabasının demir tekerlekle­

rinden yayılan boş, üzünçlü gürültülerle algılamaya alışmış- 29

(30)

tı: oysa böyle bir arabanın evlerinin yakınlarından gL•çtiği hiç olmamıştı. Ama arabanın, o alışılmış gürültüsüyll' evlerinin tahtasını, çatı aralıklarını yoklayıp geçerken, gen •n in en geç kalmış insanları parklardaki kanepelerin üstüne sızım� kal­

mışlardır, sabaha bellerini tutarak, uyuşuk gerinmelerle es­

neyerek uyanacaklardır. Belki ayakkabılarının teki ayakların­

dan çıkıp yere düşmüş olacaktır ve üstlerinde çiğ la neleri .. o saatlerde eğer uykuya dalmamış bir köpek bulunabilirse ada­

mın ayakkabısını koklayıp zararsız bir serseri ile ka r�ı karşı­

ya olduğunu düşünerek o da aynı kanepenin allına sokulup yatacaktır ve adam köpekten daima daha önce uyanacaktır.

"Ulan itoğluit, sen ne zaman geldin buraya?"

Bir kasabaya da benziyor burası, büyük bir kl'nlin varo­

şuna da. Şöyle bir şey sanki: hafif bir lodos, yerindl•n oynat­

tığı koca deniz iskelebabalarına bağlanmış ayakbill'ği kalın­

lığındaki halatları hantal kımıldanışlarla gıcırdatıyor, bazı martılar cıyaklayarak gemilerin ardından ııçu�ııyor, aynı lodos, yosunlardan süzülen iyot kokusunu sokak aralarına, evlerin içlerine kadar sürüklüyor, semtin ayya�ı ll'rk edilmiş bir otobüs durağı kulübesindeki tahta kanepl'dl' uzanmış uyuyor ve çevredeki gazinoların artıkları birtakım tuhaf, ek­

şimsi kokularla oraya buraya atılmış olarak tl'rk l•dilmişlik izlenimini büsbütün yoğunlaştırıyor .. tahta evlerin pencere­

leri henüz karanlık oyuklar halindedir, pencerL' kl'narları­

na dizilmiş saksılardaki çiçekler süzgün ve buru�uktur ve hiçbir insan sesi işitilmemektedir, sadece netliğini, niteliğini yitirmiş, sebepsiz bir homurtu, boğuk bir sesk•, karar kıldığı o tek do notası üstünde birilerine gözdağı verircesine gür­

leyip durmaktadır. Fakat gerçekte hiçbiri yoktur bunların.

Ne deniz, ne lodos, ne lodosun çürük bir fındıkkabuğu gibi kucaklayıp alay ettiği gemiler, ne onların ard ından uçuşan martılar, ne gürleyip duran homurtular. Sadece gizli bir ses­

sizliktir. Çünkü denizin bilinmediği, kimsenin deniz görme­

diği bir yerdir.

(31)

Gece belki de yağmur yağmıştı, gökgürültülerinin uzak­

lardan, içinde kendisinin yaşamadığı bir başka dünyadan yansır gibi gelen seslerini işitmişti, gene de uyuyamadığını,

�özüne uyku girmediğini sandığı o nazik anda bile yağmu­

run sesini nasıl olmuş da işitmemişti, oysa kümesin teneke kaplı küçük çatısında yağmurun düzensiz vuruşları her za­

man sayılabilecek bir açıklıkla duyulurdu. İncozlarm, zerda- 1 i !erin kara gövdeleri ıslaktı, acı-yeşil yapraklarının üstünde damlalar birikmiş ve sessiz, ulu, grimsi göğün altında sessiz hir alçakgönüllülükle sabah yelinin dallarını sarsmasını bek­

liyorlardı. Bir serçenin dalların arasından sadece bir kez, kısa­

nk bir sesle "ciik" diye ötüşü duyuldu. Başını kaldırıp dalla­

rın arasına bakındı ama bu minik cıvıltının sahibi olan serçe­

yi göremedi, onun yerine yapraklarla aynı renkteki incozları seçebildi, nohut büyüklüğünde binlerce yemiş .. bunlar ya hiç

ı ılgunlaşmazlardı ya da vaktinden öne olgunlaşıp ince sapları üzerinde sarı, çürük bir renkle oldukları yerde kuruyup ka­

lırlardı.

Partal kunduralarının altında toprağın, çimenlerin ıslak­

lığını, toprağın yumuşaklığını duyumsuyordu. Kerpiç duvar­

ların, çalıların diplerindeki otlar genç bir yeşillikle fışkırmış­

lardı. Bahçe çitinin karaçalıları, üzerinden geçen bütün bir kışın ağırlığıyla bozulup dağılmıştı. Yakında, bozulmuş sınır­

ları düzeltmek gerekecekti, geçen yıl bu iş için dağdan birkaç yük iğde dalı kesip getirmişti.

Ağaçların arasından yürüyerek zaten çok geniş olmayan ha hçenin sonuna vardı: yürürken başının üstündeki dallar, yapraklar da, daha yukarlardaki bulutların saydamlığında

ı ınunla birlikte yürüyordu. Bir yerlerden ince bir su şırıltısı duyar gibiydi, ne var ki bu yakınlarda şırıltıyla akan bir de­

rL•ciğin bulunmadığından emindi, kuyunun suyuysa şırılda­

ınazdı ve kışın bu suyu kullanmazlardı, kuyunun çıkrığı en son geçen yaz sonunda kullanıldığı o haliyle bakımsız ve terk

ı •liilmiş kalakalmıştı.

(32)

... zavallı çıkrık, zavallı karaçalılar, iğdeler ...

Bu kabasaba kütükten, oturulabilecek bir sıra yapmayı becerebilmek için bütün bir gün uğraşmıştı, babası öfkeyle alay ediyordu onunla, bu boş işlerle uğraşacağına işe yarar bir iş tutsa ya, gidip bağın otlarını temizlese ya.

Islak kütüğe oturdu. Dalların arasında, yeşilliklerden ağan kurşuni bulutlara bakıyordu göz ucuyla -kısa bir an baktı: ağan, sanki bulutlar değildi de, dümdüz, kırışıksız bir gölde, uzanmış oturduğu salda kendisi ağıyordu-. Aslında bulutlar da yağmur taşıyanlardan değildi, biraz sonra güneş­

le birlikte dağılıp gideceklerdi, ama güneşin doğmasına daha ne kadar vardı ve öyleyse

... zavallı bulutlar.

Serinliğin, mintanından gövdesine doğru sızdığını duy­

du. Burnunun direği sızlıyordu, bunun soğuktan olup ol­

madığını bilmiyordu daha. Gözünü şişmiş, morarmış olarak görmekten korktuğu için eve geldiğinde aynaya bakmaktan da sakınmıştı. Sorarlarsa, o da, bunu soracak olanla birlikte şaşırmayı düşünüyordu, ama gözünün şiştiğini önceden bilir­

se aynı şeyi dünyada yapamazdı.

Bir saat çıngırağının giderek düşen bir ivmeyle çalışıp sus­

tuğunu işitti, fakat hiçbir kıpırtı yoktu bahçede, Hl' bir pencere açılmış, ne bir kapı örtülmüştü. Ama birazdan, birkaç bahçe ötedeki emekli gardiyanın sarsıla sarsıla öksürdüğünü işite­

cekti. Bu mahallede hayat adeta bu öksürüklü sesle başlardı.

Yeni yakılmış bir ocağın nerden geldiği belirsiz ilk dumanları da ortalığa böyle dağılır, bahçeye taze bir sac ekml•ği kokusu yayılırdı. Fakat bunları düşünmüyordu o, dünya bir başına kendisine kalmış gibiydi.

Yatsı dağılınca doğallıkla eve gideceğine yönünü birden değiştirmişti, kararsız yürüyordu. Sokak lambaları seyrekti.

Bozulmuşlar ya da yakılmaları unutulmuş .. bu yüzden so­

kaklar koyu gölgelerle dopdoluydu. Tahta evlerin pencerele­

rinden, tüllerin, ince basmaların ardından donuk, pörsümüş

(33)

ışıklar sızıyordu sokaklara. Evlerin önünde karşılıklı kapıla­

ra oturmuş dedikodu yapan kadınlar, gün batımından son­

ra sokakta oynamanın tadını çıkaran çocuklar vardı. Gece­

nin bu ilk saatlerinde hovardalık yapmak için yola düşmüş delikanlılar birbiriyle şakalaşarak geçiyordu yanından .. nere­

ye gidilebilirdi ki burada? Hiç. Ev kaçkınlarının son durağı, bir, "saz"lar vardı, ama bir ev kaçkını için o da pahalıya mal olurdu, bu yüzden avare, serseri dolaşıp duruyorlardı sokak­

larda. Yürüdüğü caddeden aradabir bir kamyon, bir taksi ge­

çiyordu.

Kararsızdı ama nereye gittiğini biliyordu. Yokuşun ba­

şındaki "Bobsitil Terzi"nin önünden sola döndü, gene sol ta­

rafında kalmış şehiriçi trafonun resmi mavi renkli kapısının üstündeki "ölüm tehlikesi" yazısını okudu, çapraz bir şimşek arkasındaki kuru kafayı gördü. Kuru kafa anlamsız bir sırı­

tışla duruyordu karmakarışık kabloları anımsatarak. Eskiden mahrukat deposu, şimdi yazlık bir kumarhane olan bahçenin tahta perdeleri önüne dizilmiş yumurta büyüklüğündeki ampullerden her renkten ışık dökülüyordu caddenin parke taşlarına. Az yukarda da Avcılar Kulübüyle Polis Karakolu biçimsiz, acemi bir elden çıktığı belli olan beton yapının içine bir arada sıkışmışlardı. Yokuşun alt başından, sanki sırf Ra­

mazan aylarında kullanılmak için yapılmış canavar düdüğü­

nün ağaç direkli kulesi, tepesindeki kara şapkasıyla bir heyula gibi görünüyordu. Bütün bunları görmeden, yüzünü akşam sonu garbi yelinin ellediğini ayrımsamadan yürüyordu. Kızıl­

kabirlik parkına baksa belki orada çay içmeye durmuş biriki arkadaşını görebilecekti, belki de bunu bildiği için parka yak­

laşınca karşı kaldırımın karanlığına sığınarak, böylece görün­

memeye çalışarak geçti oradan. Sonra caminin sırayla dizil­

miş, hepsi de açık musluklarından dökülen su sesiyle ayıktı sanki. İş olsun diye girdi avluya. Gene iş olsun diye oturdu bir musluğun önündeki abdest taşma. Kimse yoktu ortalıkta.

Elini suya değdirse mi, değdirmese mi? Parmaklarını ıslattı 33

(34)

ve kalktı. Caminin sahanlığında çıplak, düşük voltlu bir am­

pul aydınlatmaktan çok karartıyordu söğütleri. Bir ll'lleı,;irin ve onun üstüne konulmuş bir tabutun yanından gl\Wek ye­

niden çıktı sokağa. Avludan çıkışta aklında kalan son i mge bu yıpranmış teneşirle bu tabut oldu.

Biliyordu nereye doğru gittiğini. Ama bilmL•k ıwyı· yarar­

dı, asıl bilmesi gerekeni, oraya gidince ne yapacağı nı, niçin

"oraya" gittiğini bilmiyordu. Başka gecelerde dL•, hi l\ı ık gece­

lerde yapmıştı bu işi. Küçük, aslanlı parkın duld.ı h i r yerine oturur, garsonun sormadan getireceği semaveri bı·klı•r, sonra ağır ağır çayını içer, belki semaverin küllenmiı;; atl·�i ndl' serin­

lemiş gibi duran havada ısındığını sanırdı, ı,;L'kl'ri ka�tıran kaşığını bardağın çeperlerine değdirmemeye «,'iı l ı �il l'il k dön­

dürürdü, kimse duymasın, kendisi bile .. ağacı n giilgl'sinde, ışıkların erişemediği bu kuytu bölgede elindl' ka�ık, durup kalmışken karşı evin perdelerine bakar, perdl•ni ıı l'll küçük kımıldanışı, bir gölgenin oradan geçmekte old11ğ11 di.i�i.incesi onu heyecanlandırırdı. Taş bir yapıydı burası, gl'ııl' t.ı�tan, kü­

çücük bir balkonu vardı. Bu evin sahipleri ba l kıınd.ı ııl ıırmaz­

dı, o, gene de acaba bu gece balkona çıkarlar mı d iyı· umutla karışık bir düşünceye kaptırırdı kendini, d.ı l ıp giı lı·rd i .. kız, hiç olmazsa bir peçete silkelemek, bir kül talıl.ısı dilkmek için olsun çıkmaz mıydı balkona. Çıkardı elbl'I. ;\ ııı.ı balkon karanlıktı. Kendi kör talihi gibi öyle bir konumd.ı lıı ı h ın uyor­

du ki, sokak lambasının ancak karanlığı düı;;üyon l ı ı ha ikona.

Gene de razıydı: karartıya bile, burada, hiçbir �l'Y ol ıııa ksızın,

hiçbir şey görmeksizin, sırf yakınlarda bir yl'rlı·n lı· hı ı lundu­

ğu bilincini taşımakta olmasından bile ..

Çay bardağına dokununca soğumuş olduğ11 1111 .ıııl.ıd ı. Se­

maverin közü de küllenmişti, ufacık hava dl'ligi ndııı küller ince ince savruluyordu. Semaverin ılık gövdl'si ı ı i ı•l lı•sı• ısına­

caktı sanki. Parlak metalin üstünde yüzünün u ı . ı m ı� giilgesi yansıyordu. Semaveri kaldırıp kaldıramayac.ığı ı ı ı :-ıor.ın gar­

sonu dalgın bir başeğişle evetledi.

(35)

Parktan çıktığında, orada, hala masalarda öbek öbek otur­

muş insanlar vardı, fakat bunlar kendisiyle aynı uzamı pay­

laşmıyorlardı, bir fanusun içine konulmuş da orada pando­

mim yapan insanlar gibiydiler. Caddeyi ağır ağır yürüyerek geçti karşıya. Sanat okulunun her zaman açık duran demir kapısından okulun bahçesine girdi. Havuzun çevresindeki kanepelerden birine oturdu. Yukarda ay olduğunu havuzun tozlu su yüzeyinde gördü. Havuzun kenarlarında kurumuş çöpler yüzüyordu, bir salkımsöğüdün dalı da suya uzanmak için zorlanıyordu. Ayağını kıpırdatınca bir kurbağa sıçradı.

Kurbağaya dokunursan elinde siğil çıkar, derlerdi. Kurbağa bir yerlerine değmiş miydi acaba? Park, taş ev, binlerce kilo­

metre uzağında kalmıştı. Işıklar, sesler çok uzağındaydılar:

gene de görüyor ve işitiyordu bunları. Binlerce kilometre uzaktan taş evin camlarını, camlara yansıyan biçimleri bo­

zulmuş ışıkların görüntülerini, yürüyen gölgeleri, parktan yükselen boğuk erkek kahkahalarını, dahası bardak şıngırtı­

larını işitiyor, görüyordu. Taş evin bir penceresindeki perde­

lerin ardında kalmış, perdenin gülkurusu rengini almış ışığı söndü, hemen ardından bitişik camda aynı renkte bir başka ışık belirdi. Birileri bir odadan ötekine geçmiş olmalıydı. Çok geçmeden o ışık da söndü ve taş ev bütünüyle karanlığa gö­

müldü, görünmez oldu.

Okulun bahçesinden ne zaman ayrıldığını anımsayama­

dı: geldiği yoldan yeniden geçerken sinemalar dağılmıştı. De­

likanlılar az önce gördükleri filmi tartışarak küçük öbekler halinde geçiyordu yanından. Evlerin ışıkları sönmüştü. Kapı önlerinde oturanlar da evlerine çekilmişti. Ay, bulutların ara­

sına girip çıkarak hızla kayıyordu. Saptığı sokaklardan tozlu kokular yükseliyordu. Gidebileceği bir başka yerin olup olma­

dığını düşündü. Yoktu. Bütün kenti tüketmişti. Kent dediği, onun için şimdi oturduğu yerden ibaretti. O da bitmişti işte.

Derken sokağın ucunda bir karartı belirdi. Duvar dibinden hızlı hızlı yürüyordu. Karartı yaklaşınca ayın solgun ışığında

35

Referanslar

Benzer Belgeler

Bu dönem, aynı zamanda refah toplumunun yarattığı ekonomik büyümenin, emek ve do ğa üzerindeki yıkıcı sonuçlarının da daha görünür olmaya başladığı yıllar

B.Elavarasam,K.Porselvi YoungBae Jin discussed hybrid generalized bi-ideals in Semi groups[3].In this research paper, we introduce the notion of hybrid fuzzy bi-ideals of

Eastern Mediterranean University (EMU), Faculty of Education, Department of Foreign Language Education ELTE 301/ ELTE 302 Teaching English to Young Learners I and

Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) Trafik Eğitimi ve Araştırma Merkezi ile DAÜ Eğitim Fakültesi, Yabancı Diller Eğitimi Bölümü tarafından ortaklaşa düzenlenen

HACIBAYRAMLAR 2 NO.LU YAPI SİMA BEZEĞİ KABARTMA İNCİ – BONCUK DİZİSİ KARŞILAŞTIRMA... Katalog

2.Yapay Göllerin Biyolojik Ortama Etkisi .. Çelik Liflerle Güçlendirilmiş Belonun Özelikleri ve Su Yapıl arında Kullanılması .. Tous Barajı ' nın Yeniden

'80 bin madencinin grevde olduğu Güney Afrika'da Amplats şirketinin önerdiği 230 dolar maaş artışını yetersiz bularak eylemlerini sürdüren madencilere polis, gaz bombas ı

Farklı düzeltme katsayılarının esas alınması ile elde edilen enerji esaslı taban kesme kuvvetleri, zaman tanım alanında doğrusal olmayan analizlerden elde edilen