• Sonuç bulunamadı

Piçali Yazanağı

Belgede GENÇ OLMAK. 80 Yazardan 80 Öykü (sayfa 133-142)

Onu, yazın uğrak yeri olan ilçelerimizden birinde görmüş­

tüm. Öbür çocuklardan değişik bir görünümü vardı. Say­

gın, yönetici, buyruk veren. Uzun süren bir çabadan sonra onunla arkadaş olmayı başardım. Annesini yitireli iki yıl olmuştu. Beni gezdirip, dolaştırdığı her yerde öyküsünü de anlatıyordu.

Uykusunda gördüğü düş müydü, gerçekten annesi miydi kestiremiyordu. Ama o son söz ... Onu anımsamıştı. Bir süre sonra birden doğuvermişti kafasına. O anda kavrayabilseydi.

133

Yetişip, tutabilseydi annesini. Belki hemen fırlayıp "anacığım"

diye sarılsaydı.

İyisi mi biz baştan başlayalım öyküye. Onun anlattığı gibi, onun ağzından çıktığı gibi.

Gün gün anlatsaydı size de yaşamını böyle anlatırdı işte ...

Piçalinin Yakın Çevresi

Yüzü ak badanalanmış bir kadın, Boyacı Hatice. Ağabey­

leri boyacı olduğu için mi, yoksa kendisi boyanmaya çokça düşkün olduğu için mi, bu adı almıştı, bilmiyorum. Yanakla­

rına, yusyuvarlak birer elma şekeri oturtulmuştur. Dudakla­

rı, günün ve gecenin her saatinde kıpkırmızıdır. Yüzü kat kat pudralanmıştır. Bu yüzün, hiç yıkanmadan, her gün, yeniden ve üstüste boyandığı bellidir. Saçlar tiftik tiftik. Her gün bü­

yük bir özenle bir yumak saçı, artık epeyce azalmış olan ger­

çek saçlarının üstüne oturtur.

Boyacı Hatice, güzelliğin süsle sağlanamayacağının kanıtı gibidir. İncecik bacakların üstündeki kocaman kalçalar ve iri göğüsler, önceleri bana yalnızca bir orantısızlığın simgesi gibi gelirdi. Ama bunların da pamuklar ve paçavralarla sağlanmış olduğunu öğrenince hem çok şaşırmış, hem de gülmüştüm.

Her yeri ve her şeyi takmaydı. Adını sözde kısaltıp, Hatico derlerdi. Bense "Haticom" derdim. Çünkü benim teyzemdi.

Annem, Haticomun büyüğü, ablası. Gerçek adı Zeynep.

Ufak tefek olduğu için "Zeynepaçi" diyorlar ona da. Çok eski­

den Ciritten gelmişler. Kavga ettiklerinde Rumca konuşurlar hep. Annem Hatico'nun tam karşıtı. Hatico'da ne özellik var­

sa, annemde yok. Sekiz yıldır annesinin ölümüne yas tuttuğu için, başından kara örtüsünü çıkarmamış. Hep karalar diki­

necek parası olmadığı için, tüm giysilerini karaya boyamış.

Bir zamanlar dallı çiçekli olan basmalar, kara boyaya girince,

açıklı, koyulu, garip gölgeli kumaşlar olmuşlar. Bu "gölge"

sözcüğü anneme daha uygun. Varlığını hiç belli etmez. Gez­

mez, dışarı bile çıkmaz. Kapının karanlık bir penceresi vardır, oradan bakar yalnız. Yeşil yeşil gözleri parıldar.

İki de dayım var. Onlar da kızkardeşleri gibi, birbirinin karşıtı. Biri ne denli evine ve işine düşkünse, öbürü de o denli bağsız. Onlar da, kızkardeşleri gibi hiç evlenmemiş. Böylece birlikte oturduk hep.

Ailemin değişik ve diğer ailelerden başka biçimde bir aile olduğunu biliyor ama bunun nedenini hiç düşünmüyordum.

Öylesine alışmıştım ve öylesine bendendiler ki ...

Piçalinin Oyunu

Annem sokağa bırakmak istemezdi beni. Ama çok yu­

muşak bir kişi olduğu için, çıkmak istediğimde olurunu al­

mak, ya da duyurmadan çıktıysam gönlünü almak kolaydı.

Onun da benle oynadığı bir oyun vardı. Beni, yüksekçe bir yere oturtup, yüzümü izlerdi. Ben bıkmasam saatlerce böyle kalabilirdi. Çoğu kez de gözlerinin dolu dolu olduğunu gö­

rürdüm. Ama doğaldı. Bütün anneler böyle değil mi?

Sık sık sokağa çıkmadığım için ana oyun kümelerine ka­

tılamıyordum. Arada bir ancak kaçamak yapabiliyordum. Bir kez Haticomla bir evde okunacak mevlitle gidiyorduk, onu kandırdım. Beni dönüşe alacaktı ve uslu olacaktım: Söz ver­

dim. O kadar çok eğlendim ki...

Kapıların tokmaklarına ip bağlıyor, sonra çekiyorduk ipi.

Birkaç kapıyı denedikten sonra en uygun kapıyı bulduk. Şa­

dan Hanımın kapısı. İki kanatlıydı ve açılmayan kanadında da, öbüründe olduğu gibi el biçiminde bir tokmak vardı. İnce bir sicimle bağladıktan sonra, elektrik direğinin dibindeki taşların arasına çöküyorduk. Tak. .. tak. .. Şadan Hanım kapı­

da ama kimse yok. Biraz sonra gene. Tak. .. tak. .. Sonra kapıya 135

bırakılan büyükçe bir paket. İçi çöp dolu. Oradan kovulunca başka bir kapı.

Piçalinin Babası

Artık büyüdüm. Yakında ilkokula başlayacağım. Bazı sorular da kafamı kurcalamaya başladı. Öbür çocukların aile düzenlerini pek bilmiyorum ama babaları olduğunu biliyo­

rum. Benim babam yok .. Bir kaç kez anneme sormaya çalıştım ama söylemek istemediğini anlıyor ve direnmiyordum. Hati­

com babamın ölmüş olduğunu söyler hep ama inanmıyorum.

Gerçekten ölmüş olsaydı anam da söylerdi bana. Bu konu o kadar çok rahatsız etmedi beni. Ne olmuşsa olmuş, sonuçta babam yok işte. Üstelik iki tane dayım olduğuna göre, babaya büyük gereksemem de yok.

Piçalinin Önlüğü

Bir yerden önlük vermişler anneme bana giydirmesi için.

Ama o "kendim dikerim" diye tutturdu. Biricik oğlunu yere göğe koymuyor. Hiç ona başkasının önlüğünü giydirir mi?

Ben yaşıtlarımdan bir yıl geç başlıyorum okula. Annem geçen yıl neden göndermedi, bilmiyorum. Sanırım kıyama­

mıştır oğluna. Biraz daha büyüsün diye düşünmüştür.

Piçalinin Okulu

Bu gün ilkokula başladığımın haftası. İlk günden beri çevremde bir "Piç" sözüdür dolaşıyor. Önceleri umursama­

dım. Ne demek olduğunu da bilmiyordum, aldırmıyordum da. Ama giderek daha aşağılayıcı biçimde söylenmeye

başla-yınca, bu söz ve sözün yarattığı ortam, düşlerime de girmeye başladı.

Çocuklar hiç acımasını bilmiyorlar. Acı çektiğimi gör­

dükleri halde tümü, en candan tanıdığım arkadaş bile, eğilip kulağıma fısıldayveriyor: "Piç". Zaten artık bu söz adıma ya­

pıştı. "Piçali" oldu adım.

Anlamını bilmiyorum ama kötü, çok kötü bir söz bu.

Kızdığımı anladıkça daha kötü bağırıyorlar. Bir süre kızma­

mayı denedim. İşi pişkinliğe vurdum ama o da olmadı. Ne olduğunu bilmediğim bir "şey" olmak istemiyordum. Babam yüzünden diyorlardı. Ama neden? Babam yoktu ki ... Neden olmayan bir babayla uğraşıyorlardı.

Piçalinin Öğretmeni

Nusret'in ağabeyi de bizim okulda. Dörtte mi, beşte mi ne? Bugün ona da söylediler. Karşıdan baktı, baktı, güldü.

Bağırmıyordu, sesi çıkmıyordu ama "şışt... şışt..." deyip beni kendisine baktırıyor, sonra dudaklarını uzatıp, sessiz "Piç"

diyordu.

Derste silgimi yitirdim. Öğretmene söyledim. Nusret

"Burada öğretmenim" deyip, verdi. Ama ben hemen "hayır"

dedim. Bu silgide yazı vardı. Benim silgim yazısızdı, dört köşe, ap-ak. Çocuklar hem gülüşüyor, hem de "Onun, onun iiğretmenim" diye bağırışıyorlardı. Silgi elimde kalmıştı.

Ama hayır, benim değil bu silgi. Gene alay ediyorlar benim­

k•. Götürüp öğretmenin masasının üstüne koydum. Az sonra ilğretmenin sesi "Piçali" deyince, donup kaldım. Öğretmen dl• ha ... Ayağa fırladım.

- Sen misin, dedi öğretmen. Neden Piç diyorlar sana?

Çok kızmıştım. Ağlamamam gerektiğini biliyor ama ııııleyemiyordum ağlamamı. Var gücümle ağlıyordum. Tüm

ıcuklar söz birliği etmiş gibi bağırıştı. "Babası yok öğretme-137

nim" "Babası yok" "Babası". Öyle bir bağırdım ki tüm sınıf sustu.

- Evet yok. Babam yok benim. Ama neden Piç diyorlar?

Ne demek Piç?

Öğretmen beni durgunlaştırmak için anlatmaya başladı.

"Anne, nikahlanmadığı bir erkekten, bir çocuk sahibi olursa, doğan çocuğa ... "

Demek annem. Demek o çok sevdiğim anam yapmıştı bunu bana. Kafamın içinde tüm anlamlar silinmişti. Başka şey düşünemiyordum. Demek annem ...

Piçalinin Eve Dönüşü

Kavgaya hazır bir sırtlan gibi eve döndüm. Kapıyı itince, kapının ardında beni bekleyen annemin kucağına düşer gibi oldum.

- Alikom, Alikaçim, diye sarılmak istedi bana. Büyük bir güçle ittim. Sendeledi ve olduğu yere çöktü.

- Neden? diye haykırdım. Neden piçim ben? Benim ba­

bam kim? Niçin yaptın bunu bana? Neden?

Sonunda çığlıklarım, boğulma durumunu almıştı. İçeri nasıl girdim, çantamı nasıl bir köşeye fırlatıp, kendimi yatağa attım, anımsamıyorum. Önce boğuk çığlıklarla, uzun süre ağ­

ladım, sonra hıçkırıklar iniltiye dönüştü. Kafamı yastığa iyice gömdüm, sonra, uyumuşum.

Piçalinin Düşü

Düşümde hep beni okşayan eller görüyordum. Seven, öpen, bana uzanan eller. Tümü sevecendi. Tümü beni kucak­

layıp, öpmek isteyen ellerdi. Tümü sevilesi, öpülesi ellerdi ve tümü ... çoktular. Sonra bu eller bir yüz oldular. Sonra bir

çift göz. Kolay seçilemeyen gözler... Buğulu. Gölgeler içinde bir yüz. Kimin? Çok bulanık ama konuşan bir yüz. Tatlı, ılık bir sesle .. Okşarcasına konuşan, masal anlatan. Sanki sessiz, sanki ağız kıpırtısı olmadan. Sanki kulağa değil, yüreğe ses­

lenen bir ses. Önce anlattıklarını pek kavrayamıyordum. Ağ­

lamaklıydı. Değişken görünümler yaratıyordu. Bir bahçe, bir dut ağacı. Sonra yoksulluk. Önce varsıl, sonra bırakıp giden bir sevgili.

Annem miydi bilmiyorum. Anneme çok benziyordu. Ba­

ğışlamamı istiyordu. Oysa artık kızmıyordum. Kendimden utanıyordum. Annemi üzdüğümden utanıyordum. Sanki ba­

şımın hemen üstünde bir tavan vardı, giderek alçalıyordu. Al­

tında kalacağımı, boğulacağımı biliyor ama kaçamıyordum.

Sürekli alçalıyordu, boğuluyordum. Sonra bir kanat, tülden, ipekten, dudaktan bir kanat, alnıma bir tutam sevgiyle değdi.

Ortam birden değişti. Tavan yoktu artık. Mavi, mutlu bir gök vardı. İçim genişledi. Solukladım.

İşte tam bu sırada o sözü duydum. Sözcükleri tek ve kesin duydum. Ama birleştirip algılayamadım. Anlamını kavraya­

madım. O kadar rahat ve hafiftim ki uçabiliyordum. Yavaşça yükseldim. Bulutlara kadar.

Piçalinin Annesi Ölüyor

Hatico'nun çığlıklarıyla uyandım. Bağırıyordu. Sesi orta­

lığı çınlatıyordu. Annemin yanına eğilmiş, sarsıyordu onu.

- İda? diyordu. Ne oldu, neden?

Annemse yalnızca ağlıyordu. Durmadan ... Suskun ama her yerinden ağlıyordu. Bütün yüzü, bedeni ağlıyordu. Sarsı-1 ıyordu. Sessiz ve içten.

Hatico beni görünce, kusar gibi,

- Zehir içmiş, dedi. Tam anlayamadım. Ölebilir mi de­

mek? Ama neden? Ne olmuştu ki?

139

Annemi sürükleyerek sokağa çıkardık. Anayola çıkana dek iki kolundan çekerek götürdük. Sonra oradan geçen bir araba. Sonra hastane. Dinlence öncesinin boşluğu ve rahatlığı içinde bir hastane. Deliler gibi sağa sola koşuşmalarımız. Bir tek doktor yok. Doktor olmasın, ilgilenecek bir kişi? Hayır, kimse yok. Gecelikli hastalar toplandı başımıza. Onlar da koşuşmaya başladı bizimle birlikte. Telefonlar edildi. Bir doktor evinden kalkıp gelene dek, annem küçülmeye başlamıştı. Bacaklarının kıvrılıp, yere yaklaştığını, sendelediğini görüyordum. Onu odaya sürüklerlerken ayakkabısı çıktı. Mermer basamakların üstünde, arkası basılmış bir eski erkek ayakkabısı, öylece kalı­

verdi. İşte o zaman anladım. Put gibiydim. Donmuş, annemin arkasından bakıyordum. Ok gibi fırladım. Yatağının başında buldum kendimi. Beni görünce rahatladı. Beni istiyordu. So­

kuldum. Elini elime verdi, yüzüme uzattı. Öpmemi istiyordu.

Öptüm elini. O da kalan gücüyle elimi sıkmaya çalıştı.

Omuzumdan yakalayan bir el, çekip aldı beni. Herkesi dışarı çıkarıyorlardı. Çıkmak istemediğimi anlatamayacak­

tım. Kapıda kaskatı gerildim. Söküp alamıyorlardı beni. Ba­

şımı kaldırarak ağlamayacağımı belirttim. Sonunda "sus" imi verip, caydılar direnmekten.

Dönünce onu gördüm. Hiç unutamayacağımı bildiğim bir görünümü, yaşanan. Doktor, bir parça pamuğu iyice bükmüş, iğne biçiminde sivriltmişti. Annemin, göz kapağını kaldırıp, gözünün bebeğine değdirdi. Hiç bir devinim olmadı. Artık bütün çırpınmam boşa gitti. Yaka paça attılar beni. Hem de, ta dış kapının önüne.

Kim Suçlu

Annem gidiyordu. Annem bitiyordu. Neden yapmıştı bunu? Neden yapmıştı? Hem beni o denli çok sevdiğini söy­

lerdi, hem neden ... ? Neden yalnız bırakmıştı?

Beni kim, nasıl eve götürdü, bilemiyorum. Tüm yörede­

kiler eve doluşmuşlardı. Hiç bizim eve uğramayanlar, nasılsı­

nız demeyenler, adımızı bilmeyenler, ağlamaya koşmuşlardı.

Tümü tek soru soruyordu. "Neden yaptı?" Sonra kısık bir ses bilgiç bilgiç açıkladı: "Ali'nin arkadaşları, Ali'ye diyorlarmış ki ... Ali de eve gelmiş ... Ya ... Zavallı kadıncağız"

Demek benim yüzümden ... Ben neden oldum annemin ölümüne. Ben öldürdüm onu. Hızla ağlamaya başlayınca tüm bu ev dolusu kişi, beni avutmaya çöktü başıma. Artık beni kimse avutamaz diyordum, ben öldürdüm diyordum. Ama avuttular. Neler söylediklerini anımsamıyorum ama avuttu­

lar. Döktükleri dilleri boşa çıkarmamak için sustum, az sonra göz yaşlarım da dindi.

Sonuç

Piçalinin anlattıkları burada bitiyor. Annesinin söylediği o son sözü de bir gün, apansız anımsayıvermişti. "Piç deme­

sinler, öksüz desinler" demişti annesi. Bu söz buruk bir acı olarak Ali'nin içinde kaldı. Açtığı yara giderek derinleşti hep.

Ama doğruydu annesi. Öksüz deyip bağrına basmıştı, tüm yörenin kişileri Ali'yi. Ali tüm evlerin çocuğu oluvermiş­

ti. Ama kırılmasın diye yüzüne söylemedikleri adını, başka Alilerden ayırdetmek için kullanıveriyorlardı hemen. Demek Ali'ye Piçalilikten kurtuluş yoktu pek.

Gene de bu annenin ölümüne, bir suçlu aramak gerek­

mez mi? Suçlu kim? Ali mi?

141

SADIK ASLANKARA (1948, Denizli-Sarayköy) Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Fel­

sefe Bölümü'nü bitirdi. ilk yazısı 196S'te Cumhuriyet ga­

zetesinde, ilk öyküsü yine aynı tarihte Pamukkale gaze­

tesinde yayımlandı. Tiyatro hayatı 1968'de Ankara Halk Oyuncuları Sahnesi'nde başladı. Ankara Birliği Sahnesi'nin kurucuları arasında yer aldı; farklı topluluklarda oyuncu, yönetmen, dramaturg olarak çalıştı; Denizli Tiyatrosu'nu ve onun uzantısı olan De Tiyatrosu'nu kurdu. Haftalık ya­

zılarını Cumhuriyet Kitap dergisinde, tiyatro yazılarını Ti­

yatro Tiyatro'da yayımlamayı sürdürüyor. Bir başka uğraş alanı, belgesel sinema.

Roman ve oyunları da olan Aslankara, genellikle Denizli ve çevresinde geçen öykülerinde, taşra yaşamının ruhunu ören insan ilişkilerine, olaylara, olgulara içeriden ama alı­

şılmadık bir bakışla yaklaştı.

Öykü kitapları: Uykusu Sakız (200 1/ 2002 Yunus Nadi Öykü Ödülü), Cicoz (2008).

Belgede GENÇ OLMAK. 80 Yazardan 80 Öykü (sayfa 133-142)