Eve girip ışığı yaktım, pencereden dışarı atlayan gölgeyi gör
düm: O kedi. Günlerdir balkondan evi gözetleyen tekir kedi.
Masanın üstü karışmış, örtü yere düşmüş, kitaplar dev
rilmiş.
Halının üzerinde, bütün salonda beyaz tüyler var. Kafesi göremedim.
Onunla, -onun o halinde- karşılaşmayı hiç istemediğimi hissettim.
Kafesi masanın altında buldum. İçinde yoktu. Bütün ışık
ları yaktım. Hiçbir yerde yoktu, kan da yoktu, yalnızca beyaz tüyler. Yastık patlamış gibi. Ya yemiş bitirmiş ya da ağzına alıp gitmişti kedi. Yani, Muazzez artık bu evde yoktu. Kırmızı gagalı hint bülbülü. Kapı gıcırtısı gibi öten, bir arkadaşımın uğursuz olduğunu düşündüğü türün, bendeki örneği. Sanki bu eve yerleşmem onuruna, kurban edilmişti Muazzez. Sabah çıkarken, pencereyi kapamalıydım, zemin katta yaşadığıma daha alışamamıştım.
195
Ortalığı topladım, yerleri temizledim, kafesi balkona attım.
O akşam, aşağıda, deniz kıyısında bir lokantada, benim okuldan ayrılışım nedeniyle yemek yenecekti. Bölüm başkanı, hoca arkadaşlarım, birkaç kıdemli öğrenci, bazı dostlar ... Tıraş oldum, başka bir gömlek giydim.
Canım gitmek istemiyordu.
Yürüyerek aşağı indim. Burası güzel bir mahalle: Koru
lar, iki katlı, bakımlı, yüzme havuzlu evler var. Hava çok te
miz. Boğaz'ın, kimliğini -nasılsa- koruyan bir iskelesi. Otur
duğum evi bizimkiler yıllar önce, yıllar süren taksitlerle satın almışlar. Çok küçük bir daire. Bahçeden bir metre kadar yük
sekte. Üç katlı bir binanın giriş katı. Ev çok küçük olduğu için, onlar hiç oturmadılar. Ben üniversitedeyken birkaç yıl burada kaldım, sonra yurtdışına gittim. Bir süre, o zamanlar evlenen kuzenim oturdu, çocukları büyüyünce onlar da çıktılar. Bazı kiracılar kaldı, gitti.
Evi ve okulu bıraktığımda, daire boştu, ben yerleştim. İki ay kadar önce. Yirmi beş metrekarelik salonda, resim yapıyor ve yaşıyorum. Arkada uyuduğum bir oda -pencerenin önün
de çok büyük bir gül ağacı- ve üstüme başıma giydiklerimin durduğu küçük bir başka oda daha var. Etraf açık, ferah.
Ağaçlar, pek kullanılmayan bir yol ve biraz da deniz görü
yorum. Her sabah, çok çeşitli kuşların sesleriyle uyanıyorum, son günlerde sis de oluyor. Sakin bir yer.
Herkes oradaydı.
Bunu neden yaptığımı merak ediyorlardı. Başarılı bir akademik kariyer neden bırakılır? Zaman zaman çalkantılar yaşansa da, yolunda giden bir evlilikten neden vazgeçilir?
Okuldaki o büyük atölye dururken, ufacık bir salonda resim yapmak neden tercih edilir? Parlak bir gelecek, bölüm baş
kanlığı, bunlar önemsiz şeyler mi? Ve neden her şey aynı anda bırakılıyor?
Yemek boyunca böylesi sorularla uğraştım. Çoğuna kısa, kestirme, onların beklediği türden cevaplar verdim. Kimse
pek bir şey anlamadı sanırım. Ortak kanı, "adam bunalmış"
gibi bir şeydi ... Benim istediğim de, böyle düşünmeleriydi za
ten. Fazlasına gerek yok. (Fazlası, bana ait.)
İsteyenlere, yeni telefonumu verdim. "Beni arayın, o tepe
lerde yalnız bırakmayın," gibi şeyler söyledim. "Arada oku
la uğrarım, merak etmeyin," dedim. Yemek biterken, herkes memnun ve sarhoştu. (Birkaç hafta daha, aralarında benden söz edecekler, sonra unutulur.)
Arabalarına binip gittiler.
Yürüyerek eve çıktım. Serin, yıldızlı bir geceydi. Havada sonbahar kokuları vardı: çürümeye başlayan yaprakların ve ıslak toprağın kokusu. Zincirini sürükleyen bir köpek peşime takıldı. Kaçmış ... Başını okşattı, eve kadar yanımda yürüdü.
İri, fildişi rengi bir kangal. Bahçeye, balkonun önüne uzandı.
Su verdim. İçti, sonra gitti.
Kafesi temizledim, içeri aldım. Işıkları yakıp yeni başladığım resme bir süre baktım: Kayaların arasında bir dimetredon.
Dünyanın, insandan önceki sahiplerinden. Geniş bir gökyüzü boyamıştım, yüksek gri bulutların arasından sarı bir güneş görünecekti. Sert, keskin hatlı genç kayalar vardı. Hayvan, arka ayaklarının üstüne kalkmış bize bakıyordu. Hiç bitki yoktu, olmayacaktı. (Belki bir su?)
Bir insanın düşüncesi, her şeyden önce özlemi değil midir?
Uyudum.
Gecenin bir vakti, telefon çaldı. Kalkmayacaktım ama, uzun uzun çaldı, açtım. Akşamki yemekte olan öğrencilerden biri. Esmer, uzun saçlı kız.
"Hocam, sizinle konuşmam lazım," dedi.
"Yarın sabah, on buçuğa doğru iskelenin yanındaki kah
veye gel. Neresi olduğunu anladın mı? Yemek yediğimiz ye
rin orada ... "
197
"Tamam!" dedi ve kapattı.
Uyuyamadım. Kahve yaptım, dimetredona biraz daha baktım.
İnsanların, daha büyük bir yaşamın, başka bir yaşam anlamına gelemeyeceğini neden anlamak istemediklerini dü
şündüm. Öyle ya, ölümsüzlük güveni yoksa, tam anlamıyla hangi özgürlükten söz edilebilir? Nerede şimdi dimetredon
lar?
"Bana artık 'hocam' deme," dedim. "Alışmak istiyorsan, bir
kaç kez ismimi tekrarla."
Üç kere ismimi söyledi.
Güneşli bir ekim sabahı. Kahve dolu. Çocuklarını, gaze
telerini, böreklerini, bisikletlerini alıp gelmiş bir sürü insan.
Sert bir rüzgar vardı. Kız susuyordu. Hoş bir kızdır, çoğu za
man hülyalı, insanın gözünün içine bakan, derin, koyu kah
verengi gözleri vardır. Okumaya ve sinemaya meraklı. Uzun, çok renkli kadife elbiseler giyer.
"Hani konuşmak istiyordun?" dedim.
"Daha var, konuşurum," dedi.
Atölyenin asma katında çalışan üç öğrenciden biriy
di bu kız. Eski öğrenciler. Orada kendilerine ait bir dünya kurmuşlardı. Sabahtan, akşam atölye kapanıncaya kadar, aşağı inmezlerdi. Çay yaparlar, çok konuşurlar, blues din
lerler, arada kavga ederlerdi. Büyük kağıtlar üzerine, kalın fırçalarla ve toprak boyalarla, post-ekspresyonist figürler boyarlardı. Onlarla birkaç kez içmeye gitmiştim. Benim re
simlerimi pek sevmediklerini biliyordum, ama söyledikle
rimi ilgiyle dinlerlerdi. Ben de her gün, en az bir saatimi, asma katta onlarla geçirmeye özen gösterirdim. Bıkmadan tekrarladığım bir şey vardı: "Yalnızca en iyi bildiğinizi ya
pın. Elinizdekini, kafanızdakini çok iyi tanıyın. Araya, kesin olmayan, hakim olamadığınız hiçbir şey sokmayın. Resimde de, hayatta da."
"Cem motorsiklet aldı, duydun ... uz mu?" dedi kız.
Cem, asma kat çocuklarındandı. Sanıyorum, bu kızın er-kek arkadaşı.
"Söylediklerimden hiçbir şey anlamamışsınız," dedim.
"Ama o bir şeyleri aşmak istiyor."
"Tek engel, tek kazanamama erken ölümdür, biliyor mu
sun? Bu şehirde motorsiklete binmek de, erken ölüm demek
tir. Neyi aşmak istiyorsunuz?"
"Bu zamanda, burada yaşamanın tuhaflığını."
"Başka bir zaman ve başka bir yer yok ki. Bazı şeyleri kabul edemeyecek kadar akıllıysan, çarpışman lazım. Umut etmekten vazgeçerek çarpışmak yani. Dikkat et, umutsuzluk demiyorum."
"Her şeyi bunun için mi bırakıyorsun?"
"Daha büyük bir yaşam, bir başka yaşam anlamına gel
mez. Beni amatör filozoflar gibi konuşturma," dedim.
"Ama tam da böyle şeyler konuşmak istiyordum."
"Ayrıca, bu bırakma lafını çok sevdiniz hepiniz, ama yan
lış. Ben bırakmıyorum, yelken ufaltıyorum. Rüzgar artınca, yelkeni ufaltman gerekir. Böylece hem hızın kesilmez, hem de alabora olmazsın."
"Peki, ben ressam olabilecek miyim?" dedi.
Yeni çaylar geldi. Annesi ve babasıyla oturan küçük bir oğlan bana dilini çıkardı. Ben de ona gözlerimi şaşı yaptım.
Kuzeyden gelen bulutlar güneşi kapamaya başlamıştı. Masa
ları dolaşan yaşlı satıcıdan portakallı çörekler aldık. Hatırla
mak istediğim, hatırladıkça da çok sevindiğim bazı huylarım olduğunu düşündüm. Mesela, öfkemi bir şeyler yapmak için kullanmak gibi -ve diğerleri-.
"Olursun belki, göreceğiz," dedim.
199
MURATHAN MUNGAN (19 5 5, lstanbul)
Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Ti
yatro Bölümü'nü bitirdi; yüksek lisans ve doktora çalış
malarını da aynı dalda yaptı. Devlet Tiyatroları ve Şehir Tiyatroları'nda dramaturg olarak çalıştı. Yazarlığının ilk yıllarında çeşitli dergi ve gazetelerde yazıları ve şiirleriy
le göründü. 1981 'de Gösteri dergisi Şiir Ödülü'nde birinci olan "Sahtiyan"; 1980'de Akademi Kitabevi Şiir Başarı Ödülü alan Osmanlıya Dair Hikdyat ve "Mezopotamya Üç
lemesi" olarak adlandırdığı oyunlarıyla (Mahmud ile Yezi
da, Taziye, Geyikler Lanetler) tanındı. Bu oyunlardan ilkiyle 1979'da Türkiye iş Bankası Tiyatro Ödülü'nü aldı Taziye ile 1984'te Sanat Kurumu tarafından Mehmet Baydur'la birlikte yılın en iyi tiyatro yazarı seçildi. "Hedda Gab
ler Adlı Bir Kadın" öyküsüyle 1987 Haldun Taner Öykü Ödülü'nü Nedim Gürsel'le paylaştı. 1980 sonrasının en verimli yazarlarından olan Murathan Mungan'ın şiir, oyun ve öykü kitapları yanında Yüksek Topuklar ve Çador adlı iki romanı, yayımlanmış radyo oyunu, senaryosu ve Paranın Cinleri adlı otobiyografik bir yapıtı vardır.
Söz Vermiş Şarkılar'da şarkı sözlerini, Kullanılmış Biletler, Meska/in 60 Draje, Soguk Büfe ve Bir Kutu Daha'da da çeşit
li alanlara ilişkin denemelerini, yazılarını topladı.
200 5'te çıkan Elli Parça'da daha sonra kitap olarak çıka
cak farklı çalışma dosyalarından parçaları yan yana ge
tirdi. Ayrıca Yazıhane, Büyümenin Türkçe Tarihi, Ressamın sözleşmesi gibi özgün yaklaşımlarla hazırlanmış seçkiler yayımladı.
Öykü kitapları: Son lstanbul (1985), Cenk Hikdyeleri (1986), Kırk Oda (1987), Lal Masallar (1989), Kaf Dagının Önü (1994), Üç Aynalı Kırk Oda (1999), Yedi Kapılı Kırk Oda (2007), Kadından Kentler (2008).