• Sonuç bulunamadı

Babam Sana Emanet

Belgede GENÇ OLMAK. 80 Yazardan 80 Öykü (sayfa 160-176)

Evden gideceğim gün Hüsniye'yi karşıma alıp onunla konuş­

tum: "Belki bir daha görüşemeyiz," dedim. Daha sözümün başında sesim tarazlanmaya başladı. Boğazımda dikenli bir şey vardı sanki, sözcükler ona takılıyordu. Hüsniye küçük mavi gözleriyle yüzüme bakıyordu. Öksürerek boğazımda­

ki dikenli şeyden kurtulmaya çalıştım. "Bu eve ya dönerim ya da dönmem bir daha. İkinizi de, bir daha görmek kısmet olmayabilir. Ama kararım kesin, gideceğim. Gitmek zorun­

dayım. Babamı sana emanet ediyorum! Biliyorum, üzülecek­

tir .. . Yüreği yufkadır. Beni özleyecek; gittiğim için öfke du­

yacak . . . Belki hiçbir zaman bağışlamayacak. . . Ne kadar katı

görünürse görünsün, yine de yüreğinden ince bir su aktığını biliyorum. Katı görünmesi korkusundan! Gidersem beni tü­

müyle yitireceğinden korkuyor ... Onu sana bırakıyorum. Her zaman göz kulak ol. Sıkıntılı zamanlardaki öfkeli hallerine aldırma. Babam iyi bir insandır. Gerçekte kimseyi incitmek istemez, bilirsin işte .. . Hadi hoşça kal! "

Hüsniye'yi gözlerinden öptüm. Dediklerimi ne kadar an­

ladı, bilemiyorum. Olduğu yere kıvrıldı kaldı. Ben çıktım. Faz­

la bir yüküm yoktu. Olanları da bir tek bavula sığdırmıştım.

Avludan çıktım, dış kapıyı çektim. Babamın eve dönme­

sine daha çok zaman vardı. O hafta gündüzcü olduğu için, sabah gidip akşam dönüyordu istasyondan. Evimize, sokağı­

mıza, sanki bir daha hiç göremeyecekmişim gibi son bir kez bakmak istiyordum. Ama sokakta birkaç çocuk oyun oynu­

yordu. Onlara görünmemek için hızla uzaklaştım. Benim ba­

vulla evden çıktığımı görünce, mutlaka annelerine söylerler;

onlar da, konuyu kurcalamak amacıyla babama sorar, üzün­

tüsünü artırırlardı.

Uzun sokağı boydan boya yürüdüm hızlı adımlarla. So­

kağın iki yanında birbirlerine yaslanarak sıralanan evlerin ucuz perdeli pencereleri kapalı; kapı önlerinde çocuklardan ve köpeklerden başka kimse yoktu.

Kasabanıl'l küçük çarşısına gelince, caminin gölgesinde bekleyen, kapısı açık dolmuştan içeriye önce elimdeki bavulu attım. Arka koltuğa gizler gibi yerleştirdim. Sonra da kendim geçip oturdum. Elimde bavulla beni kim görse, bundan bir anlam çıkarmakta gecikmezdi.

Ortaokulu geçen yıl bitirdim. Ama kasabamızda okuyacak başka okul yok. Erkek çocuklar, sınavlara girip yatılı okullar­

da okuma hakkı kazanabiliyorlar. Benim gibi kızlarsa, ya tar­

lada tapanda çalışır ya da evde oturup nakış işleyerek kısmet bekler .. . Bizim çalışacak tarlamız da yok. Babam demiryol­

cudur. Kendimi bildiğimden beri istasyonun Cer Atölyesi'nde 161

çalışır. Bir hafta gececi, bir hafta gündüzcü olur. Başka bir iş bilmez. İşini de sever. Bayramlarda bile iş giysisini üstünden çıkarmak istemez. Benim ısrar etmemle değiştirir. Cer Atöl­

yesi onun ikinci evi gibidir. Orda iş arkadaşlarıyla yemek ya­

par, çay demler, uykusuzsa girer vagona yatar. İşe yaramaz bir vagonu kör hata çekerek içini dayayıp döşemiş, ev gibi kullanırlar.

Babama, evde oturup komşu kızlarla nakış işleme yarışı­

na giremeyeceğimi, okumak istediğimi söyledim. Önce işit­

memiş gibi davrandı. Söyler geçerim sandı. Israr edince, açık açık karşı çıktı. Kız dediğin evinde otururmuş. Yok, elin oğ­

lanlarının içine salamazmış. Dünya kötülüklerle doluymuş.

Böylesi gerekçelerle beni caydıramadığını görünce, bu kez,

"Hangi parayla okutacağım seni?" demeye başladı. "Yarın öbür gün emekli olursam, üç aylığımla anca ekmek alabili­

riz!"

"Teyzem beni okutmak istiyor," dediğimdeyse, büsbütün köpürdü!

"Onların derdi seni okutmak değil!" dedi hınç ve nefret dolu bir sesle. "Onların derdi, seni benden almak! Biliyorlar ki, artık yetiştin. Biliyorlar ki, baba kız, birbirimize yetiyo­

ruz .. . Şimdi de senin aklını çeliyorlar!"

Babam, dayılarımla da, teyzemle de görüşmüyordu. An­

nemin ölümünden sonra hiç yüz yüze gelmemişler. Vaktiy­

le annemin, babamla evlenerek kentten kasabaya gelişine de karşı çıkmış onlar. Ama annem ailesinin sözüne kulak asma­

mış. Babamın peşi sıra, ailesini geride koyup bu kasabaya gel­

miş. Ailesinin, kendisine küsmesini göze almış. İki yıl sonra da, beni dünyaya getirirken yaşamdan ayrılmış annem!

Daha o zaman beni yanlarına almak istemiş, dayılarımla teyzem. "Kardeşimizin yavrusunu büyütelim de, avunalım bari," demişler. "Sen bakamazsın, sersefil olur ortalarda bu çocuk! Aç koyarsın, kirli bezini bile yuyamazsın! Yarın öbür gün evlenirsin, üvey ana eline düşer!" demişler.

Babam kulaklarını tıkamış bütün bu söylenenlere. Ver­

memiş beni. Bir sütana bulmuş komşulardan. Kısmetliymişim anlaşılan. Sütananın bebeği kırk günlükken ölmüş; memele­

rindeki süt kalakalmış. Ben anasız bir bebek olarak kucağına verilince, dayamış ağzıma bereketli memelerini.

Küçükken, bayramlarda sütanamın elini öpmeye götü­

rürdü babam. Beni ne zaman görse ılgıt ılgıt yaş akıtırdı ka­

dıncağız. Kim bilir, belki de beni gördüğünde kendi çocuğu aklına düşüyordu! Beni sever, saçlarımı okşar, ceplerimi ren­

garenk şekerlerle doldururdu.

Birinde, beni görünce gözyaşı dökmesinin nedenini sor­

muştum babama. "Sevincinden ağlıyor," demişti babam. "Se­

nin gibi güzel bir kızı vaktiyle emzirdiği için, şimdi sevinç duyuyor olmalı."

Çocukluk işte, ben de inanırdım babamın bu türden açık­

lamalarına.

Sonra kocasının yanma, Almanya'ya gitti sütanam. Ba­

bamla birlikte trene bindirdik onu. Babam, sütanamın bavul­

larını, sepetlerini kompartımana kadar taşıdı, tek tek yerleştir­

di. Tren görevlilerini bulup onu tanıştırdı. "Kızımın sütanası size emanet!" dedi. Evden getirdiğimiz kıymalı börek çıkınını da, elinin kolayca erişebileceği rafa koydu. Ayaklarının dibine de koca bir damacana su getirdi çeşmeden taze taze. Her yap­

tığı şey için ayrı ayrı teşekkür ediyordu sütanam. Bir yandan teşekkür ediyor, bir yandan da eşarbının ucuyla gözpınarla­

rında biriken damlacıkları siliyordu.

Trenin kalkacağını bildiren ilk düdük öttürüldüğünde, biz indik. Gözlerimizi kompartıman penceresine dikip bek­

lemeye başladık. Tren usul usul kalkarken sütanamın eşarplı başı pencerede belirdi. Biz aşağıda, o, yürüyen trenin pencere­

sinde karşılıklı el salladık birbirimize. Trenin son vagonu da istasyondan çıkıp uzaklaşıncaya kadar oradan ayrılamadık.

Bu uğurlayışın ardından, sütanamı bir daha hiç görme­

dim.

163

Babamın üstüne bir hüzün ağırlığı çökmüştü sanki. Cer Atölyesi'ne kadar hiç konuşmadı benimle. Benimse içim kıpır kıpır, böyle yolculuklara çıkmak, uzaklara, bilinmedik yerlere gitmek istiyordum.

"Baba!" dedim, yanı sıra yürürken.

"Ne, kuzum?" diye karşılık verdi. Ama beni dinlemiyor gibiydi.

"Biz niye trene binip gezmeye gitmiyoruz?"

"Ne, canım?"

"Biz, diyorum .. . Niye trenle gezmeye gitmiyoruz?"

"Biz mi?" Beklemediği bir soru karşısında şaşırmış gi­

biydi.

"Hı-hı. .. "

"İstediğin zaman trene binebilirsin, kızım! Seni tutan mı var? Bütün trenler senin .. . Seni her zaman bindirmiyor mu­

yum?"

Evet, bebekliğimde kimi günler beni de yanı sıra atölye­

ye getiriyordu; sütanamın başka işleri olduğu zamanlarda.

Onarımı yapılan lokomotiflerle deneme sürüşüne çıkarken, bazen ben de onunla gidiyordum. Lokomotif, koca bir oyun­

cakmış gibime gelirdi. Çok eğlenirdim babamla birlikte ma­

kinist dairesindeyken. Hiç kimsenin, bizimki kadar büyük bir oyuncağı olamaz diye düşünürdüm. Babam beni kucak­

lar, düdüğü öttüren teli çekmemi söylerdi. Küçücük elimle tele asılırdım, ama bir türlü gücüm yetmezdi çekmeye. O za­

man tele yapışan elimi avucunun içine alıp çekerdi babam.

Boğuk bir sesle öterdi lokomotifin düdüğü. Aman ne sevi­

nirdim buna! Çığlıklar atardım. Bir daha yapalım isterdim aynı şeyi. Lokomotifi de böyle birlikte sürüyormuşuz gibi çalımlanırdım. Babamın iş arkadaşları, Erkek Fatma diye ad takmışlardı bana. "Bu kız, eninde sonunda makinist olur!"

diyerek gülerlerdi.

On yaşıma kadar Cer Atölyesi'ne gidip gelirdim. O yaşla­

rımda artık ev işlerine de el atmaya başladım. Okuldan çıkıp

eve geldiğimde yapılacak işler olduğunu görüyordum. Ortalı­

ğı topluyor, odaları süpürüyor, bardak tabak yıkıyordum. Ye­

meğimizi yine babam pişiriyor, yağlı tencereleri o yıkıyordu.

Ama işten eve geldiğinde ortalığı toplanmış, çay bardaklarını yıkanıp rafa dizilmiş görünce, yüzüne yansıyan yorgunluğu­

nu atıyordu sanki. Keyfi yerine geliyordu. Radyoyu açıyor, bir yerlerden yanık havalar bulmaya çalışıyordu. "Hele bir çay suyu kaynat da, baba kız, karşılıklı içelim!" diyordu.

Ben, dayılarımı ve teyzemi de on yaşımdan sonra tanı­

dım. Hatta, ilkokulu bitirdiğim yıldı, evet .. . Yok, onların var­

lığını biliyordum da, yüz yüze gelmişliğimiz yoktu o zamana kadar. Dedim ya, babamla görüşmüyorlardı. Ne onlar bizim eve adım atıyordu, ne de babam onların kapısını çalıyordu.

Teyzemlerin demiryolcu bir komşusu vardı; benimle ilgili ha­

berleri ondan alıyorlarmış. Babamın bana iyi baktığını öğren­

dikçe, içleri rahatlıyormuş. Sonra bir gün, haber iletmişler ba­

bama, o demiryolcu komşularıyla. "Bebekliğinde sevemedik, bari çocukluk hallerini görelim!" demişler. Babam da nasıl ol­

muşsa, o gün iyilik damarı tutmuş bu unutulmuş akrabaları­

na karşı. Aralarındaki küslüğü bir yana bırakıp beni görmele­

rine izin vermiş. O, aracılık eden demiryolcu da, babamın çok eski bir arkadaşı: Fikret Amca. Gençlikleri bir arada geçmiş, demiryollarında çalışmaya aynı yıl başlamışlar. Yıllar içinde kardeş gibi olmuşlar. Zaten babama bu konuyu açsa açsa, an­

cak Fikret Amca açabilirdi.

Yine bir bayram günüydü. Bayramın ikinci günü. Böyle zamanlarda babam kendini geceye yazdırırdı, bayram gün­

lerinde beni evde yalnız bırakmamak için. Yine öyle evdey­

di gündüzün. Sabahleyin kalktığımızda: "Hazırlan da, Fik­

ret Amcanlara gidelim," dedi. Başka bir açıklama yapmadı.

Yeni dikilmiş yanardöner tafta entarimi, atkılı rugan ayak­

kabılarımı giydim. Bayramlıklarım. Belki akşam dönüşümde hava soğur, üşürüm diye beyaz hırkamı da aldım. Saçlarımı taradım ve çıktık. Babamı bekletmek istemiyorum; ama asıl

165

benim içimde bir sabırsızlık var. İçime doğmuş sanki. Bir an önce Fikret Amcalara gitmek istiyor canım.

Fikret Amca'nın karısı Hamdiye Yenge'yi pek severim.

Şakacı, şen şakraktır. İnsanı daha görür görmez güldürme­

ye başlar sözleriyle. Hiç derdi, sorunu yok sanırsın. Annesiz büyüdüğüm için bana karşı özel bir ilgisi olduğunun da ayrı­

mındayım. Acımayla karışık bir sevgi duyardı, bilirim.

Bizim kasabanın dolmuşları, Fikret Amcaların mahalle­

sinin alt yanından geçer. Bindiğimiz dolmuş oradan geçerken indik. Yukarı doğru yürürken babamın biraz keyifsiz, biraz kaygılı bir hali olduğunu anladım. Ama pek de üstünde dur­

madım. Babamın böyle anlık hüzünlenmeleri, bir gölge gibi siner üstüne bazen. Gönlünde soğuk rüzgarlar eser, bu da yü­

zünden okunur. Böyle zamanlarında suskunlaşır.

Yine öyle konuşmadan, Fikret Amcaların evine kadar yü­

rüdük. Evleri iki katlıdır. Yukarıya, avludan ayakçakla çıkılır.

Biri kapılarını çaldı mı, yukarıdan bakmadan açmazlar. Kapı­

nın ziline bastık, yukarı katın penceresine bakıyorum, kim başı­

nı uzatacak diye. Pencerenin perdeleri oynamadı bu kez. Fikret Amca sokak kapısına çıktı hemen. Bekliyorlar demek ki, diye aklımdan geçirdim. Kapıya çıktı ama, babamı içeri buyur etme­

di Fikret Amca. Kapı önünde bayramlaştı, sarılıp öpüştüler.

Bana döndü babam; "Sen, Amcanın elini içerde öpersin!"

dedi. "Benim uğrayacağım başka yerler var bugün. Belki de, Hamdiye Yengen bırakmak istemez seni bu gece ... "

Ben şaşkınlık içinde babamın sözlerini anlamaya çalışır­

ken, bu kez de Hamdiye Yenge çıktı geldi kapı önüne. Bir elin­

de şekerdenlik, bir elinde limon kolonyası şişesi. İyice afalla­

dım!

İlk kez babam, Fikret Amcaların evine kadar gelip içeri girmiyor; ilk kez kapı önünde bayramlaşıyorlar ve kimse bun­

dan rahatsız değil. . .

Bütün bunların önceden aralarında konuşulup kararlaştı­

rıldığını öğrenecektim.

Babam kapıdan dönüp gidince, Fikret Amca bana, "Gel, kızım," dedi, "seni içeride bekleyenler var!"

Şaşkınlıktan bir şey düşünecek gibi değilim artık. Aptal aptal ardı sıra yürüdüm, Fikret Amca'nın. Üst kattaki salon­

da, yüzlerini ilk kez gördüğüm insanlar vardı; ama nedense ayağa kalkmıştı herkes. Aptallaşmam sürüyor olmalı ki, yaşça benden büyük bu insanların beni ayakta karşılayıp tepeden tırnağa süzüşleri bile aklıma kuşku düşürmüyordu! Daha ben onların ellerini öpmeden, Teyzem boynuma sarıldı hemen.

İşte o anda dank etti kafama!

Bu insanlar benim yakınlarım demeye fırsat kalmadı, kalbime sıcak bir duygu seli aktı! Kendimi tutamadım. Tey­

zemle karşılıklı ağlaşmaya başladık. Biz ağlaşınca, dayılarım, yengelerim, Fikret Amcalar, ordaki herkes ağlamaklı oldu!

Sanki yıllar önce yitirilen kardeşleri yattığı topraktan kalkıp oraya gelmiş sanırdınız! Seviniyor, çığlık atıyor, hıçkırıyor­

lar .. . Gerçekten annem mezardan kalkıp gelse, herhalde böyle bir sahne yaşanırdı. Bunda, benim anneme benzerliğimin de etkisi olmalıydı.

Neyse .. . Orada bulunan herkesi saran duygu fırtınası bir süre sonra dindi. Kendimize geldik. Ama hala Teyzemle kol­

larımız sarılı birbirine. Ayrılamıyoruz. Sık sık yüzüme bakıp iç geçiriyor Teyzem. Ben de gözlerimi onların yüzlerinden alamıyorum! Bakışlarımız birbirine kilitleniyor. Birini bırakıp ötekini inceliyorum doyasıya. Büyük Dayım daha sakin gö­

rünmeye çalışıyor, ama o da gözlerini alamıyor benden. Aziz Dayımın küçüğü Yavuz Dayım daha coşkulu; Teyzeme çıkı­

şıyor ikide bir:

"Hele kızımızı rahat bırak! Hepsi sana mı? Bizim de hak­

kımız var onda . . . "

"He vallah, hepimizin hakkı var!" diye destekliyor Aziz Dayım.

Bu arada, Teyzemin adının Gülgun olduğunu öğreniyo­

rum. Annemin adı da Rengin'miş. İki kız kardeşin adlarının 167

uyaklı olmasını istemişler belli ki. Dayılarımın adları öyle, uyaklı.

Teyzem alçak sesle, aklındaki her şeyi soruyor kulağıma eğilip. Ötekiler karşı çıkıyorlar Teyzeme yine.

Paylaşılamayan biri olmanın, anne yarısı Teyzemi, Da­

yılarımı bulmanın mutluluğu, şaşkınlığı, coşkusu, esrikliği başımı döndürmüştü o gün! Mutluluktan kendimi yitirdim desem, yalan olmaz! Daha sonraları kendi kendime hep sor­

dum: Babamın bana beslediği sevgisi az mı geliyordu yoksa?

Düşündüm ki, ondan değil, hayır. Babamın sevgisi tamdı;

ama eksik olan, anne sevgisiydi bende. Sütanam kendi evladı gibi benimsemişti beni, hiç kuşkum yok. Sütüne, analık duy­

gusundan katıp vermişti. Yine de eksik kalan bir şeyler vardı işte. Hasta olduğumda mesela, çocukça korkulara düştüğüm­

de, ne bileyim babamla paylaşamayacağım sırlarım olduğun­

da, yanımda bulunmasını istediğim anne değildi o. Teyzem, işte o, arayıp da bulamadığım anne sıcaklığıyla, anne sırdaşlı­

ğıyla yanımdaydı artık.

O günden sonra, zaman zaman Dayımları, zaman zaman da Teyzemi görmeme izin veriyordu artık babam. Bu yaşı­

ma kadar hayatta babamdan başka aile sıcaklığıyla sarılaca­

ğım bir yakınım yokken, birdenbire üç ailem daha olmuştu!

Kendime güvenim arttı. İçimdeki yaşama sevinci çoğaldı. O bayram günü, yaşamım boyunca unutamayacağım gerçek bayramım olmuştu! Gözümün önündeki her şeyi başka bir gözle görüyor, beni çevreleyen dünyayı daha çok seviyor­

dum şimdi. Büyüdüğümü, olgunlaştığımı hissediyordum.

Okulda derslerimi daha kolay anlamaya başladım. Kimi hafta sonları ders kitaplarımı, defterimi kalemimi yüklenip Teyzeme gidiyor, onda kalıyordum. Çoğu geceler koyun ko­

yuna, teyze yeğen gibi değil, ana evlat gibi birbirimize sa­

rılarak yattık. Teyzemin iki oğlu olmuş, ama o, hep bir kızı olsun istermiş. Belli ki, benimle hem kız çocuk özlemini

gi-deriyor, hem de yitirdiği kardeşiyle yeniden buluşma muci­

zesini yaşıyordu!

Babam, akrabalarımızla görüşmeme izin verirken, bu kadar yakınlaşacağımızı kestirememişti belki. Arada bir, teyzemin ya da dayılarımın aldığı bir giysiyi üstümde görünce, yüzü­

nün yıkıldığını, içinden kara bir gölge geçtiğini anlamıyor de­

ğildim. Ama ok yaydan çıkmış, görüşmemize kendi izin ver­

mişti bir kez. Geriye dönemezdi. Her gelişmeyi, güç de olsa, içine sindirmek durumundaydı bundan böyle.

Elbette, bu olup bitenleri gönlünün bir yerinde biriktir­

diğini bilemezdim. Ben, babamı alıştırdığımı sanırken, o, üç yıl boyunca katlanmış birçok şeye. Daha doğrusu katlanmış görünerek, içine atmış.

Ne zaman ki, Teyzemin evine yerleşip liseye yazılacağı­

mı işitti benden, işte o zaman yüreğindeki bendi yıktı! Bütün korkuları, kaygıları ortaya döküldü. Okumama karşı çıktı.

Başlarda onu kandırabileceğimi sanıyordum ama, konuş­

tukça gördüm ki, babam, annemin ailesiyle görüşmeme izin verdiğine neredeyse pişman olmuş durumda.

O zaman kendi kendime, "Bak kızım," dedim, "baban duygusal bir tepkiyle senin geleceğini kilit altında tutmak istiyor. Ya bu kasabadaki öbür kızlar gibi evde oturup, bü­

tün gün pencere önünde nakış işleyeceksin ya da kendine bir ufuk açacaksın .. . Gerekirse, bu uğurda evden gidersin. Evden gitmen, babanı gönlünden çıkarmak anlamına gelmiyor. Bir gün kızını karşısında okumuş biri olarak görürse, kuşkusuz o da yanlışını anlayacaktır. Yine onun can dostu bir evlat olarak yanı başında yer alırsın. . . Kaldı ki, yanma gittiğin insan da bir yabancı değil, anne yarısı. . . "

İçimden verdiğim bu karardan sonra, artık konuyu ba­

bama açmadım. Onun incinmesini, istemiyordum bir yandan da .. . Dileğim, tez zamanda beni anlamasıydı.

Annem vaktiyle nasıl ki kentten kasabaya taşınarak ya-169

kınlarının gönlünü yıkmışsa, bu kez de ben kasabadan kente taşınarak babamın gönlünü yıkmayı göze alıyordum.

Yazık ki onu, Hüsniye'den başka emanet edeceğim bir kimse de yoktu çevremizde.

Hüsniye'yi, soğuk ve yağışlı bir günde sokakta bulup ge­

tirmişti babam. Parmak kadar yavruydu o zaman. Kirli tüyle­

ri taraz taraz, mavi gözleri küçücük, korku içinde titriyordu.

Gocuğunun cebine koymuş babam, ısınsın diye. Sıcak bir yer bulunca, sesini çıkarmadan sinmiş orda. Eve gelince cebinden çıkardı babam. Görür görmez hemen kaptım elinden! Şipşirin bir yaratıktı, avucumun içine sığacak kadar da küçük! Açlık­

tan parmaklarımı emiyordu zavallım. Babam taze yoğurdun içine ekmek içi ufaladı. Çay kaşığıyla ağzına verdi. Nasıl sal­

dırıyor, içimiz parçalandı. Ağzının kıyısından taşırarak yedi biraz. Sonra yine babamın kolu üstünde uyudu. Ona bir min­

dercik ayarlayıp sobanın arkasına yerleştirdik. Yerleşme, o yerleşme oldu!

Evin içinde canlı bir oyuncak gibiydi. Okuldan çıkınca koşarak eve geliyordum ki, bir an önce Hüsniye'ye kavu­

şayım. Geceleyin kalkıp, minderinde uyuyup uyumadığı­

na bakmaya başlamıştım. Babamın kucağına da gidiyordu ama, asıl beni sahiplenmişti. Evin içinde nereye gitsem, ora­

ya geliyordu. Kedi insana bağlanmaz, eve bağlanır derler ya, bizimki bu söze hiç uymuyordu. Omzuma çıkıp kulağımı ısırıyor, parmağımı ısırmaya çalışıyor, eteğimden çekiyor, yaramaz çocuklar gibi hiç durmadan ilgi istiyordu. Zaman­

la duruldu ama. Büyüdükçe uslandı. Söz anlar oldu. Kızma sesimi ayırt etmeye başladı. Bir yeri tırmalarken mesela,

"Yapma!" dedim mi, gerçekten duruyordu. Sokak kapısına kadar gidip, oradan bana bakıyordu; "Hayır, gitme!" deyin­

ce gitmiyordu.

Evin içinde, konuşmayan bir arkadaş oldu bana Hüsniye.

Evden ayrıldığımda yaz sonuydu . . .

Babam gibi Hüsniye'yi de çok özleyeceğimi biliyordum.

Ama gitmezsem, dere kıyısında büyüyüp yine dere kıyısında çürüyen bir söğüt ağacına benzeyecektim.

Teyzem, babamı dinlemeyip okumaya karar verdiğim için beni anlımdan öptü. O ve Dayılarım, babama karşı, pek dile getirmedikleri bir utku kazanmış gibi sevinçliydiler, bi­

liyorum. Ama ben, yeri geldikçe, babamı gözden çıkarmadı­

ğımı söylüyordum açıkça. Doğrusu, onlar da bu konuyu hiç dile getirmiyorlardı. Teyzem, evinde bir oda ayırmıştı önce­

den. Okul giderlerimi de iki Dayım üstlendi. Kayıt yapılacağı gün, benimle birlikte okula kadar geldi Teyzem. Daha önce oğullarını da kendi kaydettirmiş. Eniştem, işinden başka bir şey bilmez; sabah gidip dükkanını açar, akşam da çıkıp evine gelirdi. Çarşı içinde kumaş dükkanı vardı eniştemin.

Evin ve çocukların yönetimini tümüyle Teyzeme bırakmıştı.

Teyzem o kadar egemendi ki kocasıyla iki oğluna; ne giye­

Teyzem o kadar egemendi ki kocasıyla iki oğluna; ne giye­

Belgede GENÇ OLMAK. 80 Yazardan 80 Öykü (sayfa 160-176)