Prof. Dr. OSMAN F. BERKİ'ye A R M A Ğ A N
A. Ö. H. F. KÜTÜPHANESİ KhapNo..JL-İLMİiS
T..:
ANKARA — 1977
Prof. Dr. Hicri FİŞEK
Prof. Dr. Erdoğan GÖĞER
Asis. Dr. Tuğrul ARAT
Asis. Turgut TURHAN
©.
FİŞEK, Hicri : Prof. Dr. Osman Fazıl Berki'nin Kısa Biyografisi.. IX—X
Prof. D.r. Osman Fazıl Berki'nin Yayınlan XI—XV ÜÇOK, Coşkun: Aramızdan Ayrılanlar XVII—XXXVI MAKALELER (*)
AKİPEK, Jale: Devlet Orman Arazisi Üzerinde Üst Hakkı 1— 35
ALTUĞ, Yılmaz: Yeni Bulgar Vatandaşlık Kanunu ... 37—44 ANADOLU, F. Kerim: Usul Hükümleri Yönünden Yüksek Askerî
İdare Mahkemesi , ... 45— 83
ANSAY, Tuğrul: Alman Mahkemelerinde Türkler 85—103 ARAT, Tuğrul : Evlât Edinme Hukukundaki Gelişmelere Toplum
sal - İşlevsel Açıdan Bakış 105—178 BERKİ, Nermin : Amerika Birleşik Devletleri İş Hukukunda Top
lu Sözleşme Yetkisi (Referandum) , 179—185 BERKİ, Şakir: Le Droit Successoral des Enfants 187—197 BOYACIOĞLU, H. Ahmet : Anayasanın Değişik 38'inci Maddesi Açı
sından Geçici 4'üncü Maddesi Üzerinde Bir İnceleme 199—208 BOZER, Ali: L'étranger et la Convention Européenne des Droits
de L'Homme ... ... ... ... 209—234 CİN, Halil : Un Aperçu sur la Structure Agraire en Turquie de
1919 à 1933 ... ,. 235—246 ÇAĞAN, Nami: Anayasa Mahkemesi ve Kamulaştırmada Vergi
Değeri 247—256 ÇELEBİCAN, Gürgân : Sosyalist Ülkeler ve Kendi Kendine Yeterlik. 257—276
(*) Yazı dizininde yazar soyadına göre alfabetik sıra izlenmiştir.
tirilmesini Zorunlu Kılan Sebepler Nelerdir? 277—286 EKER, Şevket: Milletlerarası Kişi Halleri Komisyonu (C.I.E.C.) . 287—312
EREN, Fikret : Toprak ve Tarım Reformu Mevzuatının Tarımsal
Toprak Mülkiyetine Getirdiği Sınırlamalar (ödevler) 313—371
FlŞEK, Hicri: Vatandaşlığa Alınmanın İptali 373—396 GÖĞER, Erdoğan: Kanunlar İhtilâfını Etkileyen Kuramsal Akım
lar 397-413 GÖKÇE, Abbas : Fransız Danıştayınm Yargı Bölümleri 415—435
GÖKÇE, Abbas: Danıştayın Danışma ve İnceleme Görevi 437—446 GÜNER, Şefik: Ülkemizde Kadın, Çocuk ve Genç Hükümlüler ... 447—462
GÜNER, Şefik: Şehirleşme ve Suçluluk Açısından Büyük Kentle
rimizde İşlenen Suçlar 463—484 KIYAK, Fahrettin : Ceza Mahkemesinde Manevî Tazminat Sorunu. 485—518
KURU, Baki: Orman Sınırlamasına İtiraz Dâvaları 519—547 NOMER, Ergin: Anayasa ve Yabancı Kanun 549—565 OCAKÇIOĞLU, tsmet: Anayasa Mahkemesi Kararlan 567—586
OLGUN, İhsan: Hukuk ve Adalet 587—593 OYTAN, Muammer : Ombudsman Eli İle İdarenin Denetimi Ko
nusunda Kıyaslaman Bir İnceleme 595—627 ÖZBUDUN, Ergun : İzmir'de Siyasal Parti Yöneticilerinin Sosyo-
Ekonomik Nitelikleri 629—665 ÖZKAN, Işıl: Yabancıların Türkiye'de Arazi İktisabı 667—721
ÖZTAN, Bilge - ÖZTAN, Fırat: Kitap İncelemesi 723—727 ÖZTÜREL, Adnan: Ateşli Silâh Yaralarmda Yeni Buluşlar 729—737
ÖZTÜREL, Adnan : Kromozom Bozukluklarında Adli Tıp ve Ceza
Kanunu Bakımından Sorumluluk 739—748 REİSOĞLU, Seza: Vadeli Teminat Mektuplarından Ötürü Banka
ların Sorumlu Tutulabilecekleri Süre 749—755 TEKlNALP, Gülören: Son Yargıtay Kararları Karşısında Yaban
cı Tüzel Kişilerin Mirasçılığı 757—766 VI
nusunda Bir Araştırma 767—783 TİKVEŞ, Özkan: İdari Yargı ve Sorunları 785—807
TÖRE, Nahit : A Comparison Between the Lomé Convention and
the EEC - Turkey Association Agreement 809—834 TUNÇOMAĞ, Kenan: Toplu İş Sözleşmesi Yetkisinin Saptanma
sında Oylama (Referandum) 835—852 TURHAN, Turgut : Davacının veya Davaya Katılanın Teminat Gös
terme Yükümü 853—905 UYAR, Talih: İcra ve İflâs Dairelerinin Teftişi (İİK. madde 13). 907—912
UYAR, Talih : İcra ve İflâs Kanununun 94'üncü Maddesi Üzerine
Bir İnceleme 913—919 YÜCEL, T. Mustafa: Suç, Ceza, Cezaevi Gerçeği ve Ötesi 921—934
ZEVKLİLER, Aydın : Kamulaştırma, Satımın Özel Bir Çeşidi midir? 935—958
VII
BİYOGRAFİSİ
1912 yılında Üsküdar'da doğan Osman Fazıl Berki, ilk öğre
nimini Üsküdar'da, orta, öğrenimini Eskişehir'de tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesine yazılmıştır. Bu Fakül
tenin F.K.B. sınıfının sınavlarını başarı ile vermiş olmasına rağ
men, sonradan tıp öğrenimini bırakıp baba mesleğine dönmeğe ka
rar veren Osman Fazıl Berki 1935 yılında Fakültemize yazılmış ve hukuk öğreniminin ilk aşamasını başarı İle tamamlayarak, 1938 yılında, Hukuk Lisansı diplomasını almıştır.
Bundan sonra, Fribourg (İsviçre) Üniversitesi Hukuk Fakül
tesinde doktora çalışmalarına başlayan Osman Fazıl Berki «La succession ab intestat dans le droit international privé de la Turquie» adlı tezini savunarak, 1941 yılında, pekiyi (magna cum laude) derece ile Hukuk Doktoru unvanını kazanmıştır.
Yurda döndükten sonra, Yargıtay IV. Hukuk Dairesinde Yar
gıç Adayı olarak göreve başlayan Dr. Osman Fazıl Berki, Fakülte- mizce açılan Doçentlik sınavını kazanarak 1942 yılında Devletler Hususî Hukuku Doçentliğine atanmıştır.
1950 yılında Profesörlüğe yükselen Hocamız, 1956-1958 yılları arasında Fakültemizin Dekanlığını yapmıştır.
Sayın Prof. Dr. Osman Fazıl Berki, kendi isteği ile 1 Eylül 1974 tarihinde emekliliğe ayrıldığı ana kadar Fakültemizde Devlet
ler Hususi Hukuku derslerini devamlı olarak okutmuş ve uzun bir süre Mukayeseli Hukuk derslerini de vermiştir. Hocamız, 1956 yı
lından itibaren Ankara Akşam Yüksek İktisat ve Ticaret Okulun
da ve 1959 yılından itibaren Ankara İktisadî ve Ticarî İlimler Aka
demisinde Devletler Umumî ve Hususî Hukuku derslerini de okut
muştur.
araştırıcılığının da ne kadar verimli olduğu, bu yazıyı izleyen ya
yın listesinden de açıkça görülmektedir.
1956 yılında, Milletlerarası Alivoli Şahsiye Komisyonu Türk Seksiyonunda görev alan Sayın Prof. Dr. Osman Fazıl Berki, 1971 yılında bu Seksiyonun Başkanlığına getirilmiş ve bu uluslararası kuruluşun çalışmalarına gerçekten değerli katkılarda bulunmuş
tur. Bu alandaki çalışmalarının, bu gün yürürlükte olan Türk Va
tandaşlığı Kanununun hazırlanmasında büyük etkisi olmuş ve ül
kemizin şimdiye kadar sahip olamadığı iyilikteki bir vatandaşlık kanununa kavuşmasında büyük emeği geçmiştir.
Otuz yılı aşan hizmet süresi içinde, görevlerine titizlikle bağ
lılığı, çalışkanlığı, ciddiyeti, hiç çekinilmeden güvenilebilecek mert
liği, sert görünüşünün arkasına saklanan yumuşak kalpliliği ve iyilikseverliği ile hepimizin -öğrencilerinin ve meslekdaşlanmn- gerçek saygı ve sevgisini kazanmıştır.
Fakültemizin, Hocamıza sunmağa karar verdiği bu Armağan -büyük bir kısmı eski öğrencisi olan- Fakülte içi ve Fakülte dışı meslekdaşlanmn kendisine karşı besledikleri içten duyguların bir nişanesidir.
Bu Armağanın yayınlanmasının, Hocamızın 65 inci yaşını kut
ladığı yıla rastlamasından da yararlanarak, kendisine sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürdürmesi dileklerimizi sunuyoruz.
Prof. Dr. Hicri FİŞEK
X
I. Kitaplar :
/ — La succession ab intestat dans le droit international privé de la Turquie. (Thèse), Fribourg 1941, 116 s. «Faculté de l'Université de Fribourg».
(*) Yayın listesinde Ad. Der.
AHFD
Annales d'Ankara Batider
Bs.
C.
Hirsch'e Armağan
Huk. Der.
ÎHFM
1st. Bar. Mec.
İz. Bar. Mec.
Koloğlu'ya Armağan
Kürsü No.
Oğuzoğlu'na Armağan
s.
Sa.
kullanılan kısaltmalar:
Adalet Dergisi
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi.
Annales de l'Université d'Ankara (Ankara Üniver
sitesi Yıllığı).
Banka ve Ticaret Hukuku Dergisi (Banka ve Ti
caret Hukuku Araştırma Enstitüsü, Ankara).
Bası Cilt
Ord. Prof. Dr. Ernst E. Hirsch'e Armağan, Ankara 1964, «Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ya
yınları, No. 197».
Hukuk Dergisi (Ankara Barosu Dergisi).
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası.
İstanbul Barosu Mecmuası.
İzmir Barosu Mecmuası.
Prof. Dr. Mahmut Koloğlu'ya 70'inci Yaş Arma
ğanı, Ankara 1975, «Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, No. 367».
Kürsü (Hukuk, İktisat, Ticaret ve Maliye Dergi
si, S. Sabri Aytemiz, Ankara).
Numara.
Prof. Dr. Hüseyin Cahit Oğuzoğlu'na Armağan, Ankara 1972, «Ankara Üniversitesi Hukuk Fakül
tesi Yayınları, No. 303».
Sayfa.
Sayı.
ra 1949, «Güney Matbaacılık ve Gazetecilik T. A O.», 164 s.
(Zahit Çandarh ile beraber).
3 — Devletler hususi hukuku, Ankara 1949, «Nur Matbaası», XXIII+447 s.
4 — Kanun ihtilâfları, Ankara 1954, «İstiklâl Matbaacılık ve Ga
zetecilik Koli. Ort.», 133 s., (Hilmi Ergüney'le beraber).
5 — Devletler hususi hukuku, 2. bs., İstanbul 1956, «Fakülteler Matbaası», XXVH+543 s., «Ankara Üniversitesi Hukuk Fa
kültesi Yayınlarından No: 98».
6 — Devletler hususi hukuku, 3. bs., Ankara 1959, «Güzel Sanat
lar Matbaası», XXIV+615 s., «Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınlarından No: 134».
7 — Kanunî miras ve ölüme bağlı tasarruflardan doğan kanun ihtilâfları, Ankara 1960, «Güzel Sanatlar Matbaası», VII+
100 s., «Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları No: 148».
8 — Devletler hususi hukuku, C. I Tâbiiyet ve Yabancılar huku
ku, 4. bs., Ankara 1961. «Güzel Sanatlar Matbaası», XI+210 s.
9 — Devletler hususi hukuku, C. II Kanun ihtilâfları, 4. Bs., An
kara 1961, «Güzel Sanatlar Matbaası», XH+419 s.
10 — Türk hukukunda kanun ihtilâfları, Ankara 1962, «Güzel Sa
natlar Matbaası», XV+266 s., «Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınlarından No: 169».
11 — Devletler hususi hukuku, C. I Tâbiiyet ve yabancılar huku
ku, 5. bs., Ankara 1963, «Güzel Sanatlar Matbaası», XIII+
256 s.
12 — Devletler hususi hukuku, C. II Kanun ihtilâfları, 5. bs., An
kara 1963, «Güzel Sanatlar Matbaası», XVII+383 s.
13 — Mukayeseli medeni hukuk, Ankara 1963, 54 s. (Metin teksir
dir).
14 — Yabancılar hukuku ve kanun ihtilafları ile ilgili Yargıtay kararlarının tahlil ve izahları, Ankara 1963, «Güzel Ìstanbul Matbaası», 174 s., «Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Ens
titüsü, Yayın No. 37», (Hilmi Er güneyle beraber).
15 — Vatandaşlık hukuku, Ankara 1964, 31 s. (Metin teksirdir).
XII
ku, 6. bs., Ankara 1966, «Güzel Sanatlar Matbaası», XV+
262 s.
17 — Devletler hususi hukuku, C. II Kanun ihtilâfları, 6. bs., An
kara 1966, «Güzel Sanatlar Matbaası», XVII+383 s.
18 -— Devletler hususi hukuku, C. I. Tâbiiyet ve yabancılar huku
ku, 7. bs., Ankara 1970, «Güzel Sanatlar Matbaası», XVI+
300 s.
19 — Türk hukukunda kanun ihtilâfları, 2. bs., Ankara 1971, «An
kara Üniversitesi Basımevi», XVI+256 s., «Ankara Üniver
sitesi Hukuk Fakültesi Yayınları No: 287».
20 — Devletler hususi hukuku ile ilgili Danıştay ve Yargıtay ka
rarları, C. I Tâbiiyet hukuku (1963-1975), Ankara 1975, «Se
vinç Matbaası», VIII+265 s., (Prof. Dr. T. Ansay-Dr. T.
Arat'la beraber), «Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ya
yınları No: 379».
II. Etüt - Makale - Konferanslar :
1 — «Evlât edinme ve bu hukuk müessesesinden doğan kanun ihtilâfları», (1st. Bar. Mec, 1942, Sa. 11, s. 710-726).
2 — «Devletler hususi hukukunda amme intizamı», (tz. Bar. Der., 1942, Sa. 27, s. 462-470).
3 — «Türk hususi hukuku düvelinde boşanma ve ayrılık», (İHFM, 1942, C. Vili, Sa. 1-2, s. 101-190).
4 — «Mal rejimleri ve bunlardan doğan kanun ihtilâfları», (AH- FD, 1943, C. I, Sa. 1, s. 146-162).
5 — «Pey akçesi, rücu tazminatı ve cezaî şart (mukavele cezası etrafında tetkikler)», îst. Bar. Mec, 1943, C. XVII, No. 5, s. 277-303.
6 — «Devletler hususi hukukunda kanuna karşı hile», (AHFD, 1944, C. I, Sa. 3, s. 406-423).
7 — «Miras ve vasiyete tatbik edilecek kanun», (AHFD, 1944, C.
I, Sa. 4, s. 486-505).
8 — «Devletin mirasta mevkii ve bundan doğan kanun ihtilâf
ları», Huk. Der., 1944, C. I, Sa. 3, s. 4-8.
XIII
rarların Türkiye'de tanınması ve tenfizi», (Huk. Der., 1944, C. I, Sa. 6, s. 6-9).
10 — «Türk Devletler hususi hukukunda vasiyet», (AHFD, 1945, C. Il, Sa. 2-3, s. 175-190).
11 — «Fahiş faiz meselesi», (Ad. Der., 1946, Sa. 2, s. 137-144).
12 — «Türk hukukunda evlenmenin tâbiiyete tesiri», (AHFD, 1946, C. IH, Sa. 1, s. 46-61).
13 — «Ecnebilerin hukuk ve vazifeleri hakkındaki muvakkat ka
nunda teminat», (AHFD, 1946, C. Ili, Sa. 2-4, s. 403-422).
14 — «Çifte tâbiiyet», (AHFD, 1947, C. IV, Sa. 14, s. 348-367).
15 — «Vatansızlık», (AHFD, 1948, C. V, Sa. 1-4, s. 167-192).
16 — «Türk Vatandaşlık Kanunu'nun aslî tâbiiyete müteallik hü
kümleri», (AHFD, 1950, C. VII, Sa. 1-2, s. 146-159).
17 — «Yabancıların köylerde miras yolu ile mal iktisap edebilme
leri - Karar incelemesi», (AHFD, 1950, C. VII, Sa. 3-4, s. 635- 636).
18 — «Türk devletler hususi hukukunda babalık davası», (AHFD, C. VII, Sa. 34, s. 359-377).
19 — «Evlilik dışında doğmuş olan çocuğun tâbiiyeti ve tatbik edilecek kanun - Karar incelemesi», (AHFD, 1950, C. VII, Sa.
34, s. 636-638).
20 — «Türk hukukunda sahih nesepten doğan kanun ihtilâfları», (AHFD, 1951, C. Vili, Sa. 1-2, s. 512-523).
21 — «Yabancıların Türkiye'de gayrimenkul edinebilmelerinin şartları, hususiyle şuf'a dolayısiyle temellük iddiasında bu
lunabilmeleri - Karar incelemesi», (AHFD, 1951, C. Vili, Sa.
34, s. 739-740).
22 — «Devletin mirasçılığı - Karar 'İncelemesi», (AHFD, 1951, C.
Vili, Sa. 34, s. 740-743).
23 — «Hacir davasının Türkiye'de görülmekte olan boşanma da
vasına müteferri olması itibariyle Türk mahkemesinde gö
rülebileceği - Karar incelemesi», (AHFD, 1951, C. Vili, Sa.
34, s. 743-745).
24 — «Türk hukukunda ahkâmı şahsiyeden doğan teşrii ve kazai selâhiyet ihtilâfı esasları», (AHFD, 1952, C. IX, Sa. 1-2, s.
452472).
XIV
karar incelemesi», (AHFD, 1952, C. IX, Sa. 3-4, s. 243-245).
26 — «İtalyan tâbiiyetinde olan şahsın vefatında mirasçılarının Türk mahkemesinden gayrimenkullerin tevarüs ve intika
linde inticaç edilmek üzere aldıkları veraset senedinin men
kullerde de muteber ve şâmil olması-Karar incelemesi», (AHFD, C. X, Sa. 14, s. 792-795).
27 — «Türk hukukunda tâbiiyetin ziyaı», (AHFD, 1953, C. X, Sa.
1-4, s. 433-449).
28 — «Nationalité en droit Turc», (Annales d'Ankara, 1954-1955, Année 5, s. 79-95).
29 — «Evlât edinenin ölümü halinde velayet hakkının asıl ana ba
baya avdet edip etmeyeceği - karar incelemesi», (AHFD, 1954, C. XI, Sa. 1-2, s. 634-640).
30 — «Türkiye'de yabancılar hukuku», (AHFD, 1955, C. XII, Sa.
1-2, s. 172-200).
31 — «Türk vatandaşlığından düşürme kararının neticeleri», (Ad.
Der., 1960, Sa. 8, s. 465-468).
32 — «Kambiyo senetlerinde ehliyetten doğan (ihtilâflar», {(Bati- der, 1961, C. I, Sa. 2, s. 143-148).
33 — «Yeni vatandaşlık kanununun tâbiiyetin kazanılması ve kay
bı hakkında kabul ettiği esaslar», (Hirsch'e Armağan, 1964, s. 294-326).
34 — «Türk ticaret hukukunda kanunlar ihtilâfı ile ilgili esaslar», (Kürsü, 1969, Sa. 1, s. 3-7).
35 — «Türk vatandaşlığı hukukunda toprak esasının gelişmesi», (AHFD, 1970, C. XXVIII, Sa. 1-2, s. 67-75).
36 — «Mukayeseli hukukta ve devletler hususi hukukunda sağ ka
lan eşin miras hakkı», (Kürsü, 1970, Sa. 2, s. 66-71).
37 — «Türk hukukunda evlenmenin tâbiiyete tesiri», (Oğuzoğlu'na Armağan, 1972, s. 89-100).
38 — «Türk hukukunda kanun ihtilâflarının genel esasları», (Kol- oğlu'ya Armağan, 1975, s. 599-612).
39 — «Yetkili makam kararı ile Türk vatandaşlığının kaybı»
(AHFD, 1975, C. XXXII, Sa. 1-4, s. 117-134).
XV
Prof. Dr. Coşkun ÜÇOK (*) Arkadaşım ve uğraşdaşım profesör Osman Fazıl Berki'ye su
nulacak armağan için bir yazı istendiğinde, birden bire aramızdan ayrılanlar gözlerimin önünde bir geçit yapmaya başladılar...
1943 Ekiminde Ankara Hukuk Fakültesine asistan olarak gi
rişimden bugüne kadar tam otuzüç yıl birkaç ay geçmiş. Bu uzun süre içinde aramızdan ayrılanları üç grupta toplayabiliriz : 1 ) Va
zife başında ölenler : Hemen ciddî tutumu ve öğrencilerini iyi ye
tiştirmesi ile ün salmış ince zevkli, o, Fakülte bahçesini düzenle
ten, Profesörler odasını özenle döşeten Esad Arsebük aklıma geli
yor. Emekli olmasına birkaç ay kala ecel onu aramızdan alıp gö
türmüştü. Sonra hiçbir zaman unutamadığım Muvaffak Akbay, o erkek, o sözünün eri, olgun ve dolgun konuşan, kişiliği ile insanı etkileyen Akbay; bir bayram tatilinde gittiği İstanbul'dan ölüm haberi gelmişti de uzun süre inanamamıştık. Hepimizin hocası Süheyb Derbil; 1960 devriminden sonra bir kış günü bizi bırak
mış, ansızın göçüp gitmişti. Her konuya uygun olarak anlattığı ve hâla yeri geldikçe yinelediğimiz, hepimizi onu ansıttığı için acı acı gülümseten fıkraları.... 1950 seçimlerinden sonra aramıza katılan sevimli, espirili, kendini tanıyan herkesin sevdiği Yavuz Abadan....
Fakülte dekanlığı, üniversite rektörlüğü yapmış olan, bütün öğre
nim döneminde benim medenî hukuk hocam, kendi yararı bahse konu olduğunda bile objektif olmaktan geri kalmayan, çok kızdığı zamanlarda da hemen düşünüp haksız olduğuna karar verirse ca- yabilen, haklının hakkını teslim eden hocam Hüseyin Cahid Oğuz- oğlu. Bir yaz Karadeniz kıyısında iken Londra'da öldüğü acı habe
rini aldığım Karadenizli hocam Tahsin Bekir Balta; o, bölgesine özgü şivesini yitirmemiş, ama yalnız kendi alanında değil huku
kun bütün alanlarında köklü bir kültüre sahip, her sorunda dü- (*) A. Ü. Hukuk Fakültesi öğretim Üyesi.
Bülend Nuri lisen; türkçeyi mi yoksa fransızcayı mı daha güzel ko
nuştuğu kestirilemeyen, «ölmek hakkı» adlı şiiriyle tabutu başında bizi yeniden yaslara boğan şair Bülend; o, hoşgörülü, güler yüzlü, o arkadaş canlısı, o kin tutmaz, insan sever Bülend. Bülend işte!
2) Emeklilik yaşları geldiği veya kendileri emekli olmak is
tedikleri için aramızdan ayrılanlar: Önce ben Fakülteye yazıldı
ğımda dekan olan ceza hukuku hocam Baha Kantar geliyor ak
lıma. Hani çabuk kızıp, çabuk affeden, hepimizin hem korku hem sevgi ile bağlı olduğumuz hocamız Kantar; hani emekliye ayrılır
ken kendi için yapılan törende öğrencilere son söz olarak : «Dü
rüst olunuz! Dürüst olunuz! Dürüst olunuz.» diyen dürüst hocamız Kantar. Sonradan Fakültemize katılmış olmakla birlikte 1946'da Üniversiteler Kanunu'nun uygulanmaya başlaması ile ilk dekanlığa seçilen sessiz, kültürlü, ağır başlı Zeki Mesut Alsan; şimdilerde İstanbul'da Boğaziçi'nde yaşamını sürdüren, herkese kendine say
gı aşılayan Alsan. Onu son olarak Fakülte'nin 40. kuruluş yılı tö
renlerinde kendine onursal doktora sanı verdiğimiz gün gördüm;
Tanrı ömrünü daha uzun etsin... Bütün öğrencilerin babası, içi yalnız insan, özellikle öğrenci sevgisi dolu, bir öğrencisinin bir der
dini öğrendikte, yaya olarak gittiği dairelerde eski öğrencilerine o derde deva bulduruncaya kadar çırpman, engin bir hukuk bil
gisine ve çok geniş bir kültüre sahip Vasfî Raşid Sevig; o tenbel öğrencilerine, ne olur ne olmaz «üss-i mizan» dan kalırlar belki diye 10 veren, ancak çalışkanlarda böyle bir tehlike olmadığı için onlara 9 veren Sevig. Yanında çalışmış olmakla her zaman onur duyduğum, bir karınca kadar çalışkan, bir arı kadar verimli, bir yanlışını söylediğinizde hemen araştıran, gerçekten yanlış olduğu
nu görünce teşekkür eden; kendi çalışmaları ile sağlam bir fran- sızca ve almanca öğrenmiş olan, kafasının içi pırıl pırıl bir eski Mekteb-i Kuzat mezunu, Sabri Şakir Ansay. Bizim kuşaktan ol
duğu hâlde yaş sınırını beklemeden sağlık nedenlerinden ötürü emekliliğini isteyen, çalışkan, tok sözlü, sağlam hukuk kültürlü Osman Berki. Ciddî içtenlikli, asker ocağından gelmenin izlerini sınırsız bir kibarlıkla bağdaştırmasını bilmiş, her kese sevgi dolu gözlerle bakan, eleştirilerini bile gülümseyerek yapan hocam Mah
mut Koloğlu.
3) Türlü nedenlerle istifa veya başka kuruluşlara naklederek aramızdan ayrılanlar : Bunların başında milletvekili seçildikleri
XVIII
sonradan siyasal yaşamını sürdürmek için gene istifa etmiş; Vedat Dicleli ise 1950'de seçilemeyince özel sektörde çalışmayı yeğle
mişti. Bu iki lise arkadaşından sonra aramızdan istifa yoluyla ay
rılan hoca, Profesör Esnest Hirsch oldu. Onunla aynı günlerde An
kara Hukuk Fakültesinde çalışmaya başlamıştık. Ben Almanya'da tarih - coğrafyadan doktora yaptıktan sonra dönmüş asistan ola
rak vazifeye başlamıştım, o T.C. uyrukluğuna geçmiş ve İstan
bul'dan Ankara Hukuk Fakültesi'ne nakletmişti. Onun gelmesi ile Fakülte'nin bilimsel havası değişmiş, daha doğrusu adı fakülte olan Ankara Hukuk Yüksek Okulu fakülte kimliğine bürünmüştü.
Seminerler, uygulamalı dersler onunla başlamış, o, öğrenciye de öğreticiye de ışık tutmuştu. 1950'lerde Hür Berlin Üniversitesi'nden çağrılınca, birkaç kez izinli olarak gitmiş, sonunda hepimizin yü
zümüzden okunan üzüntülerimiz, ama başarı dileklerimizle ve dü
rüstçe istifa ederek ayrılmış, gene de T.C. uyrukluğunu bırakma
dığı gibi fakültesini de hiçbir zaman unutmamıştır. Prof. Hirsch'- ten sonra maliye doçentliğini yeni kazanmış olan Bedi Feyzioğlu İstanbul'a nakletmek isteği ile bize baş vurmuş, bu isteği hocası Fadıl Hakkı Sur tarafından «yetiştirdik, bizi bırakıp gidiyor» söz Ieri, ancak gözlerinde beliren, yetiştirdiği kimsenin hemen istan
bul'dan çağrılmasının verdiği mutluluk ışıkları ile karşılanmıştı.
1960 ihtilâlinden hemen sonra İlhan Lütem, alanı olan «Devletler Hukuku» nun uygulamasını yakından görmek için Dışişleri Ba
kanlığına geçmek istediğini söyleyerek bu bakanlığa geçti. Ne za
man isterse dönebileceğini söyledik kendine. Sonradan Birleşmiş Milletler'de seksiyon müdürlüğüne kadar yükselen Lütem, New York'den yolladığı kartlarla bizi unutmadığını kanıtladığı gibi.
Türkiye'ye geldiğinde de hemen Fakülte'ye bizleri görmeğe gelme
yi hiçbir zaman savsaklamadı.
1960'da talihsiz 147'ler listesinde bir talihsizlik eseri yer al
mış olan hocalarımızdan Fadıl Hakkı Sur 147'ler sorunu çözümlen
diğinde Strasbourg'da Avrupa Konseyi'nde vazifeli olduğu için Fa
külte'ye kısa bir süre için döndükten sonra önce izin aldı, arka
sından Konsey'deki vazifesine devam edebilmek için istifa etti.
Şimdi Konsey'den emekli olan hocamız yurda dönmüş bulunuyor.
Fakülteye sık sık uğruyor ve kendini tanıyan, tanımayan her keş
ten layık olduğu sevgi ve saygıyı görüyor. Hikmet Belkez ise Fa
külte'ye birkaç gün için geri döndü ve ısrarlara rağmen istifa etti XIX
gene içten bir sevgi ile karşılarız.
Şimdi Maliye Bakanı bulunan Yılmaz Ergenekon da önce Dev
let Planlama'da ek görev almış, sonra özel sektörde çalışmak iste
diği için usulüne uygun olarak Fakülte'ye baş vurmuş, istifasının kabulünü istemişti.
Ceza hukuku profesörü Faruk Erem de emekliliğini isteme
den önce istifa etmeyi uygun görmüş, ancak istifa bildirisinde kul
landığı bir kaç talihsiz söz, kendi için de bir talihsizlik olmuştu.
Yoksa bu gerçekten çalışkan ve verimli, şair ruhlu arkadaşımız için de diğer hoca ve arkadaşlarımıza yaptığımız gibi bir arma
ğan çıkarmayı hepimiz vazife bilirdik.
1975 Senato seçimlerinde Ankara senatörü seçilen öğrencim Uğur Alacakaptan CHP'ye girince, kanuna uygun olarak, istifa di
lekçesini de Fakülte'ye sunmuştu. Şimdi Fakülte Kurulu'nun o gün
kü oturumunu bugün gibi anımsayorum : Uğur tam karşımda otu
ruyordu. Kimimiz söz alarak, kimimiz özel konuşarak, iyi düşün
mesini, bizden ayrılmamasını söylüyorduk. Sonunda karşılıklı dolu dolu gözlerle birgün siyasal yaşamdan vaz geçerse aramıza dönmesi, bu arada da sık sık Fakülte'ye uğraması sözverisi üzeri
ne anlaştık. Uğur sözünü tutuyor. Fakülte'nin tatil olduğu bu gün
lerde kimi vazifedeki arkadaşlardan daha çok bizi arayor.
Aramızdan son ayrılan da sınıf arkadaşım İlhan Arsel oldu.
Arsel 14.10.1976'da istifasını Amerika'dan bize telledi : «Tutu
munuzdan ötürü istifa ediyorum. Nedenlerini gelince açıklayaca
ğım». Oysa istifanın nedenleri ve tutumumuz bizce açık seçik or
tadaydı : Arsel Üniversiteler Kanununun 62. maddesi uyarınca bir yıl için görevlendirilerek 2.6.1969 tarihinde yurt dışına çıkmıştı.
Bu bir yıllık süre ve yaz izni 18.8.1970'de biten Arsel bu tarihten başlayarak ve istisnai olarak bir yıl için daha görevlendirilmiş;
bu süre de bittiğinde iki aylık bir gecikme ile ancak 20.10.1971 ta
rihinde yurda dönmüş 1971 güz dönemi sınavlarında bulunmamış
tı. Arsel yeniden bir yıl izin istemiş, bu sefer büsbütün istisnai olarak, orada ders vermek ve burada ücret almamak üzere ken
dine yeniden bir yıl izin verilmişti. Hatta o altı ay izin istemişti de hazırlamakta olduğundan bahsettiği kitaplarını bitirmesi ve ders vermesi için kurulumuz bir yıl izin vermişti. Bu, kendi için büyük bir sürpiriz olmuş, kurulda söz alarak, bu hareketimizi hiç
XX
miş, söyleyecek söz bulmakta güçlük çekdiğini ileri sürmüştü. Sonra
dan ne orada ders verdiğine ilişkin bir bilgi elde edebildik, ne de, ancak Amerika'da hazırlanabilecek bir kitabını gördük.
Arsel'e bu üçüncü sefer 15.10.1972 tarihine kadar izin verildiği hâlde ancak 13.11.1972'de yurda dönmüş, Haziran 1973 sonundan Ekim 1973 sonuna kadar gene izinli olarak Amerika'ya gitmiş buna karşın Kasım 1973 sonunda yurda dönmüş, yani gene güz sınavların
da ve doçentlik jürilerinde bulunmamış ve 27.12.1973 tarihinde ameliyat için tıp fakültesine yatmış, 7.1.1974 tarihinde taburcu ol
muş, almış olduğu iki aylık istirahati de yurt dışında geçirmek için Amerika'ya gitmiştir. 1975 yılında «taş teşhisi şüphesi(!)» nden ötürü aldığı 45 günlük istirahat buraya gelmesini engellerken, 1974 yılında ağır bir ameliyattan sonra aldığı iki aylık istirahat ters yönde bir seyahete engel olmamıştır. 7.3.1974'te istirahat süresi do
lan Arsel gene bir hafta gecikme ile vazifesi başına gelmiştir. 1974 yazında izin almadan, bir dilekçe bırakarak Amerika'ya giden Arsel Fakülte'de sınavların başladığı 25 Eylülde vazife basma gelmediği gibi adi posta ile gönderdiği izin dilekçesi ancak 16.10.1974 tari
hinde Fakülte'ye gelmiş, kendi de 21.10.1974 tarihinde toplanan üyesi bulunduğu doçentlik jürisine katılmamıştır. 1975 yılında ise gene izin almadan 4 Temmuz 1975'de bir dilekçe bırakarak Ame
rika'ya gitmiş 25.9.1975'de vazife başında olması gerekirken aynı tarihli bir dilekçeyle bir haftalık dekanlık izni istemiş, bundan sonra 10.10.1975'de rektörlükçe verilen 15 günlük izni kullanmış ve bu iznin bittiği gün New York'daki iki Türk doktorunun ver
diği «hâlibde taş teşhisi şüphesi» ve «duedenumda ülser başlan
gıcı» ndan ötürü aldığı 45 günlük istirahat raporuyla Amerika'da kalmaya devam etmiş, bu raporun bitiminde gene aynı doktorlar
dan aynı nedenlerle bu kez 30 günlük bir rapor almış, böylece 1976 yılı Şubat tatiline ulaşmış ye Şubat tatilini yurt dışında geçir
mek için dilekçe vermiş, Şubat sonunda da rektörden 15 günlük izin istemiştir. Bu dilekçe rektörlükten fakülteye havale edilmiş ancak geç kalındığından bir işlem yapılamamıştır. Adı geçen, so
nunda 18.3.1976 tarihinde vazifesine başlamış, 5 Temmuz 1976'da gene bir dilekçe bırakarak Amerika'ya gitmiş, 5.8.1976'da izninin bittiği kendine bildirildiği hâlde 26.9.1976 da dekanlığa gene adi pos
ta ile bir dilekçe göndererek izin istemiş, bu izin verilmediği için 14.10.1976'da istifa ettiğini bildirmiştir. Bu istifa Fakülte Kurulu'nda 1 çekimsere karşı oybirliği ile hemen kabul edilmiştir.
XXI
lattığı ve Fakülte'ye imzasız olarak gönderdiği istifa gerekçesinde (buna da dilekçe demektedir) kendini kıskandığımızı, her türlü bilimsel çalışmasını engellemeğe çalıştığımızı «seviyeli düzeyde»
yani «seviyeli seviyede» bilim yapamadığımızı, cahil olduğumuz için cahiller yetiştirdiğimizi, aktarma ve çalma kitaplar yazdığı
mızı, anarşik olaylarda fakülte kapatıp olayların ve sorumluların üstüne gidemediğimizi, bu ve buna benzer nedenlerle artık ara
mızda kalmasının olanaksız olmasından ötürü istifa ettiğini bil
diriyor.
Bu gerekçeyi okuyunca, itiraf etmeliyim ki, o pek öğündüğü
«Arap Milliyetçiliği ve Türkler» adlı kitabının ancak bir bölümünü okuyabildiğim zamankinden daha çok şaştım. Demek ki, Arsel ara
mızda kalamıyacağını anlayabilmesi için 7. yıl sonunda kendine artık izin vermememiz gerekli imiş diye düşündüm ve üst üste üçüncü yıl ona izin verdiğimizde, yukarıda söylediğim gibi, bize nasıl teşekkür edeceğini bilemediğini, bize lâyık olabilmek için çalışacağını söylemesi aklıma geldi.
Biz burada en kritik günleri nasıl geçireceğimizi hesapla]- ve gerekli gördüğümüz önlemleri almaya çalışırken, kimimiz sıkı yö
netim mahkemeleri önünde ilgili olmadığı hesapları verir, gerek
siz yere tutuklanırken, o bütün 12 Mart dönemini ve ondan sonra bugüne kadar geçen kritik günleri Amerika'da izinli olarak veya raporla veya kendi kendine izin vererek geçirdi. 75-76 ders yılında nihayet Mart ortasına vazife başına gelebilince de öğrencilerin yönetmelik yüzünden öğretimi aksattığı günlerde «ben yeni yapı
lan binada derse giremem, hayatî tehlike görüyorum, öğrenciler buraya (eski binaya) derse gelsinler» dedi; boykot yapan öğrenci
lerin, gerici veya şeriatçı olmadıklarını da pek alâ biliyordu. Aca
ba niçin öğretimi tatil ettiğimiz zamanlarda Amerika'dan hemen gelip, alınması gerekli önlemler için bize akıl vermedi?
Arsel «Arap Milliyetçiliği ve Türkler» adlı kitabının başına
«bu kitaptaki fikirlerden dolayı, fakültemiz sorumluluk taşımaz»
yazılmış olmasından yakınmakta ve «bu kitabın yayınlanmasına engel olanların ilerde yüzleri kızaracak mıdır bilmiyorum» demek
tedir. Önce şunu söylemek isterim ki, kitap bir monografya oldu
ğu ve doğrudan doğruya hukuku ve hele yazarın alanı olması ge
reken anayasa hukukunu ilgilendirmediği hâlde iki kez basılmış
tır. Hatta baş tarafından bir bölümü önce dergimizde yayınlandığı XXII
gide yayınlanan bölüm bir yana bırakılırsa birinci baskı Fakül- te'mize 116.245 liraya ikinci baskı da (yönetmelik gereğince yazar hakkı ödenemediğinden) 62.986 liraya, yani toplam 179.231 TL.
malolmuştur. Ayrıca Arsel'in «Teokratik Devlet Anlayışından Lâik Devlet Anlayışına» adlı kitabı da Fakülte'ye 171.405 liraya, yani bu iki kitap toplam 350.636 liraya malolmuş ve Arsel Dergi'deki bö
lümden aldığı bir yana bu iki kitaptan 72.675 ira yazar hakkı al
mıştır.
Evet yüz kızarması sorununa dönelim. Benim yüzüm, bu yan
lışlar ve çelişkilerle dolu kitabın, hem de iki kez aynı yanlışlıklar ve çelişkilerle, yayınlanmış olduğunu düşündükçe kızarmaktadır.
Bereket arkadaşlar kitabın birinci baskısının başına Arsel'in o ya
kındığı tümceyi koymuşlar da, konudan anlayanlar «o kitabı na
sıl bastınız?» sorusunu sorduklarında, «ne yapalım yönetmeliğe göre bir profesörün yazılarını kimse bilimsel bakımdan kontrol edemez, gördüğünüz gibi arkadaşlar hiç olmazsa, bu kitaptaki fikir ve görüşlerden ötürü, Fakülte'mizin sorumluluğu yoktur çekince
sini koymuşlar» diye yanıtlayabiliyoruz.
Bu kitabı baştan başa eleştirmeği göze alamadığımı burada söylemek isterim. Büyük bir hevesle okumaya başladığım kitapta öyle çelişkiler ve öyle yanlışlarla karşılaştım ki daha fazla okuya- madım. Başta 60-70 sayfa kadar okuduktan sonra bir de şurasına burasına baktım ve bıraktım. Eğer bütün kitabı okuyup eleştir
mek isteseydim sayın Prof. Ömer Faruk Akün'ün, Feyziye Abdul
lah Tansel'in kitabına yazdığı eleştiri gibi en aşağı 400-500 sayfalık bir kitap yazmam gerekirdi (1).
Ben onun için, kitap hakkında bir iki genel sözden sonra yal
nız okuduğum sayfalarda rastladığım kimi çelişkilere ve yanlışlara değinmekle yetineceğim. Kitabın bilimsel bir tasnifi olmadığı için bu eleştiri de tasnifsiz olacak. Okuyuculardan özür dilerim.
Önce yazar değil arapça ve farşça bilmek, Arap harflerini bile tanımadığı ve çeşitli ulusların ve tslâm Ansiklopedisinin bu harf
leri lâtin harfleri ile ifade etmek için kullandıkları transkripsiyon
ları da bilmediği için kitapta Arap ve Fars yazar ve kitap isimleri (1) Bk. Feyziye Abdullah Tansel, Namık Kemal'in hususî mektupları, I.
cild, Ankara 1967, 518 S; II. cild, Ankara 1969, 532 S. ve Ömer Faruk Akün, Namık Kemal'in mektupları, İstanbul 1972, 542 S.
XXIII
lardır. Bunlardan bildiğim adlan saptayabildim, ama bilmedikleri
min asıllarının ne olduğunu öğrenebilmek için günler ve günlerce araştırmak gerek; örneğin : İbn Arab adlı bir yazar yoktur tbn ül-Arabî vardır (D.2) (2); Belâzûrî kimi zaman Beladuri kimi za
man da Baladhuri biçiminde verilmiştir (D. 14 ve 17 not 14, 1.29);
îbni Havkal olmuş İbni Haykaî (D. 14, 1.29); Zemahşerî bütün ki
tapta olmuş Zemakşeri (örn. 1.29); Kubad olmuş Kubah (D. 17);
Humarevevh olmuş Humaveyh (1.56); Bildiğimiz Gazze şehri ol
muş Gaza (1.62); Canberdî olmuş Gambardi (1.65); Mu cem ül- Buldân ise aynı sayfanın metin bölümünde Muêjum al-Buldan ve not bölümünde Mo'djem eî-Bouldan (1.46, ve not 65) biçiminde ya
zıldığı ve yazarın «J» harfinin ingilizcede, «dj» bileşik harfinin de fransızcada «c» okunduğunu bilmesi gerektiği hâlde bu kitabın adı hiçbir yerde Mu'cem ül-Buldân olarak yazılmamıştır. Bu ör
nekleri sayfalarca uzatmak mümkündür. Ayrıca arapçadaki peltek
«s» yani üç noktalı «s» yi özellikle İngiliz ve Amerikalılar «th» ile gösterdiklerinden Arsel'in bu kitabında bütün bu harfler «t» ol
muş, örneğin Haris gibi adlar Harit diye verilmiş; tbn Hacer, İbn Hajar olmuş, Melik'ler Malik olmuş; giderek türkçede kullandığı- mış «eğer, eğer» sözcüğü bile «ağar» olmuş vbg. I.272-3'deki Sa'd bin Ubâda olmuş Seyid İbn Ubeyda. Sa'd ile Seyid arasındaki fark bir yana bin Ubâda nasıl İbn Ubeyda olmuş ona da şaşmak gerek.
Çünkü bir de Ebu Ubeyde vardır. Böylece bu iki ayrı kişi kimi yer
lerinden birleşmiş. Ancak Arsel arapçada Ebu sözcüğünün babası anlamına geldiğini ve çoğu kez bir lakab olarak kullanıldığın] ve ibn. bin veva ibni sözcüğünün de oğlu anlamına geldiğini bilme
mektedir. Örneğin Hanefî mezhebinin (3) kurucusu îmam-i Azam dive da adlandırılan Numan bin Sâbit'in lakabı doğruluk babası anlamına EBU Hanife'dir. Ancak Arsel bu büyük hukukçuya kimi zaman Ebu Hanefî, kimi zaman Hanife Efendi veya Hanefî Efendi demek cesaretini kendinde bulabilmektedir. Bugün bir hukukçu, Roma hukukçusu Gajus'u sevmese ve kendini ne kadar allâme de bellese. kalkıp da bu büyük hukukçuya Gujas efendi diyemez; veya bir fransız allâme de, Arsel'in çok sevdiği anlaşılan, Voltaire'i sev-
(2) Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi cilt XXIX. Sayı 34'den ayrı basımı kısaca «D»; Kitabın ikinci baskısını I. ve ikinci baskısını II. olarak gösterdim; bunları izleyen sayılar, sayfayı göstermektedir.
(3) Arsel mezheple sınıfın da farkını bilmediği için Haricîler ve Mu'te- zile sınıfı demektedir. 1.273.
XXIV
ne anlama geldiğini bilmediği içindir ki Arsel, 1.73'de Sa'd bin Ubâda'dan bahsederken bir kaç satır aşağıda Ubadah demekte, yani oğlu yerine babasını geçirmektedir.
Evet, Arsel İbn veya Bin sözcüğünün de oğlu anlamına geldi
ğini bilmememektedir. Bilseydi kitabında Abbasî halifesi al-Mu- tasım Bil'llah'va. adını al-Mu'tasim bin Allah biçiminde yazmazdı.
Böylece Hıristiyanların Allah'ın oğlu İsa dedikleri gibi Arablar'ın da Allah'ın oğlu Mu'tasım dediklerini Arsel'den öğrenmiş olduk.
Bunun bir dizgi yanlışı olduğu da savlanamaz; çünkü hem dergide (S. 20), hem kitabın I. baskısında (S. 35) hem de II. baskısında (S. 71) aynen yinelenmiştir.
Arsel dilimizde kullanılan kimi arapça sözcüklerin de doğru
sunu bilmemekte, bunları bugün ne yazıktır ki TRT'de bile kulla
nılan yanlış biçimleri ile yazmaktadır : «Havsala» yerine «hafsala»
(1.49; 11.104) ve «şefkat» yerine «şevkat» gibi (D. 17; I.,52-3). Bu
nu kendine ben söyledim : «Şefkat'ı, bir millî Eğitim Bakanımızın da radyodan söylediği gibi hem de büyük puntolarla ŞEVKAT yazmışsın» dedim. «Ah bu basımevleri!» yanıtını verdi. Ondan sonra çıkan ikinci baskıda gene Şevkat gene Şevkat (II., 68, 112).
D. 14'de, I.29'da ve II.62'de bahsedilen Şeyh Ebu îshak'm han
gi Ebu Ishak olduğunu saptamakta oldukça güçlük çektik. Eğer kitabının adı «Kitab el-Akahn» değil de «Kitab ül-Ekâlim» yani İklimler Kitabı, memleketinin adı da tsfahur (!) değil de İstahr ola
rak doğru verilseydi bunun el-îstahrî diye bilinen Ebu Ishak el- îstahrî olduğunu kolayca anlayabilirdik.
Kitabın kapağına Erich Fromm'un «Milliyetçilik bizim iğrenç günahımız, putperestliğimiz, çılgınlığımızdır....» sözü konmuş, on
dan sonra kitapta genel olarak Araplar'ın Türkler hakkında söyle
dikleri kötü sözler âdeta bir inatla toplanmaya çalışılmış ve Türk aydınları ve din görevlileri niye milliyetçi, hatta şoven milliyetçi davranmıyorlar diye ayıblanmış, küçümsenmiş, hiyanetle itham edilmiş, suçlandırılmış ve böylece Erich Fromm'un kapağa alman sözü ile tam bir çelişkiye düşülmüştür.
Araplar'ın bizim aleyhimizde söylediklerini böyle yüzlerce say
fada toplamaya ve bu sözleri bir de türkçe olarak Türk okuyucu
suna sunmaya hiç de gerek yoktu. Tarihte başka bir ulusun ege
menliği altına girmiş bir ulus doğaldır ki, kendini yöneten ulus XXV
böyle düşünüyorlar da yüzyıllarca egemenliğimiz altında yaşamış olan Yunanlılar, Bulgarlar veya Sırplar başka türlü mü düşünüp yazıyorlar? Hatta bunun tersi bile doğrudur. Biz Araplar'in ege
menliği altında kalmadığınızı hâlde kara kediye arap kedi; fotog- rafilerin negatifine, arabi; karışık işe, arap saçı; arapça değil mi uydur uydur söyle diyerek Araplar'ı hâla inatla küçümsemeği sür
dürdüğümüz gibi «ne Şam'ın şekeri, ne Arab'ın yüzü» tümcesi de âdeta ata sözü olmamış mıdır?
Arsel, Hz. Muhammed'e atfedilen Türk aleyhdan sözleri de toplamış ve bunlar üzerine fikir yürütmeye çalışmış ve bu arada Hz. Muhammed'e ısrarla Arap Peygamberi demiştir. islâmiyet, Musevîlik gibi bir ulusal din olmayıp evrensel bir dindir. Bundan ötürü de Peygamberi Arap Peygamber'dir ama Arap Peygamberi değildir. Evet, Türk sözcüğünün bütün bir ulusu giderek Slav, Cer
men gibi aynı kökden gelen bir uluslar topluluğunu kapsaması Hz.
Peygamber'den çok sonradır. Bundan ötürü de Hz. Huhammed'e atfedilen ve içinde Türk sözcüğü bulunan bütün sözler veya hadis
ler uydurmadır.
Arsel Araplar'm veya îranlılar'ın Türkler aleyhine sözlerini toplamakta o kadar büyük bir gayret sarfetmektedir ki, bununla ilgisi olmayan, İranlı şair Hafız-i Şirâzî ve Sa'di-i Şirâzî'nin «Türk»
sözcüğünü kullandıkları dizelerini de Türkler aleyhine sözler ara
sına koymaktan çekinmemektedir. Oysa Türk sözcüğünün farsça- da iki anlamı vardır: 1) Ulus adı olarak «Türk»; 2) Sevgili, ma
şuka (4). Arsel'in kitabına aldığı (I.,38) Hafız'm ünlü dizelerinde birinci Türk, sevgili anlamına, ikinci Türk ise ulus adı olarak kul
lanılmıştır. Burada Hafız «Eğer o Şirazlı sevgili ( = Türk) elini kalbime götürürse, onun yanagmclaki Hind beni için Semerkand ve Buhara'yi veririm» dedikten sonra, ama diyor o, kalbimde Türkler'in yağma tepsisinde hiçbirşey bırakmadıkları gibi kalbim
de sabırdan eser bırakmadı. Hafız ikinci kez de Türk'ü ulus adı ola
rak kullanıyor. Böylece iki ayrı anlama gelen bir sözcüğü her iki an
lamında kullanmış oluyor. Arsel «Han-i yağma = yağma tepsisi.»
nin de ne olduğunu bilmedği için Hafız'm Türkler'in yağmacılı
ğından bahsettiğini ileri sürüyor ve Hafız'a da çatıyor. Oysa Türk töresinde Beyler belli durum ve zamanlarda adamlarına şölenler
(4) Bk. Ziya Sükûn, Farsça - Türkçe Lügat, 1st. 1944, J., S. 579.
XXVI
kap kaçağı yağma etmeleri âdetti ve tepside hiçbir şey bırakılmazdı.
Onun için bu tepsiye Han-i yağma-yağma tepsisi denmiştir. Hafı
zın bu güzel lirik ve romantik dizelerinden Türkler'i yağmacılıkla itham etmek gibi anlamların çıkartılması için gösterilen çabayı anlamakta güçlük çekmekteyiz. Kaldı ki, «Türk» sözcüğü Sa'di-i Şirâzî'nin Arsel'in bu sefer kitabının II. baskısına aldığı (S. 115) dizelerinde de bir kez ulus anlamına, bir kez de sevgili anlamına kullanılmıştır.
Ayrıca başka ulusların Türkler'e yağmacı dediklerini kanıtla
mak için bu kadaı uğraşmaya değmez. Bütün uluslar yağmacıdır
lar. Giderek dinsel amaçla yapıldığı sanılan Haçlı Seferlerinde bile aslında İstanbul, Konya, Antakya vbg. Doğu'nun zengin kent
lerinin yağması olasılığı Batı'nın yüzbinlerini harekete geçirmiş
tir. Eskiden (5) savaşlar, büyük ulusal göçlerde, yani ulusların ken
dilerine yurtlar aramak için yola çıktıkları ve bunun için vuruş
tukları savaşların dışında hep yağma için, ganimet için yapılmış
tır. Bir yan yağma için, ganimet için, yani başkasının mallarını gasbetmek için yola çıkmış, bu uğurda vuruşup ölmüş, karşı yan da malını elinden kaçırmamak için savaşmıştır. Yoksa hele asker
liğin ücretli askerlik olduğu (6) o dönemlerde ganimet elde etme hırsı olmasa alman bir ücret için kimse bile bile ölümü göze al
mazdı. Kur'an'da bile ganimetin 4/5 inin bunu ele geçirenin ola
cağı hakkında âyet vardır (VIII., 41).
Arsel Türkler aleyhindeki bütün bu sözleri bulup yazdıktan, hatta Birûnî gibi büyük Türk bilginlerini de Arap sayıp Türk düş
manları arasına kattıktan sonra bir de bakıyorsunuz bu yazılanla
rın doğru olduğunu söylemektedir (1.36; II.S.71) :
«Şüphesiz ki Arab'ın kıskançlığını tahrik eden bu olaylar ya
nında onun Türk'e karşı diş bilemesini haklı kılan diğer davranış
lar yok değildir. Türk askerlerin sokakta ve pazar mahallerinde ve hatta Cami'lerde halkı tedirgin etmeleri, sokakta halkın üzerine atlariyle yürümeleri ve yaşlı, genç, zayıf, çocuk ve kadın farkı
(5) Bulunduğumuz yüzyılda bile yağmacılığın türlü biçimlerine rastlan
mıştır. Hem de II. cihan savaşında, Fransızlar, Almanlar, Ruslar vbg. arasında.
(6) Bunun içindir ki, Avrupa dillerinde asker sözcüğünün karşılığı hep ücret = solde sözcüğünden gelmedir : aim. ve Rrs. «soldat»; ingl.
«soldier»; ital. «soldato» vbg.
XXVII
ğildir. Halkın devamlı şikâyeti üzerinedir ki Halife Mu'tasım Türk askerlerinin çoğunu Başkent dışında bir yere nakletmek zorunda kalmıştır.».
O hâlde bütün bu çaba, bütün bu masraf (baskı ve yazar hakkı) niye? Bu insana ister istemez bir Arap atasözünü anımsa
tıyor : «Men bellagake es-sebbe keenlehu sebbe ileyke» «Sana küf- redildiğini söyleyen sana küfreder.»
Arsel bir de Türkler'in hıristiyanlığa iltifat ettiklerine veya hıristiyan olduklarına dair bir kayıt görünce hiçbir kaynak kritiği yapmadan bu sözleri alıp kabul etmekte ve hükümler vermekte
dir. Örneğin Selçuklular'm «Mikail» ve «İsrail» gibi hıristiyan ad
ları kullanmış olduklarını, böylece şeriat dinine (ne demekse!) fazla saplanmadıklarını söylemektedir (1.58). însan bu savlar kar
şısında şaşırıp kalıyor. Çünkü Mikail Kur'an'da geçen (II.Sûre,98) bir melek adı, İsrail ise gene Kur'an'da geçen (III.sûre.93) bir peygamber adıdır. Eğer «Mikail» adını kullanmak «şeriat dinine»
saplanmamaya kanıtsa, günümüzde Hakkârililer de «Şeriat dinine»
saplanmamaktadırlar. Çünkü bugün Hakkâri'nin Millet Meclisi'nde- ki biricik milletvekilinin adı Mikail İlçin'dir.
Bir de kitaptan şu alıntıya bakalım (1.59) :
«1432 ilâ 1433 yılları arasında İstanbul'a seyahet eden Ber- trandon de la Brocquiere (Broquière olması gerek) adında bir ya
zar anıları arasında Karaman beylerinden bazılarının (ve meselâ Murad bey'in ve oğlunun) Yunem dini geleneklerine göre vaftiz edildiklerini zikreder : «Bu devrin en kudretli beylerinden sayılan Murad bey ve oğlu Yunan dini gereğince vaftiz edilmişlerdi; eşleri arasında pek çok hıristiyan kadın bulunurdu. Bütün danışmanları (yardımcıları) dahi vaftiz edilmişlerdir». Bertrandon'un anıların
da şunları okumaktayız : «— O (Murad bey) ve oğlu Yunan usulün
ce vaftiz edilmişlerdir ve bu işi kötü pis kokulardan arınmak için yapmışlardı; bana söylendiğine göre oğlu'nun annesi bir hıristi- yandır. Devletin bütün ileri gelenleri de, pis kokmamak için vaftiz edilmektedirler.
Görülüyor ki, hıristiyan geleneği sayılan vaftiz'i, Türk hüküm
darları ve devlet ileri gelenleri, din fanatizmini bir kenara atarak sırf pis kokmamak amaciyle uygulamaktan kaçınmamaktadırlar.»
XXVIII
kitabı gerçekten Orientalistler için, özellikle XV. Yüzyıl Anadolu tarihi bakımından değerli bir kaynaktır. Ancak unutmamak gere
kir ki, kitabı yazan Önasya dillerinden hiçbirini bilmeyen bir Fran
sız seyyahıdır (yazarı değil). Gittiği yerlerde kendi dilini çat pat bilen birini bularak ondan bilgi edinmeğe çalışmakta ve bunları yazmaktadır; örneğin «Kara Yülük» u «Quharaynich», «Kara Yu
suf» u ise «Quharayschut» biçiminde yazmakta (8), «Konya» ya
«Cuhogne» demektedir (9); Karaman için de Germiyan için de
«Karman» sözcüğünü kullanmaktadır (10). Bu adamın yazdıkları
na ne kadar inanılır? Kaldı ki, vaftiz olanların pis kokmayacakları yolunda, dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir zaman bir inanış oluşma
dığı gibi vaftiz olanlar da hıristiyan olmak için bu işi yaptırırlar.
Daha doğrusu hıristiyan olmak için vaftiz olunur. Halbuki ayni Bertrandon de la Broquière Karaman beyi ibrahim beyin cuma günleri camiye gidip vazettiğini yazmaktadır. Hıristiyan bir hü
kümdarın cuma günü müslüman bir ülkede camiye gidip vazet
mesi düşünülemez bile. «Vaftiz etme» fransızca «baptiser» sözcü
ğünün aslı yunancadır ve yıkamak, yıkanmak anlamına gelir. Ka
nımızca burada de la Broquière, ibrahim beyin annesi de Rum olduğuna göre kokmamak için Rum yani eski Roma usulü yı
kandığını söylemek istemektedir.
Karaman beyi İbrahim bey diyorum; çünkü Bertrandon de la Broquière Karaman'a gittiğinde, burada hüküm süren bey ibrahim beydir ve seyyah da «Ibreym bai» diye yazmaktadır. Ne hikmetse Arsel İsrarla «Murad bey» den bahsetmekte ve böylece Karaman oğlu soyunda hiç bulunmayan bir Murad Bey'i tarihe hediye et
mektedir ( 11 ). Ayrıca Yunan dini ne demektir? Onu da anlıyama- dık. «Yunan dini» olduğuna göre acaba bir de «Bulgar dini», «Ma
car dini» var mı? Yoksa «à la loy greguesque» e ortodoks usulün
de demek doğru olmaz mıydı?
Genel olarak söyleyeceklerini böylece bitirmeden önce Arsel'in kullandığı açıklaması güç imlaya da değinmek isterim : Arsel
(7) Bertrandon de la Broquière, le Voyage d'Outremer, publiéet annoté par Ch. Schefer. Paris 1892, LXXVIII+323 S.
(8) B.de la Broquière, a.g.e., S. 119 not.
(9) B.de la Broquière a.g.e., S. 117.
(10) B.de la Broquière, a.g.e., S. 115.
(11) Halil Kdhem, Diivel-i îslamiyye, 1st. 1927. S. 300.
XXIX
latmakta, gerekmezken « ' » işaretini koymakta sözcükleri bölmek"
tedir : Örneğin onların, bunlar'dan gibi. Birçok arapça sözcüğü de yanlış yazmaktadır : hakîr yerine hakir, yukarda da işaret ettiği miz gibi şefkat yerine şevkat, havsala yerine hafsala vb.
Kitabın 4. sayfasında şu ilginç tümcelere rastlamaktayız : «Ta rih boyunca bağımsızlık nedir bilmeyen ve daima başkalarının idaresi ve egemenliği altında yaşamağa alışmış Arab, Rusya'nın kuklası olarak (!) hiç görmeğe alışık olmadığı 'hükmetme ve emretme' yetkisine sahip olarak ».
Arap milliyetçiliği üzerine 677 sayfalık (II. baskı) kitap yaz
mak yetkisini kendinde gören bir kimsenin bu tümceleri yazar
ken hiç olmazsa Emevi, Abbasî, Endülüs Emevî, Fâtimî devletlerini düşünememiş olması, bu bağımsız Arap devletlerinin tarihini bil
meyen ortaokul öğrencilerinin haklı olarak sınıfta bırakıldıkları bir ülkede çok düşündürücüdür.
28. sayfada şu savla karşılaşmaktayız : «Denebilir ki Tarihte Türk için Barbar deyimini ilk kullananlar (Çinli'lerden sonra bel
ki) Arablar olmuştur.»
İmdi «Barbar» sözcüğü yunanca olup ilkçağ Yunanlılar'mca yunanca konuşmayan uluslar için kullanılmış, sonradan Romalı
lar da bu sözcüğü benimseyerek Yunan ve Lâtin kültüründen ol
mayanlara «Barbar» demişlerdir. Sözcük daha sonraları ise bugün bilinen anlama gelir olmuştur. Bunun gibi Araplar da Arap olma
yanlar için «Acem» sözcüğünü kullanmışlardır (12). Çince doğal
dır ki, bilmiyorum, ancak çincede «R» harfinin olmadığını biliyo
rum. Acaba Çinliler nasıl Barbar diyebildiler sorunu bir yana, arapçada da Barbar sözcüğü yoktur. Arapça lügatlerde bulunan
«Berbâr» sözcüğü ise çok konuşan, toplantıda sözü uzatan adam anlamınadır (13). Acaba Araplar Türkler için bu sözcüğü mü kul
lanmışlardır da Arsel'in baktığı Belâzûrî (Baladuri, değil) nin ingilizce çevrisinde Berbâr sözcüğü barbar biçimine girmiştir, yok
sa çeviren Arap yazarın kullandığı arapça sözcüğü en iyi bir bi
çimde barbar sözcüğü ile mi karşılamıştır?
(12) Bk. ÎA. Acem maddesi.
(13) Bk. Kamus-i Okyanus tercümesi, 1st. 1305. II., S. 154.
XXX
«XIII. cü yüzyıl ünlü Arab Tarihçisi CUVAYNI'ye göre başlı
ğını taşıyan altbölümde tam üç kez «Arab tarihçisi», iki kez de
«ünlü Arab tarihçisi» deyimleri kullanılmıştır. Böylece daha önce değindiğimiz üzere ünlü Türk bilgini Bîrûnî'yi Arap yaptığı gibi, yazar burada da İran asıllı, İlhanlı (Moğol) devlet adamı Cüvey- nî'yi de Arap yapmakta ve bunun üzerine bir sayfa hüküm yürüt
mekte bir sakınca görmemektedir. Bu yanlışın, büyük İngiliz şairi Johann Wolfgang von Goethe demekten farkı yoktur.
Kendine bu yanlışını haber vermemiz üzerine yanlışlarını sa
vunmakta her zaman direnen Arsel ikinci baskıda güya bu yanlışı düzeltmek isterken daha da büyük yanlışlar yapmıştır : önce bu sefer iri puntolu yazılmış olan ve sahife başına geçen başlıkta gene
«ÜNLÜ ARAP TARİHÇİSİ» demekte direnmiş, sonra da (11.116) aynen şöyle bir sav ileri sürmüştür: «Cuvayni araçlıkla ve ailesinin Abbasiler e indiğini söylemekle öğünürdü.» Halbuki yol
lama yaptığı İslâm Ansiklopedisinde (14) şöyle yazılıdır: «... ken
di rivayetine göre silsilesi 13. batında Abbasiler in meşhur hâcibi Fazl b. el-Rebî'e çıkıyordu.». Şimdi bu mantığa göre, bir Hırvat çıkıp da «Benim soyum 13. göbekde Osmanlı başveziri Sokollu Mehmed Paşa'ya çıkar» dese, bu Hırvat'ın Türk olmakla ve aile
sini Osmanlılar'a dayandırmakla öğündüğünü savlayabileceğiz!
Gene (11.116) aynı sayfada Cüveynî hakkında verilen şu hük
mü bulmaktayız : «Görülüyor ki, Arap Tarihçisi, henüz o tarihler
de İslâm'a yabancı bulunan Orta Asya Türk'lerini kötü gösterme gayretlerinden geri kalmamaktadır». Yukarıda «Cuvayni (1226- 1282 milâdî)» diye bu ünlü İranlı tarihçinin doğum ölüm yıllarını veren Arsel, henüz o tarihlerde İslâm'a yabancı bulunan Orta As
ya Türkleri (!) nden bahsedebilmektedir. O tarihlerde ki, Selçuklu İmparatorluğu çoktan kurulmuş, yıkılmış; Anadolu'nun Ortaas- ya'dan gelen Müslüman Türkler tarafından ele geçirilmesinden (Malazgirt 1071) sonra ikiyüz yıl geçmiş, Anadolu Selçuklu dev
leti 1243 Kösedağı meydan savaşından sonra Moğol egemenliği al
tına girmiş, putperest Moğollar'm bile Batı'ya gelenleri yani İlhan
lılar artık müslüman olmuşlardır. Ortaasya'da o da kuzey bölge
lerinde müslüman olmayan, bugün hâlâ şamanizme bağlı ancak birkaç küçük boy kalmıştır. Osmanlı soyu bile Söğüd'e gelip yer
leşmiştir.
(14) Bk. ÎA., III., S. 249.
XXXI
kimi dizeleri almış ve bunlardan :
«Chio, l'île des vins n'est plus qu'un sombre écueil»
dizesini türkçeye :
«ŞİO, şarap diyarı, fakat şimdi sadece perişan bir dikenlik»
diye çevirmiştir. Kitabına almış olduğu dizelerde (1.55. not 85)
«Chio» adı üç kez geçtiği ve bunun bir ada = île olduğu dizede be
lirtildiği hâlde Arsel bunu «ŞİO» diye okumuş ve île sözcüğünü de
«diyar» diye çevirmiştir. Acaba Türkler'in eline geçen bu ada ne
residir diye merak etmemiştir. Etse ve örneğin Larousse Elémen
taire ìllustré'ye bile baksa bu sözcüğün fransızcada ŞİO değil KİO okunduğunu ve Sakız adası anlamına geldiğini belki görebilirdi.
Ayrıca dizedeki sombre = karanlık, gamli sözcüğünü perişan;
écueil = kayalık sözcüğünü de dikenlik diye çevirmiş ve dize yu- kardaki perişan hâline bürünmüştür. Halbuki şöyle çevrilmesi ge
rekirdi :
«Sakız, şarap adası, artık gamlı, bir kayalık'»
Arsel türkçe dahil bildiği dillerdeki sözcük ve tümceleri an
lamamakta veya kafasındaki önyargıya göre anlamakta, bir de üs
tüne üstlük bunlar hakkmda fikir yürütüp hüküm vermekte usta
dır. Bunun en güzel ve yeni bir örneğini Ağustos 1976 tarih ve 827 sayılı Varlık dergisinde yayınlamış olduğu insanı hayretler içinde bırakan «Değer ölçülerimizdeki zavallılık» adlı yazısında vermiş
tir : Bu yazıda Şeyh ül-İslâm Ebu s-Suûd Efendinin şu fetvasını ele almış : «Erkek karısını üç talakla boşadıktan sonra, cimaa kaadir olmayan pire, yahut oniki yaşında oğlancığa hülle etse
ler...». Baktığı kitapta (5) açıkça «PİRE» yani ihtiyara diye yazılı olduğu ve cimaa kaadir olmayan elendiği hâlde bu sözcüğü bitin yakın arkadaşı pire sanmış, cimaa kaadir olan ve olmayan pirenin hülle ile ilişkisini düşünmeden Ebu s-Suûd Efendi gibi Osmanlı toplumunun yetiştirdiği sayılı fıkıh bilginlerinden birine saldırıya geçmiştir. Ancak bunun yerinde ve çok güzel bir cevabını da Prof.
Dr. İsmail Cerrahoğlu'ndan almakta gecikmemiştir (16).
(15) Bk. M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi Fetvalar. 1st, 1972. S. 52. sayı 133.
(lft) Bk. İsmail Cerrahoğlu, «Değer iüçülerimizdeki zavallılık». Diyanet Gazetesi 15.Arahk.1976, VIII. sayı, 155, S. 8-9.
XXXII
hara'dan Celaleddin ve onunla birlikte Tebrizli Şemseddin (1246 da) gelmişlerdir » divor. Biri 1233'de biri 1246'da geldiğine göre birlikte nasıl gelmişler doğrusu meraka değer. Kaldı ki, Mev- lâna Konya'ya 1228'de Şemseddin ise 1244'de gelmiştir (17).
Gene aynı 58. sayfada şu tümce yer almaktadır : «.Anadolu da hüküm süren Danişmendler, ki Selçuk sülâlesinden bir ailedir...».
Böylece Arsel bir çırpıda Danişmendler'in kökeni sorununu çö- zümleyip Anadolu tarihinde önemli bir yer tutan bu hükümdar soyunun bir Selçuklu ailesi olduğunu ilân etmiştir. Hâlbuki Daniş mendier'in kökeni sorunu hâla çözümlenmiş değildir; ilgili uz
manları uğraştırmaktadır. Danişmendler'in Ermeni, Arap, Türk
men asıllı olduklarını kaynaklara dayanarak savlayan bilginler vardır (18). Acaba Arsel Danişmendler'in bir Selçuklu ailesi oldu
ğunu ilân ederken hangi kaynağa dayanmıştır?
1.61'de «Bilindiği üzere Şeriat'ın(l) Kur an ve Hadis hükümle
rinde «fellah» fevkalâde küçültücü ve hor bir davranışa muhataptır.»
denilmektedir. Bizim bildiğimiz «Fellah» ekinci, çiftçi demektir.
Kur'an'da ve hadiste ekinci veya çiftçilerin küçültüldüğü hakkın
da hiçbir hüküm bilmiyoruz. Yazar bu âyet ve hadisleri işaret et
seydi çok iyi olurdu. Yoksa bu sav da «Mısırlı fellahın, İslâm pey
gamberinden görmediği ve görmeğe alışık olmadığı iyi muamele»
gibi tümden uydurma mıdır? Zira Mısır ancak 639 yılında yani Hz. Peygamber'in ölümünden 7 yıl sonra fethedilmeğe başlanmış
tır. Arsel henüz feth edilmemiş olan Mısır'da Hz. Muhammed'in fellahlara reva gördüğü kötü muameleyi nereden öğrenmiştir?
Arsel (1.74) «Hilafetin gerek Kur'andaki emir ve hükümlere göre ve gerek Peygamber'in sözleri icabı » demektedir. Böyle
ce Halifelik'den Kur'an'da olduğu gibi hadiste de bahsedilmiş ol
duğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Halbuki Kur'an'da halifelikden bahseden bir âyet olmadığı gibi halife veya hilâfet sözlerini içeren hadiseler de uydurmadır (19). Çünkü Hz. Ebu Bekir seçildiğinde kendine verilecek san duraksamalara neden olmuş, kimi öneriler-
(17) Bk. lA. Celaleddin Rumî omd. III., S. 54, sü. 2.
(18) Bk. ÎA. Danişmendiler md. III. S. 468 v.öt. ve Mükrimin Halil Ymanç, Türkiye Tarihi, Selçuklular Devri cüz I.S. 74,80,82, 89-103.
(19) Bk. Seyyid Bey, Hilafetin nıahiyet-i şeriyyesi.
XXXIII
kararlaştırılmıştır.
Şimdi gene kitaptan bir pasaj alacağım (1.204) : İkinci Meş
rutiyet devir (1er) inde İslamcılık cereyanı taraftarları Kur'an dan bazı pasajların meâl'en(!) çevirisine girişmişlerdi. Fakat tümü iti
bariyle Kur'an'ın Türkçe'ye çevrilmesi fikrine yanaşılmamıştı. İkin
ci Meşrutiyet devrinde Kur'an'ın çevrisi yapılmış ve fakat bu çeviri Şeyh-ül İslâm'ın emriyle derhal toplattırılmış idi.». Görüldüğü gibi bir tümcede II. Meşrutiyet devir (1er!) inde Kur'an'ın türkçe- ye çevrilmesi fikrine yanaşılmamıştı dedikten sonraki tümcede Arsel, II. Meşrutiyet devrinde Kur'an'ın çevrisi yapılmış, ama bu çevri derhal toplattırılmıştır diyebilmektedir. Gene bu pasajda ilk defa Cevdet Paşa Kur'an'ın bazı hükümlerini (!, âyet olması gere
kir) osmanlıcaya çevrimişti savı ileri sürülmektedir. Hâlbuki ya
zar böyle savlarda bulunmadan önce Abdülkadir înan'm Diyanet işleri Başkanlığınca yayınlanmış, olan küçük kitabını incelemek fırsatını bulsaydı türkçede ve Türkiye'de çok eski, Fatih, giderek Selçuklular dönemine çıkan Kur'an çevirileri olduğunu (20) hay
retle görürdü. Şunu da ekliyeyinı ki, benim özel kitaplığımda bile 1323'de yani II. Meşrutiyet'ten bir yıl önce türkçe çevirisi ile bir
likte basılmış bir Kur'an vardır.
I.205'de Arsel bir hukuk profesörü olarak Türk Dil Kuru
mu'nu yâni bir özel hukuk tüzel kişisini devlet teşkilatından (!) saymakta, sonra da Attaürk'ün gerçek profesör olan Diyanet İşle
ri Başkanı, dünyaca tanınan, gelmiş geçmiş Diyanet İşleri Başkan
ları içinde tam aydın kişiliği ve bilimselliği ile ün yapmış, hiçbir zaman sarık sarmamış Şerefüddin türkçe deyimiyle Şeref ettin (Şe- rafettin değil) Yaltkaya'ya «yobaz» ve türkçe bilmediği açık ve se
çik görünen» (1.206) diye saldırmakta ve bu cidden saygı değer profesörü, Kâşgarlı Mahmud'un «Divan ül-Lügât it-Türk» ünün başına almış olduğu iki uydurma hadise uydurma dediği ve şoven bir milliyetçilik yapmadığı için suçlamaktadır. I.200'de ise «Türk dilini öğreniniz, çünkü onlar için uzun sürecek egemenlik vardır»
yolundaki uydurma hadisten Kâşgarlı Mahmud'un Türk'ün Türk- çeyi öğrenmesi kadar önemli hiçbir şey olamaz sonucunu çıkardı
ğını Arsel ileri sürmektedir. Acaba bir Fransız'ın fransızca - lâtince (20) Bk. Abdülkadir İ nan, Kur'ani Kerimin türkçe tercümeleri üzerinde
bir inceleme. Ankara 1961. 55 S.
XXXIV
dir, fransızca öğreniniz1» dediği düşünülebilir mi? Veya bir Fran
sız profesör böyle bir savla ortaya çıkabilir mi?
Son olarak kitaptan bir pasaj daha alacağım (21) : «Musevî din adamı kendi dininin (21) kutsal kitaplarını (İncil) sırf kendi ırkından olan ve fakat yahudice bilmeyen diğer Museviler okusun ve anlasın için başka dillere (ve meselâ Yunanca'ya veya Aramaic diline) çevirmiştir.».
Bu bilimsel saptama karşısında insan donup kalıyor.
Günün birinde Arsel şöyle bir savda bulunursa şaşmamak ge
rek : «Hıristiyan din adamı kendi dininin kutsal kitaplarını (Tev
rat'ı) sırf kendi ırkından olan ve fakat hıristiyanca bilmeyen diğer Hıristiyanlar okusun ve anlasın için başka dillere (ve meselâ Yu
nanca'ya veya Syriaque diline) çevirmiştir». Hangi yanlıştan baş
lamak gerek? En iyisi sıra ile gidelim: 1) İncil Musevîler'in değil Hıristiyanlar'm kutsal kitabıdır; 2) Musevî din adamının ırkı de
ğil dini olur, veya her Musevî din adamı başka bir ırktan olabilir;
3) Eğer Musevilik'ten İbranîlik kasdediliyorsa, İbranî ırkından olup da ibranca bilmemek, hele bu dilin konuşulduğu o dönemler
de mümkün değildir; 4) Musevilerin dili yahudice değil ibranca- dır; 5) Yahudice = jiddisch, Avrupa Museviler'inin konuştuğu bir bozuk almanca - lehçe kırmasıdır, Türkiye'deki Musevîler'in ko
nuştuğu ve bizim yahudice dediğimiz dil ise XV. Yüzyıl ispanyol- casıdır; 6) Yunancaya çevrilen Musevîler'in kutsal kitabı Tevrat değil Hıristiyanlar'm kutsal kitabı İncil'dir; 7) İncil aramcaya çev
rilmemiştir aslı aramcadır, aramcadan yunancaya çevrilmiştir; 8) Türkçe dili denemiyeceği gibi Aramaic dili de denmez; 9) Aramaic, aramcamn ingilizcesidir. Türkçe yazılan ve sayın Ordinaryüs Pro
fesör Şerefettin Yaltkaya'mn türkçe bilmemekle suçlandığı bir ki
tapta Aramaic dili denilemez.
Arsel'in bu çok beğendiği ve Fakül temizce 2 1/4 kez basılmış olan bu kitabını niçin baştan sona okuyamadığımı artık açıklamış olduğumu sanıyorum.
* * (21) Aynen imlâsı ile birlikte alıyorum.
XXXV
dize ile bitirmek istiyorum :
«An keski nedanet ve nedanet ki, nedanet, Der cehl-i mürekkep ebd üd-dehr bimanet» =
«Bir kimse ki bilmez ve bilmez ki, bilmez,
Zamanm sonuna kadar tam bir cehalet içinde kalır».
«El-cahilün cesurun (çevirmeğe gerek yok).»
«Cehl'in ol mertebesi sehlolmaz.»
XXXVI
!
Prof. Dr. Jale G. AKtPEK (*) Giriş:
I — Doğal olarak yetişen ya da insan emeği ile yetiştirilmiş olan ağaç ve ağaççık toplulukları içinde bulundukları arazi ile bir
likte orman sayılır (1).
Ormanların bir memleketin ekonomik hayatı, su kaynakları, doğal güzellikleri, iklimi, halkın sağlığı ve hatta savunması üzeri
ne önemli etkileri olabilir (2). Bu özellikleri nedeniyledir ki or
manlar bir memleketin en başta gelen doğal servet ve kaynaklan arasına girer. Mevcut ormanların korunması, varlıklarını sürdür
mesi, geliştirilmesi ve yeni ormanların yetiştirilmesi için sadece bilimsel ve fennî tedbirlerin alınması yeterli değildir. Bunları sağlayabilmek için aynı zamanda ormanlara ilişkin hukukî tedbir
lerin de alınması, ormanların öbür gayrimenkullerden ayrı bir hu
kukî rejime tabi tutulması gerekir.
Türk Kanun koyucu da bu gereksinmeleri gözönünde tutarak ormanlar için ayrı bir hukukî rejim getirmiştir. Bu rejimin daya- neği Anayasanın 130 ve 131 inci maddeleridir. 131/1 inci maddeye göre «devlet, ormanların korunması ve ormanlık sahaların geniş
letilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır. Bütün or
manların gözetimi devlete aittir». Ayrıca «toprak dağıtımı orman
ların küçülmesi... sonucunu doğuramaz» diyen Anayasanın 37/11 ve 38/IV inci maddeleri de orman rejimi ile ilgilidir.
(*) A. Ü. Hukuk Fakültesi öğretim Üyesi (1) 6831 sayılı Orman Kanunu mad. 1.
(2) Bu hususlara ilişkin olarak bk. Suat Aksoy, Tarım hukuku, Ankara 1970 s. 379 vd.; Bülent Köprülü, Türk hukukunda orman mülkiyeti, 1st.
Huk. Fak. Mec, 1948, sayı 3-4, s. 701 vd.