• Sonuç bulunamadı

Prof. Dr. Mehmet Arslan’a Armağan

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Prof. Dr. Mehmet Arslan’a Armağan"

Copied!
774
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Prof. Dr. Mehmet Arslan’a

Armağan

(2)

SİVAS CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ

Prof. Dr. Mehmet Arslan’a Armağan ISBN

9789-605-7902-28-3

Editörler

Prof. Dr. H. İbrahim Delice Prof. Dr. Mehtap Erdoğan Taş

Prof. Dr. Hakan Yekbaş

Yardımcı Editör

Arş. Gör. Mustafa Sefa Çakır

Baskı

Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Rektörlük Matbaa

Kapak

İlker Öngel

İç Düzen

Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Rektörlük Matbaa

Dağıtım

Sivas Cumhuriyet Üniversitesi

(3)

Prof. Dr. Mehmet Arslan’a

Armağan

SİVAS/2019

EDİTÖRLER

Prof. Dr. H. İbrahim Delice

Prof. Dr. Mehtap Erdoğan Taş

(4)
(5)

Takdim Niyetine

Prof. Dr. Alim Yıldız 11

Ön Söz 13

Kendi Dilinden Prof. Dr. Mehmet Arslan'ın Hayatı 15

Prof. Dr. Mehmet Arslan'ın Eserleri

Mehtap Erdoğan Taş 23

Prof. Dr. Mehmet Arslan Üzerine Yazılar 39

Siz Tesadüf Diyebilirsiniz

Hüseyin Akkaya 41

Dostluk Abidesi Bir Hoca

H. İbrahim Delice 45

Prof. Dr. Mehmet Arslan Hocama Dâir

Atabey Kılıç 49

Hocam…

Hakan Yekbaş 53

Metinler Arasında Bir Ömür: Hocam Prof. Dr. Mehmet Arslan

Fatih Koyuncu 57

Hocam Mehmet Arslan

Sait Özer 59

Hocam Prof. Dr. Mehmet Arslan İçin

Nesibe Han 63

Mehmet Arslan ile “Kitap ve Sinema” Dostluğum

Recep Seyhan 69

Hayat Mücadelesinde Bir Örnek Kişi: Babam

Nihan Ümit Arslan 73

Örnek Bir Baba Profili: Babam Prof. Dr. Mehmet Arslan

Enis Arslan 75

(6)

Makaleler 77 Divan Edebiyatında Mu'ammâ, Çözülmüş Mu'ammâ Örnekleri ve Mu'ammâ Çözüm Teknikleri

Prof. Dr. Mehmet Arslan 79

XVI. Yüzyılda Yaşamış Üç Şairin Hezliyat Tarzında Manzum Mektuplaşmaları

M. Fatih Köksal 169

Taşrada Değerli Bir Kültür Adamı: İbrahim Aczî Kendi

İ. Hakkı Aksoyak 199

Hz. Ali'ye Ait Yüz Sözün Manzum Bir Tercümesi

Âdem Ceyhan- Rukiye Telli 205

Lâtîfî Tezkiresi'nin Kaynakları

Rıdvan Canım 233

Hasan Çelebi Tezkiresi'nin Kaynakları

Aysun Sungurhan 239

Abdülmecîd Sivâsî'nin Mensur Hilyesi: Şerh-İ Hilye-İ Resûl

Mehtap Erdoğan Taş 259

Adanalı Ziyâ'nın Kıt'Aları

Mehmet Sarı 273

Şair Tezkirelerinin Ortak Bir Özelliği: Kişiye Özel Kelime Seçme Üslubu

Abdullah Aydın 297

Fazlullah Moral'ın Mirâcu'n-Nebî İsimli Eseri

Yılmaz Öksüz, Yusuf Yıldırım 311

Edebiyat Tarihi Kaynağı Olarak Vekâyi'u'l-Fuzalâ

Ramazan Ekinci 331

Enverî'de Tabiat Nesîbleri ve Girizgâh Beyitleri, Bu Bağlamda Nef'î'ye Yansımaları

Sadık Armutlu 343

Safi'nin Ka'be-nâme'si ve Bu Eser İçin Yazdığı Tarihler

Mehmet Güler 373

Hat Üzerine Bir Risale

(7)

Amasyalı Müderris Ali Efendi İbn Mustafa'ya Ait Manzum Bir Hikâye: Hikâye-i Şâh Kızı

Avni Erdemir, Ali Rıza Ayar 403

Bir Osmanlı Kadın Şairinin Biyografisini Yeniden Yazmak

Nagihan Gür 419

Lâmi'î'nin Salâmân u Absâl'ında Tipler ve Kişilikler

Erdoğan Uludağ 429

Bâkî Divanı'nda Sultan III. Murad Portresi

Osman Kufacı 469

Divan Şairlerinin Gözüyle Manisa

Fatih Koyuncu 489

Nazîm Divanında Sanatlı Manzumeler

Mustafa Sefa Çakır 499

Mehmet Âkif (1873-1936)'in Klâsik Edebiyat Hakkındaki Fikir ve Görüşleri

Esma Şahin 545

Abdest ve Namazın Hikmetlerine Dair Mensur Bir Eser: Molla Sa’îd'in (Sa’dî Efendi) Namaz Risalesi

Gülay Karaman, Nursel Cambaz 557

Mecnûn'un Dünyevî Aşktan İlahî Aşka Fuzûlî'nin Anlatımıyla Yolculuğu

Gülden Sarı Kanlıay 577

Şair Nebâtî

Ruken Karaduman 585

II. Selim Adına Yazılmış Farsça Bir Eser: Beyânî'nin Tahmîs-i Dîvân-ı Hâfız'ı

Murat Güneş 603

Fiil Cümlesinin Yüklemi İçinde Fiilimsi Olabilir mi?

H. İbrahim Delice 627

Eski Uygurca Hukuk Belgelerindeki Bazı Moğolca Alıntılar Üzerine

Özlem Ayazlı 633

Yan Cümlelerin Sözcük Öbeklerinde Kullanımı

Özlem Erdoğan 641

Dîvânu Lugâti't-Türk'te Oğuzca Memluk Kıpçak Sözlük ve Gramerlerinde Türkmence Olarak Kaydedilen Sözcüklerin Orhun Yazıtlarındaki Durumu

(8)

Kırım Hanı Bora Gazi Giray'ın Hayatı ve Eserleri

Elvina Er 661

Çağatay Türkçesinde Gülme Çeşitlerini Karşılayan Fiiller

Sevda Kaman 685

Hibetullah İbni İbrahim'in Sā’at-Nāme'sinde Saat Kavramının Kullanımı Üzerine Göstergebilimsel Bir Değerlendirme

Abdulkadir Bayram 707

İstiklal Marşı'nda “İstiklal” Kavramı

Ahmet Bozdoğan 717

Bilim, Sosyal Bilimler, Batı ve Türkiye Üzerine

Fatih Arslan 721

J. P. Sartre'dan Erol Güngör'e Bulantı/Bunaltı Edebiyatı

Kadir Can Dilber 735

Oyun Kuramı Çerçevesinde Halk Tiyatrosu Türlerinin Ortak Yanları ve Bunların İşlevsel Özellikleri

Nilgün Türkmen 743

Kimlik Ötekilik ve Mekân İlişkisi Kapsamında Billur Köşk Masalları'nda Toprak Sembolizmi

Adil Çelik 753

Anadolu Efsaneleri Üzerine İşlevsel ve İletisel Bir Çözümleme

Fatih Köse 759

Lozan Mübadelesi'nin Etkileri: Çatalca Örneği

(9)
(10)
(11)

TAKDĠM NĠYETĠNE

Prof. Dr. Alim Yıldız1

Gerçeğin hayalden en bariz farkı Uzağa atarsın yakına düşer Öyle günler öyle simalar var ki Unutmak istersin aklına düşer

Abdurrahim Karakoç Değerli hocam Mehmet Arslan için bir kitap hazırlanacağını duyduğum zaman çok sevinmiş ve bu kitapta yer alabilecek bir makale kaleme almayı planlamıştım. Yıllardır üniversitemizde çalışan ve bende özel bir yeri olan hocam, büyüğüm, ağabeyim Mehmet Arslan‟ın, kırkın üzerinde eser üreten bir akademisyenin dostları, arkadaşları ve öğrencileri tarafından bir esere konu olması önemliydi. Yıl-larını Eski Türk Edebiyatı metin neşrine veren hocam için kendisine armağan olarak bir metin neşri-nin anlamlı olacağı düşüncesiyle bir makale hazırlamaya karar vermiştim. Çeşitli yazma eserlerde gördüğüm ve metnini temin ettiğim dosyalara baktım, birkaç tane güzel ve orijinal metin de buldum. Kararımı vermiştim ve konu da belliydi. Bu arada makale için verilen süre de yaklaşmaktaydı, yetişti-receğimden emin olduğum zaman da vardı. Yazmaya başlama vakti geldiğinde bir şeyin farkına var-dım. Neşretmeyi planladığım metnin kaynağını kaydetmeyi unutmuştum. İnsan kelimesi için “nis-yan/unutma” anlamının azizliğine uğradığımı anladığımda artık iş işten geçmiş ve idari meşguliye-timden dolayı sevgili hocam için hazırlanan kitaba uygun yeni bir metin araştırma ve bulma fırsatını da elden kaçırmıştım ne yazık ki. Kala kala bir takdim yazısı kalmıştı elde.

Üniversitede öğrenciliğim sırasında tanıdığım Mehmet Arslan hocamla doktoramı bitirip Sivas‟a döndüğüm 2002 yılından itibaren daha sık görüşmeye başlamıştık. Makale yazımları, kitap hazırlama aşamaları veya bir metinde geçen okuma ve anlamada karşılaştığım zorluklarda daima görüşlerine, bilgi birikimine başvurduğum bir büyüğüm olmuştu Mehmet hocam. Vakti varsa ilgili metnin prob-lemlerini fakültedeki odasında birlikte mütalaa ederdik. Eğer vakti yoksa çözmekte zorlandığım kı-sımları kendisine bıraktıktan sonra en kısa zamanda çözüp tarafıma gönderirdi. Kendisinin çalışma konularından bahseder ve benim çalışmalarımı sorardı. Çalıştığım konularla ilgili elinde bir şey varsa onu da bulur ve verirdi.

Sivaslı bir şair olan Ahmed Hamdî Divanı‟nı hazırlarken yaşadığım bir hadise de hocamla ilgili unutamadığım bir güzel anıdır benim için. İstanbul Üniversitesi‟nde bulduğum tek nüsha üzerinde ça-lışmayı tamamlamış ve çözemediğim bazı ibareleri Mehmet hocamla kontrol ettikten sonra basımı için göndermiştim. Birkaç gün sonra ziyaret için odasına gittiğimde “Sana bir Ahmed Hamdi nüshası da ben vereyim” diyerek elime bir dosya tutuşturmuş ve gülümseyerek “Yalnız bu XVIII. Yüzyılda yaşayan Ahmed Hamdi Bey‟in” demişti. Dosyayı aldım ilk gazeli okuduğumda büyük bir sevinçle “Hocam bu bizim Ahmed Hamdi” cevabını vermiştim. Hocamın Konya‟dan temin ettiği bu nüsha kü-tüphaneci tarafından yanlışlıkla Ahmed Hamdi Bey adına kaydedilmiş ve sadece gazellerin yer aldığı ikinci bir Ahmed Hamdi divanıydı. Kitabın basımını durdurarak ikinci nüshayı da okuyup kitaba ilave etmiştim.

2008 yılında Mehmet Arslan hocam Sosyal Bilimler Enstitüsü müdürlüğü görevine gelmişti. Şahsıma müdür yardımcılığı teklifinde bulunduğunda hiç tereddüt etmeden görevi kabul etmiştim. Üç

(12)

12 • Prof. Dr. Mehmet Arslan’a Armağan

yıla yakın birlikte çalışma imkânımız olmuş ve daha sık görüşme ve hocamı daha yakından tanıma fırsatım olmuştu. Prensip sahibi, her gün öğleye kadar evinde çalışan, eski edebiyatın hemen her ala-nında dosyalar oluşturan ve her an yayıma hazır birkaç çalışması bulunan bir hocamızdı Mehmet Ars-lan. Bu prensipli çalışmasından dolayı her ilim adamına nasip olmayan büyük bir külliyat oluşturmak-taydı tek başına. Makale ve sempozyum tebliğleri konusuna çok sıcak bakmamakta, öğrencilerine de bu yönde telkinde bulunmaktaydı ve kitap telif etmek çok önemliydi kendisi için. Birlikte mesai arka-daşlığı yaptığımız o yıllarda bu yönlerine şahit oldum değerli hocamın. Ulusal ve uluslararası birçok sempozyumun koordinatörlüğünü yapan birisi olarak Mehmet hocamı da tebliğ konusunda ikna ede-rek, bazı sempozyumlarda kendisinin çok değerli tebliğler hazırlamasını temin ettiğimi düşünüyorum. Yine o yıllarda “Şemseddin Sivasî” ile ilgili bir proje yapmaya ikna ederek, Şemseddin Sivasî‟nin tüm yazma nüshalarını toplamıştık.

2016‟da rektörlük görevine geldiğimde Mehmet Arslan hocamın bilgi birikimi ve tecrübesinden faydalanmak için idari görev teklif ettiğimde herhangi bir görev istemediğini, hazırlamayı planladığı çalışmalar olduğunu gerekçe göstermesine rağmen “geçici bir süre” kaydıyla Edebiyat Fakültesi de-kanlığı görevine zorla ikna edebilmiştik. Böylece iki dönem yakın mesai arkadaşlığı yapmak nasip ol-du. Gerek müdürlüğümü yaparken ve gerekse dekanlığı sırasında bir defa olsun kendisinden incinme-dim. Güzel bir ağabey, büyük bir ilim adamı ve iyi bir dost olarak gönül hanemizde yer etti.

Bizden ayrılmasına üzülürken, memleketi Amasya için büyük bir kazanım olduğunu ifade etmem gerekir. Sivas‟ta yaptığı çalışmalara Amasya‟da daha güzel çalışmaları ekleyeceğini bilmekten dolayı da mutluyum.

Bu kitabın hazırlanmasında emeği geçen tüm hocalarıma şükranlarımı sunarken, sevgili ağabe-yim, hocam ve “dostum” Mehmet Arslan beye huzur ve mutluluklar diliyorum.

(13)

ÖN SÖZ

Ömer Ferit Kâm‟ın “Sağlığında nice ehl-i hünerin / Bir tutam tuz bile yoktur aşına / Öldürürüz onu önce açlıktan / Türbe diktiririz sonra başına” dörtlüğü çok manidardır. Kadirbilmezliğimizi, ve-fasızlığımızı dile getirir. Dile getirmekle kalmaz, kadirbilmezlik ve vefasızlık üzerine söylenmiş en güzel sözü de bu mısralarla ortaya koymuş olur. Sanatçıların kalp gözüyle görülebilen bu ince gerçek, insanların bazen ihmal bazen kıskançlık bazen de vefasızlık göstergesi olarak tezahür eder ve insan, güzellikleri paylaşmak ve yapılan iyi işleri takdir etmekte ya geç kalır ya da çoğu zaman imtina ede-rek kendini bu güzellikten mahrum bırakır! Öyle ki, kendisi de dahil pek çok insanın emeğinden bes-lendiği bir kalem erbabını, ilmiyle âmil bir âlimi veya bir sanatçıyı takdir etmek, ona iltifat etmek için genellikle ölümü beklenir! Bu böyle olmamalıdır. Biz bunun böyle olmaması gerektiğine inananlar-danız. Bunun tam tersini ortaya koyan istisnaların olması gerektiğine inanıyoruz ve bu istisnaların is-tisnasız gerçekleşmesi yönünde büyük bir arzuyu kalbimizde besliyoruz. Umulur; ki, bu çalışma, ho-camızın dostları ve öğrencileri olarak bizleri hiç hoş olmayan bu duruma düşmekten kurtardığı gibi insanlar arasında güzelliklerin yaşaması ve yaşatılması için de güzel bir örneklik teşkil eder.

Biz de, bu minvalde, Hz. Mevlana‟nın "O ilim sahibinin binlerce yıllık ömrü olsa yine araştır-maktan uzak kalmaz; ilme doymaz.” sözlerini bizlere hatırlatan Prof. Dr. Mehmet Arslan Hocamızın bilim dünyasına kazandırdıklarını hatırlamak amacıyla bir armağan kitap hazırlamayı düşündük. Ken-disi, hayatını sadece Osmanlı kültürü ve divan edebiyatı konusunda çalışmalara değil; aynı zamanda, bilim adamı yetiştirmeye adamış bir hocadır. Birçok eser kaleme alan velud bir bilim adamı olan Prof. Dr. Mehmet Arslan Hocamız, öğretim üyesi olan sekiz doktora öğrencisi ve yirmi yüksek lisans öğ-rencisi yetiştirmiş; bunların dışında akademik çalışma yapan birçok öğrenciye manevi danışmanlık da yapmıştır. O, sadece divan edebiyatı sahasında değil; Türk edebiyatının farklı alanlarında yardıma ih-tiyacı olan herkese elini uzatmış; birçok araştırmacı üzerinde derin etkiler bırakmıştır.

1953 yılında Amasya‟da doğan hocamız, Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun olduktan sonra bir süre öğretmenlik yapmış; 1986 yılında Sivas Cumhuriyet Üniversitesine asistan olarak girmiştir. Prof. Dr. Mehmet Arslan, bu tarihten itibaren otuz üç yıl Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde edebiyat alanına önemli hizmetler ver-miştir.

Mehmet Arslan Hoca, bugüne kadar kırk üç kitap, altı yüz civarında ansiklopedi maddesi ve yetmiş civarında makale yazmıştır. Bir makalenin bile ne kadar zaman aldığı göz önünde bulunduru-lursa bu çalışmaları ile onun nasıl velud bir akademisyen olduğu rahatlıkla anlaşılabilir; ki, bu gerçek-ten dikkate şayandır. Özellikle, yazma eserlerin günümüz alfabesine aktarılması ve söz konusu eserle-rin anlam dünyası konusunda yaptığı çalışmalarıyla divan edebiyatı literatürüne kaynaklık edecek önemli eserler kaleme almıştır.

Bunların yanı sıra mensubu olduğu kültürün ve medeniyetin bilincinde olan idealist bir toplum oluşturma hususunda da büyük katkıları bulunmaktadır. Lisans ve lisansüstü derslerinde öğrencilerine divan edebiyatının o geniş ve zengin anlam dünyasını anlatırken Nâbî‟nin “İlim bir lücce-i bî-sâhildir / Anda âlim geçinen câhildir” fehvası gereğince her zaman tevazuyu ve çok çalışmanın önemini tel-kin etmiştir.

Prof. Dr. Mehmet Arslan‟a sevgi ve saygının bir tezahürü olsun diye bir hatıra kitabı hazırlana-cağının duyurulmasıyla, onu tanıyan veya tanımayan pek çok akademisyenin büyük bir ilgisi tezahür etti. Farklı üniversitelerden birçok hocamız Türk dili ve edebiyatının farklı çalışma alanlarından kıy-metli makaleler gönderdi. Hocamızı yakından tanıyanlar ise armağan kitabına onunla ilgili hatıralarını

(14)

14 • Prof. Dr. Mehmet Arslan’a Armağan

yazmak istediler. Kendilerine teşekkür ediyor; manevi değeri büyük olan bu kitapta emeklerini hoca-mızın emeklerine kattıkları için minnet duygularımızı buradan ifade etmek istiyoruz.

Eserleri ve yetiştirdiği talebeleri ile her zaman hayra ve güzelliklere vesile olan Mehmet Arslan Hoca'nın kültürümüze ve edebiyatımıza yaptığı katkıları hatırlamak amacıyla hazırlanan bu eser, iki bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde, hocamız hakkındaki hatıra ve düşünceleri ile hocamızın çalış-malarını çeşitli yönleriyle değerlendiren dokuz hatıra yazısı bulunmaktadır. İkinci bölümde ise mes-lektaşları ve öğrencilerinin hocamıza ithaf ettiği otuz dokuz bilimsel çalışma yer almaktadır.

Mehmet Arslan Hoca, metin neşri çalışmalarındaki uzmanlığı yanında muamma çözümü konu-sunda Türkiye‟de tek uzman olarak bilinmektedir. Biz de Hocamıza ithafen hazırladığımız bu kitapta, kendisi dışında uzmanı kalmadığını düşündüğümüz muamma ve muamma çözümü konusunda bu ki-tap için bir makale hazırlamasını rica ettik. Hocamız da sağ olsun, bizi kırmadı; bu ricamız üzerine, muamma hakkında önemli bilgileri aktaran ve çok sayıda muamma çözümü örneklerini içeren kitap hacmindeki makaleyi kaleme aldı. Bu çalışması ile de muamma konusuyla ilgili de önemli bir eksikli-ği tamamlayarak edebiyat araştırmacılarının istifadesine sundu. Biz de Mehmet Arslan Hoca‟nın bu değerli makalesini, hocamıza hürmeten elinizdeki Mehmet Arslan Armağan Kitabı‟nın başına koyma-yı uygun gördük.

Her ne kadar, Fuzûlî, “Vefâ her kimseden kim istedim andan cefâ gördüm / Kimi kim bî-vefâ dünyâda gördüm bî-vefâ gördüm” dese de Allah‟a şükür; ki, bu armağan kitap vesilesiyle göl yerin-den suyun eksik olmadığı da müşahede edilmiştir. Bu vesileyle, Sayın Hocamız için hatıra ve makale yazma nezaketinde bulunan değerli dostlarımıza ve hocalarımıza teşekkür ediyoruz. Eserin Prof. Dr. Mehmet Arslan Hocamıza küçük bir armağan olması yanında akademi dünyasına da katkı sağlaması en büyük dileğimizdir.

Cenab-ı Allah‟tan, Hocamız Prof. Dr. Mehmet Arslan‟a daha nice güzel çalışmalar yapması için uzun ve sağlıklı bir ömür diliyoruz.

Editörler:

Prof. Dr. H. İbrahim Delice Prof. Dr. Mehtap Erdoğan Taş Prof. Dr. Hakan Yekbaş Yardımcı Editör: Mustafa Sefa Çakır

(15)

KENDĠ DĠLĠNDEN PROF. DR. MEHMET ARSLAN‟ın HAYATI

Okuyucuların affına sığınarak hayat hikayemi ayrıntılı bir şekilde yazmayı dü-şündüm. Bundan amacım benim ve özellikle de bizim neslimizin çektiği maddi ve manevi sıkıntıları, belli bir seviyeye gelebilmek için geçilen dikenli yolları, har-canan emekleri, karşılaşılan engelleri vb. problemleri yeni nesle örnek ve ibret olabilecek bir tarzda sunmaktır. Aşağıda anlatacaklarım yeni nesil için bir hika-ye gibi gelebilir, ancak bütün bunları yaşadığımı ve burada yazmadığım daha birçok ayrıntının olduğunu da hatırlatmak isterim. İnşallah bu hayat hikayem gençlere ibret olur ve imkanlarının değerini bilip bunları daha bilinçli kullana-rak bizlerden daha güzel ve önemli eserler üretmelerine de vesile olur.

İstanbul‟un fethinin 500. yılında, 1953 yılında Çorum ilinin Mecitözü ilçesine bağlı Söğütönü adlı 20 hanelik küçük bir köyde doğmuşum. Ailem ben bir yaşındayken Amasya‟ya taşınmışlar. Birkaç adres değiştirdikten sonra içerisinde geniş bir ev bulunan 10 dönümlük bir bağı (Amasya bölgesinde büyük bahçelere bağ denir) kiralayarak aile boyu burada yaşamaya başlamışlar. Dedem, ninem, babam, annem ve iki amcamla bareber burada hayatlarını devam ettiren aile bu bağdan yetiştirdikleri meyve ve sebzele-ri satarak geçimlesebzele-rini sürdürmüşler. Aklımın ermeye başladığı yıllarda özellikle dedemin bu bağda yetiş-tirdiği meyve ve sebzeleri tanıma ve tabiatla haşır-neşir olma imkanına kavuştum. Çünkü dedem çok meraklıydı, Amasya ikliminde yetişebilen ne kadar meyve ve sebze varsa hepsini bu bağda yetiştiriyor-du. Örneğin innap (hünnap), döngel (muşmula), üvez, hurma gibi bazı meyveler sadece bizim bağda bu-lunurdu. Bu bağ hayatımda hemen türlü meyve ve sebzeyi tanıma, doğayla haşır-neşir olma şansına erişmiştim. Doğal olarak inek, eşek, tavuk, kaz, ördek vb. hayvanlar evin ahırında ve bahçede besleni-yordu ki bu hayvanların ve çevredeki diğer hayvanların her türlü özelliklerini tanıma ve öğrenme imka-nına da burada kavuşmuştum. Bunları anlatırken yeni neslin bu konulardaki şanssızlığına hayıflanıyo-rum. Dedem ve babam bir öğrenim görmemişler, okuma yazmayı askerde öğrenmişlerdi. Dedem, “Ali okulundan mezunum” derdi. “Ali Okulu”nun “askerde okuma yazma öğretilen okul” olduğunu ondan öğrenmiştim. Dedem aynı zamanda eski yazıyı da bilir, güzel Kuran okurdu. Altı yaşlarındayken daha ilkokula gitmeden bana Kuran okumayı öğretmişti. Bazı notlarını eski yazıyla tutardı, ben de bunları taklit etmeye çalışırdım, belki de ilk Osmanlıca hevesim bu enteresan bulduğum yazıları taklit etmekle başlamıştı. Babam daha sonra şoförlüğe heves edip bağ bahçe ile ilgisini kesmişti ve ancak akşamları geç saatlerde eve uğruyordu, dolayısıyla o yaşlarda kültür adına ne öğrenmişsem Allah gani gani rahmet eylesin, dedemden öğrenmişimdir. Çünkü dedem köyde bulunduğu gençlik zamanlarında özel hocalar-dan bazı dini bilgileri öğrenmiş, bir köy imamlığı yapacak seviyede kendisini yetiştirmişti. Belirttiğim gibi eski yazıyı okuyup yazmada belli bir seviyede bulunduğundan köydeki zamanlarında Hz. Ali cenk-leri, Seyfi Zülyezen hikayecenk-leri, Muhammediye vb. kitapları okumuştu ve bunları bana da anlatırdı. Bu-lunduğumuz bölge şehire uzaktı ve yakında cami yoktu. Belirttiğim gibi belli bir oranda dini bilgiye sa-hip olan dedem, Ramazanlarda herkese yakın olarak tespit edilen bir evde teravih namazı kıldırır, ben de müezzinlik yapardım. Bu arada ninemden öğrendiklerimi de inkar edemem, Azerbaycan kökenli olan ninem eskilerin “Osmanlı Kadını” dedikleri sıfatı bihakkın hak eden bir kadındı. Hiç öğrenim görmeme-sine rağmen çok fazla miktarda atasözü ve vecize şeklinde sözler bilir, bunları yeri geldiğinde kullanır, halk hikayeleri anlatırdı. Uzun kış gecelerinde bunları zevkle ve merakla dinler, dizinin dibinden ayrıl-mazdım. Örneğin Kerem ile Aslı‟yı, Hârut Mârut hikayesini ve Zühre‟yi (o Zöhre derdi) daha ilkokula gitmeden ninemden dinlemiştim. Daha sonraki yıllarda, bozulmuş ve farklı şekliyle de olsa anlattıkları-nın bir kısmıanlattıkları-nın Şehname‟de geçtiğini de görecektim.

Artık ilkokul yılları gelmişti. Yaşadığımız bölgeye yakın okul olmadığından dedem beni mecburen evimize bir hayli uzak olan İstasyon Köprüsü yakınındaki Üçler İlkokulu‟na yazdırdı. Bu okula ulaşmak yedi yaşındaki bir çocuğun adımlarıyla neredeyse bir saat sürüyordu. İlk üç senemi geçirdiğim bu okula

(16)

16 • Prof. Dr. Mehmet Arslan’a Armağan

özellikle kış şartlarında ulaşmanın sıkıntılarını hayli yaşadım. Daha sonra evimize nispeten yakın olan Yavuz Selim İlkokulu açıldı. İlkokulun son iki senesini de burada tamamladım. Bu okulda öğrenci profi-li çok farklıydı. Sınıfın üçte biri benim gibi köylü ve kenar mahalle çocuklarından, üçte ikisi ise biraz zengince şehirli çocuklardan oluşuyordu. Bu şehirli çocuklar ile aramızda kılık-kıyafet, yetiştikleri or-tam, maddi imkanlar ve özellikle kültür bağlamında büyük farklar vardı. Bizim evimizde basılı materyal anlamında kitap olarak iki adet Kuran ve bir de namaz vakitlerini öğrenmek için kullanılan ve evin baş köşesine asılan Saatli Maarif Takvimi‟nden başka birşey bulunmazken “Şehirli” arkadaşların bazılarının evinde kütüphane bulunuyordu. Bazıları 1960‟lı yılların şartlarında bisikletle okula geliyordu, benim ise heveslenmeme rağmen ne o günlerde ne de daha sonraki yıllarda hiç bisikletim olmamıştı. İlk günlerde özellikle bu kültür farklılığı bağlamında çok sıkıntılar çektiğimi hatırlıyorum. Bu durumu farkedince bir nebze de olsa bunlarla arayı kapatmak adına, zengin bir kütüphane olan Amasya Bayezit Kütüphane-si‟ne 10 yaşındayken üye oldum. Hiç unutmuyorum üye numaram 410 idi. Artık ben de ilkokul dördün-cü sınıftan itibaren kitapların dünyasına girmiştim. Hem kütüphanede kitap okuyor hem de ödünç kitap alabiliyordum. Müthiş bir açlıkla kütüphanedeki hemen bütün çocuk kitaplarını bitirdim, artık bunlar bana kifayetsiz geliyordu ve beşinci sınıfın ikinci yarısından itibaren de roman, hikaye tarzı kitaplara yoğunlaşmıştım. Bu vesile ile sınıftaki Şehirli arkadaşlarla mesafeyi büyük ölçüde kapatmıştım. Yavuz Selim İlkokulu‟ndaki öğretmenlerimizden birisi daha sonra “Yaren” adlı kendi yaptığı sazla ve “Ninenin Mektupları” serisiyle ünlenen ve Türk Halk Müziği üstatları arasında kabul edilen, TRT sanatçısı Özay Gönlüm (asıl adı Kemal Özay Gönlüm) idi. Askerlik görevini Amasya‟da yaptığı için o zamanki yönet-meliklere göre bir yıl kadar bizim öğretmenliğimizi de yapmıştı. Sınıfta saz çalar, kendi şivesiyle türkü-ler söytürkü-ler, bu arada çok güzel hikayetürkü-ler de anlatırdı. Özellikle anlattığı bu hikayetürkü-lerden çok etkilenmiş ve çok şey de öğrenmiştim. Sınıfımızdan çok değerli insanlar yetişti, örneğin bunlardan birisi o zamanki okul müdürümüz İsmail Oruç‟un oğlu olan ve alanında dünya çapında bir bilim adamı olarak tanınan Prof. Dr. Ahmet Yavuz Oruç‟tur. Ahmet Yavuz Oruç, halen ABD Maryland Üniversitesi Elektrik ve Bilgisayar Mühendisliği Bölümü öğretim üyesidir.

Artık ilkokul yılları bitmiş, mezun olma vakti gelmişti. Onbirli yaşlarımın sonunda 1964 yılında il-kokuldan mezun oldum. Ortaokulun bize uzak olması, maddi imkansızlıklar, evin masraflarını karşıla-mak için çalışacak kişiye ihtiyaç olması vb. belki de o şartlara ve zamana göre mantıklı görünen sebep-lerden dolayı ortaokula gönderilmedim. Birbuçuk yıl kadar amcamla birlikte Amasya, Merzifon, Suluo-va, Havza, Gümüşhacıköy pazarlarında meyve ve sebze satarak aile bütçesine katkıda bulunmaya çalış-tım. Bu arada boş zamanlarımda kendi harçlığımı çıkarmak amacıyla maçlarda su sattım, hurdalıklardan demir ve bakır parçaları topladım, gazetelerden kese kağıdı yapıp pazarcılara ve bazı dükkanlara bunlara satarak üç beş kuruş kazanmayı denedim. Bundan diğer bir amacım, aileme yük olmadan kazandığım paralarla kitap almak ve o günlerde yeni bir merakım olan sinemaya gidebilmekti. Bu arada kendi pa-ramla alabildiğim kitapları ve yine kütüphaneden ödünç aldığım kitapları okumayı sürdürdüm yani bu kadar meşgale arasında kitaptan hiç kopamadım. Ailenin durumu biraz düzelince dedem beni bir Kuran Kursu‟na vermeye karar verdi. O günlerde Amasya‟nın meşhur hafızlarından Hicabi Hoca‟nın (rahmetli Hicabi Gökyar) hocalık yaptığı İçerişehir‟deki Bülbül Hâtun Kuran Kursu‟na yazdırdı. Burada bir yıl kadar Hicabi Hoca‟dan ders aldım ve tecvidle Kuran okumayı iyi bir şekilde öğrendim. Artık Kuran‟ı çok seri bir şekilde okuyabiliyordum aynı zamanda Kuran‟ın neredeyse dörtte birini ezberleyerek o za-manın latifesiyle “çeyrek hâfız” olmuştum.

Dedem, ileri görüşlü bir insandı, bu Kuran Kursu‟nda aldığım bilgilerin yeterli olmadığını düşüne-rek Arapça eğitim veren başka bir Kuran Kursu‟na göndermeyi teklif etti. Ben de bunu sevinçle kabul ettim. O günlerde Amasya‟ya çok yakın, gelişmiş ve tarihi geçmişi ve yetiştirdiği bilim adamları ile de meşhur olan büyük bir kasaba niteliğine sahip Ziyere (Ziyaret) Köyü‟nde medrese sistemiyle Arapça eğitimi veren bir Kuran Kursu açılmıştı. Yatılı olan bu Kuran Kursu‟nda belirttiğim gibi eski medrese sistemiyle Arapça öğretiliyordu. 1967 yılının başlarında buraya kaydoldum ve yapılan bir sınavdan son-ra Kuson-ran okumam yeterli görüldüğü için hemen Ason-rapça kısmına geçtim. Buson-radaki Ason-rapça eğitiminde okuduğum kitaplardan aklımda kalanlar şunlardır: Arapça‟nın sarf (fiil çekimi ve grameri) kısmından “Emsile, Bina, Maksud, İzzi, Merah”, nahiv (cümle bilgisi ve grameri) kısmından “Avâmil, İzhâr, Kâfi-ye, Molla Câmi”, fıkıh ve ilm-i hâlden “Nûru‟l-İzâh”, mantıktan “Îsâ Goci”, fıkıh ve fıkıh uslünden

(17)

Prof. Dr. Mehmet Arslan’a Armağan • 17

“Kudûrî” ve “Mültekâ”, belâgattan “Mutavvel ve Telhîs”, akâ‟idden “Nesefî” vb. Buradaki sistem şöyle idi: Sabahleyin hoca ders verir, öğleden sonra da öne çıkmış öğrencilerden birisi tarafından (buna mu„îd de denirdi) “mukâbele” adı altında aynı dersler tekrar edilirdi. Altı ay kadar sonra “mukâbeleci” olarak ben seçilmiştim, yani sabah gördüğümüz dersleri öğleden sonra diğer arkadaşlara ben tekrar okutuyor, eksiklerimiz olunca da yine hocaya soruyorduk. Bu sistemle yukarıda bahsettiğimiz kitapları birbuçuk sene zarfında okumuştum. Kuran Kursu‟nun sistemine göre bu dersler bittikten sonra tekrar baştan baş-lanır, üzerinden geçilir ve pekiştirilmek amacıyla ikinci defa okutulurdu. Bu öğrenim sırası yani ikinci defa okuma bittikten sonra da bir sınav yapılır, sınavı kazanan öğrenciler başka bir şehirdeki “tekâmül” kurslarına gönderilirdi. O günlerde Samsun‟daki bir üst seviye kurstan hocalar gelmişti, hocamızın tekli-fi üzerine (henüz ikinci turu bitirmediğim halde) beni sınava aldılar; sınavı kazandım ve beni İstanbul‟da Zeytinburnu veya Ümraniye‟de bulunan “tekâmül” kurslarından birine göndermeye karar verdiler. Bu-rada Arapça adına çok şey öğrenmiştim fakat diğer kültür kitaplarından da uzak kalmıştım. Hatta izin günlerimde eve gittiğimde müthiş bir açlıkla elime geçen kitapları okuyordum. Yatılı ve biraz da doğası gereği disiplinli bir ortam benim yapıma pek uygun değildi. Buradan ayrılmanın fırsatlarını kolluyor-dum. Dolayısıyla hocaların beni İstanbul‟a götürmeleri teklifine ailemin buna razı olmayacağı gerekçe-siyle karşı çıkmaya çalıştım. Bir izin gününde bunu dedeme anlattım, o da benimle aynı fikirdeydi. O günlerde Amasya‟da İmam Hatip Okulu açılmıştı ve Eylül ayında ilk öğrencilerini almaya başlayacaktı. Bu benim için büyük bir fırsat ve bahane olmuştu, ancak kurstaki hocalar imam hatip okullarını kendile-rine rakip gördükleri için sürekli kötülüyor hatta bu okula “imam hatap (hatap odun demektir)” diyerek küçümsüyorlar ve öğrencilerin kendilerinden ayrılmalarına engel olmaya çalışıyorlardı. Burada devreye babam girdi, şoför olan rahmetli babam çevresinde kabadayılığıyla (!) tanınıyordu, bir gün Ziyere‟ye benim okuduğum kursa geldi ve biraz da tehdit ve göz korkutmayla beni oradan aldı. 1968 yılının ağus-tos ayının ortalarıydı, Eylül ayında da İmam Hatip Okulu‟na kaydımı yaptırdım. Böylece birbuçuk sene-lik adı geçen Kuran Kursu eğitimim ve maceram sona ermişti. Burada Arapçayı belli bir seviyede öğ-renmiştim ve bu Arapça bilgisi daha sonraki hayatımda hem İmam Hatip Okulu‟nda hem de Üniversite-de bana çok faydalı olmuş Arapça ile ilgili Üniversite-derslerÜniversite-de hiç sıkıntı çekmemiştim, hatta o kadar ki Doçentlik yabancı dil sınavını bile Arapça‟dan geçmiştim.

Amasya İmam Hatip Okulu‟na belirttiğim gibi 1968 yılının Eylül ayında başladım. O günlerde 15 yaşlarında idim. Normalde öğrenciler 11, 12 yaşlarında ortaokula başlarken ben ilkokuldan sonra dört yıl ara vererek 15 yaşında 4 yıllık İmam Hatip Okulu‟nun orta kısmına başladım. Beni rahatlatan konu ise 11, 12 yaşlarında öğrenciler de olmasına rağmen sınıfımızdaki ve okulumuzdaki öğrencilerin önemli bir kısmının benim yaşlarımda olmasıydı. Dersler başladıktan sonra özellikle Arapça ve diğer dînî konulu derslerin bana çok basit geldiğini farkettim. Hiç kopmasam da tekrar biraz ara verdiğim kitap okuma sevdasına geri döndüm. Çevreden temin edebildiğim kitapların yanında üye olduğum kütüphaneden de aldığım kitapları büyük bir açlıkla okumaya başladım. Artık okumak için temin ettiğim kitapları okula da getiriyor, ders aralarında bazen de bana pek basit gelen derslerde masanın altında okumaya çalışıyor-dum. Bütün derslerim çok iyi olduğu için bazı hocalar buna göz yumsa da bazılarından azar işittiğim de oluyordu. Böylece dört yılı yani orta kısmı tamamladım. Lise kısmı ise üç yıldı, bazı arkadaşlar orta kı-sımdan mezun olup ayrıldılar bazıları da benim gibi devam ettiler. Lise kısmında yine çok iyi bir öğren-ciydim; sürekli okuyor; şiirler, hikayeler yazıyor (hiç unutmam, tenefüste yazdığım bir şiir okulda birin-ci seçilmişti), bunları okulun çıkardığı edebiyat dergisinde yayınlıyordum. O günlerde revaçta olan ve ildeki diğer okullarla yapılan münâzara ve bilgi yarışmalarında grup başkanı olarak okulumu temsil edi-yordum. Altı yıllık İmam Hatip Okulu öğrenciliğim sırasında Doğu ve Batı klasiklerinin hemen hepsini okumuş; bizim edebiyatımızın kalburüstü kitaplarını da bitirmiş; şiir, tarih, felsefe, deneme vb. türdeki birçok kitapla da haşır-neşir olmuştum. Bu arada kütüphanemi de zenginleştirmeye çalışıyordum. Maddi durumumuz pek iyi olmadığı için yazları tuğla fabrikasında veya farklı işlerde çalışıp kazandığım para-nın bir kısmıyla ilgilendiğim kitapları alıyor bir kısmıyla da merak ettiğim tatil beldelerini geziyordum. Kitap okumanın yanında sinemaya gitmek (özellikle yabancı filmler) ve gezmek de hobilerim arasın-daydı. 1970‟li yılların başında, adları bilinen fakat bugünkü anlamda pek de tanınmış olmayan “Antalya, Alanya, Bodrum, Marmaris, Kuşadası, Çeşme” gibi tatil yörelerini de imkan yaratıp yerine göre otostop yapıp gezmiştim. Belirttiğim gibi notlarım çok yüksekti, o günlerin şartlarında yönetmelikteki bir

(18)

mad-18 • Prof. Dr. Mehmet Arslan’a Armağan

deye göre bulunduğunuz sınıftaki notlarınız 10 üzerinden 8 veya üzeri olursa bir üst sınıfın sınavına girmeye hak kazanıyordunuz. Buna İmam Hatip literatüründe “altıdan yediyi vermek” deniyordu. Altın-cı yani sondan bir önceki sınıfta benim not ortalamam 10 üzerinden 9.6 idi, böylece bu imkandan fayda-lanmaya hak kazandım. Fakat Amasya İmam Hatip Okulu‟nda son sınıf yani yedinci sınıf yoktu, buna bir çare aradık ve bir arkadaşımızın (Necmi Eraslan) babasının yardımıyla bizden daha eski olan Çorum İmam Hatip Okulu‟na, son sınıfın imtihanlarına girmek üzere başvurduk ve kabul edildik. Bu durumda olan ve Amasya İmam Hatip Okulu‟ndan giden 9 kişi idik. Çorum İmam Hatip Okulu ve çevredeki (To-kat, Samsun gibi) diğer İmam Hatip Okullarından gelenlerle beraber aynı hakkı kazanan öğrenci sayısı 52 olmuştu. Bu 52 arkadaşla beraber 1974 yılının Mayıs ayının sonunda altıncı sınıfı bitirmiştik ve Hazi-ran ayının başında da bir üst sınıfın imtihanlarına girecektik. Bir ay sürecek bu imtihanda hiç görmedi-ğimiz yedinci sınıfın derslerinin (hatırladığım kadarıyla 18 civarında ders idi) sınavlarına girdik. Has-belkader bu 52 öğrenci içinden Haziran ayında biri Samsun‟dan gelen bir arkadaş olmak üzere iki kişi mezun olduk ki bu iki kişiden birisi de bendeniz idim. Yani yedi yıllık okulu altı yılda bitirmiştim. Diğer arkadaşlar ikmâle (bütünlemeye) kalarak çoğu Eylül ayında ve bir kısmı da daha sonraki yılda mezun oldular. Haziran ayının sonunda da Üniversite sınavına girdim. O günlerin ortamında İmam Hatip Okulu mezunlarını sadece Erzurum Atatürk Üniversitesi kabul ediyordu, diğer üniversiteler ise bu öğrencilere kapılarını kapatmışlardı. Yine o zamanki sisteme göre ancak puanınız geldikten sonra tercih yapıyordu-nuz. Üniversitelerin boş kontenjanları ise radyodan ilan ediliyordu. Beklediğimin de üzerinde çok güzel bir puanım gelmişti. Puanım Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi‟nin o zamanki taban puanı-nın 40 puan kadar üzerindeydi fakat belirttiğim gibi bizleri Atatürk Üniversitesi‟nden başkası kabul et-miyordu. Atatürk Üniversitesi‟nin Tıp Fakültesi hariç hemen bütün bölümlerine puanım yetiyordu buna rağmen çok sevdiğim için Edebiyat Fakültesi‟nin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü‟ne kayıt yaptırdım.

1974 yılının Eylül ayında 21 yaşında (ilkokuldan sonra ara verdiğim dört yıl nedeniyle) Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü‟nde üniversite öğrenimine başladım. İlk iki ay hevesle derslere devam ettim. O günlerde siyasi ortamın gerginliğinden dolayı üniversiteler devam konusunda pek sıkı davranmazlardı. Ben de iki ay kadar sonra, maddi durumumuzun pek de iyi olma-masından dolayı memlekete döndüm ve farklı işlerde çalışmaya başladım. Dört yıl boyunca son sınıftaki tez ve bitirme sınavı için kaldığım üç ayın dışında derslere hemen hiç devam etmedim, sadece sınav dö-nemlerinde sınavlara gidip zamanında yani dört yılın sonunda 1978 yılının Haziran ayında mezun ol-dum. Öğrencilerin zorlandığı dersler olan Osmanlıca ve eski metinlere dayalı derslerde Osmanlıca, Arapça (medrese usulüyle Arapça öğrendiğim için) ve Farsça ( o zamanın sistemine göre İmam Hatip Okulu‟nda iyi derecede Farsça dersi de almıştık) birikimim olduğu için hiç zorlanmadım. Yalnız dil derslerini pek sevemedim ve onlardan bir kısmını orta seviyede notlarla bir kısmını da ucu ucuna geç-tim. Devamla ilgili şu anımı hiç unutamam: Yeni Türk Edebiyatı derslerinden birinden aldığım çok yük-sek bir not üzerine rahmetli Prof. Dr. Kaya Bilgegil hocamızın beni arattığını ancak sınav döneminde haber aldım. Odasına gittiğimde, beni derslerde hiç görmediğini fakat çok güzel notlar aldığımı görünce şaşırdığını, hatta sınav kağıtlarında kendi istediği bilgilerin üstünde bilgilerle karşılaştığını söyledi. “Evlâdım” diye başladığı o klasik üslubuyla, bana biraz kızdığını söyleyerek derslere devam etmem ko-nusundaki tavsiyelerini de sıraladı. Belirttiğim gibi maddi imkansızlıklar yüzünden üniversitede derslere devam edemiyordum. Bu dört yıl boyunca taksi yazıhanesinde gece katipliği yapmak, kahvehane çalış-tırmak, pazarlarda karpuz satmak da aralarında olmak üzere birçok işte çalıştım. Ancak bu kadar meşga-lenin arasında bile okumaktan hiç kopmadım. Özellikle taksi yazıhanesinde telefonun başında gece ka-tipliği yaptığım sırada bunu fırsat olarak değerlendirdim ve haddinden fazla kitap okudum.

1978 yılının Haziran ayında üniversiteden mezun olduktan sonra, herkes hemen akabinde en geç Eylül ayında öğretmen olarak atandığı halde şanssızlık bu ya dosyam kaybolduğu için atanamadım. An-cak 1979 yılının Mart ayında atanabildim. Bu aradaki dokuz aylık zamanda yine farklı işlerde çalıştım. O günlerde babam bir taksi yazıhanesi açmıştı ve Amasya ile Suluova-Merzifon arasında taksi-dolmuş çalıştırıyordu. Bu taksi yazıhanesinde 1979 yılının Mart ayında atanana kadar gelip giden taksilerin ka-yıtlarını tutup aynı zamanda da yolcu toplamak için simsarlık (bir nevi değnekçilik) yaptım. O günlerde boşta kalan hiçbir üniversite mezunu pek yok gibi idi. O yılların şartlarında bir üniversite mezununun değnekçilik yapması garip karşılansa da yine ekmek parası kazanmak için bu işimi atanana kadar

(19)

sür-Prof. Dr. Mehmet Arslan’a Armağan • 19

dürdüm. 1979 yılının Mart ayında Adana Erkek Lisesi‟ne öğretmen olarak atandım. Adana Erkek Lisesi çok eski ve köklü bir okuldu, buradan birçok meşhur kişi mezun olmuştu. Yılmaz Güney ile şair ve film sanatçısı Nihat Ziyalan‟ın da buradan mezun olduğu anlatılıyordu. Siyasetin ve anarşinin en yüksek se-viyeye ulaştığı yıllardı. Görev yaptığım okul üç binden fazla öğrenciye, 200 civarında da öğretmene sa-hipti. Anarşi kol geziyordu. Okulun öğretmenlerinin çoğu ve yine öğrencilerin büyük bir çoğunluğu sol görüşe sahipti. Hocaların tespitlerine göre okulda 16 sol fraksiyon vardı. Her an bir olayın olmasından endişe duyularak okulun bahçesinde panzerler kol geziyordu. Göreve başlamamdan bir ay sonra şimdi soyadı aklıma gelmeyen İsmail adlı Sivaslı bir edebiyat öğretmeni, ondan 15 gün kadar sonra da lise bi-rinci sınıf öğrencisi 15 yaşında bir kız olan (adı Erkek Lisesi olmasına rağmen o yıllarda kız öğrenciler de alınmaya başlanmıştı) Saynur Evren okulun önünde öldürüldü. Ben bir süre Adana‟da otellerde kal-dım, Adana‟da siyasi ortam çok kızıştığı için, benden önce göreve atanmış olan ve Mersin‟de öğretmen-lik yapan üniversiteden sınıf arkadaşım Eskişehirli Zeki İlhan ve üniversitede bizden bir dönem sonra olan, o da benim gibi üniversiteye pek devam etmeyen ve Mersin‟de Zirai Donatım Kurumu‟nda memur olarak çalışan Mustafa Işık‟ın birlikte kaldıkları eve onların teklifleriyle geçtim. Derslerim öğleden son-ra olduğu için her gün TOK Firması otobüsleri ile Mersin-Adana ason-rasındaki 67 kilometre yolu gidip gel-dim. Mersin‟e taşınmamın iki nedeni vardı: Birincisi Adana‟nın meşhur Yağ Camii‟nde beni Cuma na-mazından çıkarken gören öğrencilerin beni öldürmekle tehdit etmeleri; ikincisi ise bitişiğimizdeki Yapı Meslek Lisesi‟nin bekar öğretmenler lojmanında kalan altı ülkücü öğretmenin bir gece baskınıyla öldü-rülmesiydi. Ben de birkaç defa bu pansiyonda kalmıştım. Bu şartlar altında 1980 yılının Ocak ayına ka-dar burada görev yaptım. Daha sonra Milli Eğitim Bakanlığı‟nda çalışan birinin (ki o kişi bakanlıkta ha-deme olarak görev yapıyordu) vasıtasıyla memleketim olan Amasya‟ya tayinimi aldırdım. O günlerde işler böyle yürüyordu, siyasi bir tanıdığınız varsa işler çok kolaylaşıyordu. 1980 yılının ocak ayından 1986 yılının Temmuz ayına kadar Amasya Lisesi‟nde Edebiyat Öğretmeni olarak görev yaptım. Amasya Lisesi‟ndeki görevim sırasında da bazı siyasi olaylar olmuştu fakat bunlar Adana‟daki kadar şiddetli de-ğildi. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra da (bu darbe için olumlu ve olumsuz birçok değerlendirmeler ya-pılmıştır ve hâlen de yapılmaktadır) bu hadiseler kesilmiş, ülke nispeten rahatlamıştı. Öğretmen olarak görev yaptığım yıllarda da okumayı hiç bırakmadım, okumadığım gün geçmiyordu. O günlerde iki eniş-temden birisi Gazi Üniversitesi‟nde diğeri de Orta Doğu Üniversitesi‟nde görev yapıyorlardı ve sürekli beni de akademisyenlik için teşvik ediyorlardı. “Bu kadar birikimin boşa gidiyor, üniversitede senin se-viyende olmayan birçok insan var” şeklinde bir nevi gaz da veriyorlardı. Ben de, “üniversiteden mezun olmamın üzerinden çok zaman geçti, yaşım ilerledi” ve buna benzer bahanelerle durumu savuşturuyor-dum. Ancak bu durum aklımın bir kenarına yerleşmişti ve ikna olmaya da başlamıştım. 1985 yılının Ağustos ayında tatil için otobüsle Kuşadası‟na giderken Milliyet gazetesinde tesadüfen bir ilan gördüm, Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü‟nde Yüksek Lisans programı açılacaktı. Bu te-sadüfü bir tevafuk ve iyiye yormak gereken bir işaret olarak algıladım. Tatilden dönünce sınav için baş-vurdum, sınava benimle beraber 18 kişi başvurmuştu, nihayetinde sınavı ilk sıralarda kazandım, sonuçta benimle beraber 9 kişi yüksek lisans programına kabul edilmişti. Görev yaptığım Amasya Lisesi müdürü Süleyman Aksoy Bey‟e durumu anlattım, o da çok anlayışlı davranarak lisedeki programımı kendime göre ayarlayabileceğimi ve hiç problem yaşamadan derslere devam edebileceğimi söyledi. Bunun üzeri-ne gerekli ayarlamaları yaparak yüksek lisans dersleri için Amasya‟dan Sivas‟a gidip gelmeye başladım. Birinci dönem dersleri bittikten ve hocalar öğrencileri tanıdıktan sonra bu defa yeni açılmış olan bu bö-lüme Araştırma Görevlisi alımı için ilan verdiler. İlana 9 kişi başvurduk, üç kişi alınacaktı. Bu üç kişiden ikisi ayan beyan belli idi ve bu durumu kimseden de saklamıyorlardı. Üçüncü kişi ise belli değildi ama hocaların yine kendi kafalarında birileri olduğunu seziyorduk. Daha sonra öğrendiğimize göre o iki kişi-nin alımı için belgeler hemen problemsiz olarak imzalanmış, üçüncü kişi için ise hocalar arasında tartış-ma çıkmış. Son durumda dışardan gelen hocanın da istek ve tavsiyesiyle sınav kağıtları tekrar değerlen-dirilmiş ve en iyi sınav kağıdının sahibinin alınması kararlaştırılmış. Bu durumda benim sınav kağıdım en yüksek puanı almış, hesapta olmadığım hâlde sınavı üçüncü kişi olarak ben kazanmışım yani amiya-ne tabirle piyangodan çıkmışım. Allah‟ın lütfu ile haksızlık yenilmiş ve hak kazanmış ki bu durumu bü-tün hayatım boyunca birçok hadisede gördüm; başta olumsuz bazı durumlar ve engellemeler olsa da so-nuçta hakkın ve doğrunun kazandığına, adaletin yerini bulduğuna çok kez şahit oldum.

(20)

20 • Prof. Dr. Mehmet Arslan’a Armağan

11 Temmuz 1986 tarihinde Cumhuriyet Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü‟nde Araştırma Görevlisi olarak resmen göreve başladım. 1987 yılında “Sâmî‟nin Âsafnâme Mes-nevisi” adlı tezle Yüksek Lisansımı tamamladım. O günlerde bir yönetmeliğe göre bulunduğunuz üniversi-tede Doktora programı yoksa başka bir üniversiteye doktora için sınavsız olarak gönderiliyordunuz. Be-nimle beraber Araştırma Görevlisi kadrosuna atanan iki arkadaş adı geçen yönetmelik uyarınca İstanbul‟a Marmara Üniversitesi‟ne sınavsız olarak Doktora yapmak için gönderildiler. Bütün ısrarlarıma rağmen o zamanki dekan Zeki Bey beni göndermedi. Hiçbir gerekçe göstermeden ki aslında tek gerekçe onların kad-roya alınırken de görüldüğü gibi farklı muamele görmeleriydi, beni göndermemekte ısrar etti. Bu durumda ne yapabileceğimi söylediğimde, “sen herhangi bir üniversitede doktora programını kazan, ancak o şekilde gönderebilirim” dedi. Ben de bunun üzerine Gazi Üniversitesi‟nde açılan Doktora programına başvurdum. Sınava “Eski Türk Edebiyatı, Yeni Türk Edebiyatı, Türk Dili ve Halk Edebiyatı” anabilim dallarından 50 civarında arkadaş başvurmuştu, hem yabancı dil (Fransızca) hem de bilim sınavında yüksek notlar alarak Doktora programına kabul edildim. Ancak Eski Türk Edebiyatı programında sadece Ali Fuat Bilkan ile bendeniz sınavı kazandığımdan bu defa iki kişi ile ders yapılmaz, diyerek bizi başka programlara kaydır-mayı teklif ettiler. Hocalar, o günlerde Gazi Üniversitesi‟nde Araştırma Görevlisi olarak bulunan Ali Fuat Bilkan‟ı tanıyorlar ama beni ilk defa görüyorlardı. Sonunda Ali Fuat Bilkan‟ın ısrarları ve araya adam sokması ile iki kişi de olsak bizi Eski Türk Edebiyatı programına devam ettirmeyi kabul ettiler. Sivas‟a dö-nüp dekanımız Zeki Bey‟e sınavı kazandığımı belgeleriyle beraber gösterip dersleri izleyebilmem için tada üç gün Ankara‟ya gönderilmem konusunda izin vermesini istedim. Bu defa yine “hayır ben sana haf-tada üç gün için izin veremem, her dönem için üç ay izin veriyorum, ancak bu şekilde gidebilirsin” dedi. Ben de mecburen kabul ettim, ancak bu durumun olumsuz tarafı üç ay izin aldığımda maaşımın üçte biri-nin kesilecek olmasıydı. Sonuçta bu şekilde anlaştık daha doğrusu başka çarem olmadığından bu mantıksız ve anlamsız anlaşmayı kabul etmek zorunda kaldım. Benimle beraber Araştırma Görevlisi olarak göreve başlayan diğer iki arkadaşa yapılan farklı muameleyle ki aslında onların bu durumda hiç dahli ve suçu yok-tu, bana yapılan bu haksız muameleyi hiç unutmadım (Hak doğrunun yardımcısıdır derler ya, bendeniz o iki arkadaştan dört yıl önce doktoramı bitirdim ve onlardan çok önce de profesör oldum). Eski Türk Edebi-yatı derslerimizi Prof. Dr. İsmail Ünver, Yrd. Doç. Dr. rahmetli Abdülkerim Abdulkadiroğlu ve Yrd. Doç. Dr. Cemal Kurnaz‟dan almıştık. 18 kişiden ben dahil sadece 6 kişi dersleri zamanında tamamlayabildi, di-ğerleri ders dönemini uzattılar. Sıra Doktora Tezi‟ne gelmişti. Ali Fuat Bilkan, rahmetli hocam Prof. Dr. İsmail Ünver ile görüşmüş ve doktora tezi olarak Nâbî‟yi çalışması konusunda anlaşmışlardı. O günlerde doktorada Eski Türk Edebiyatı derslerimize giren iki hoca Yrd. Doç. Dr. seviyesinde olduğu için Eski Türk Edebiyatı alanında bana doktora yaptıracak hoca bulunamadı. Bunun üzerine ben de halk edebiyatı hocası olan Prof. Dr. Abdurrahman Güzel‟e başvurdum ve kendisine doktorada “Sûrnâmeler”i çalışmak istediği-mi, eğer uygun görürse kendisinin danışmanlığında bu konuda Doktora Tezi çalışması yapmak istediğimi söyledim. Abdurrahman Bey, bu çalışmada neler yapacağımı sordu, ben de ayrıntılarıyla anlattım, pek taya inmeden yani pek de sorgulamadan kabul etti ve hemen çalışmaya başla, tamamlayınca getirirsin, de-di. Ben de hemen bu konuda gerekli malzemeyi ve çalışacağım eserlerin metinlerini temin ederek çok hızlı bir şekilde çalışmaya başladım. Arada sırada kendisini telefonla arıyor, çalışmamın seyri hakkında bilgi ve-riyordum, Abdurrahman Hoca verdiğim bu bilgilerle yetinip, defalarca tezimin kontrolünü teklif ettiğim halde, vakti olmadığını belirterek çalışmaya devam etmemi söyledi. 14 ay gibi kısa bir zamanda 900 sayfa-lık doktora tezimi tamamladım. Ankara‟ya gidip hocaya teslim ettim. Tamam, ben kontrol edip sana haber veririm dedi. Aradan altı ay kadar bir zaman geçti, hocadan ses seda çıkmadı. O günlerde bölümümüzde Yrd. Doç. Dr. kadrosu açılacaktı, Ankara‟ya gittim ve hocaya, bir ay kadar sonra kadro açılacak, ne yapa-bilirim dedim. Bunun üzerine altı aydır kapağını hiç açmadığını tahmin ettiğim, masasının üzerinde bırak-tığım gibi duran tezimi göstererek, tamam güzel bir tez olmuş, sana 15 gün sonraya savunma tarihi veriyo-rum, gerekli hazırlıkları yap ve tezini enstitüye teslim et, dedi. Kendisi o günlerde Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdür yardımcısı olarak görev yapıyordu, bundan dolayı işlemleri hızlandıracağını da söylemişti. Hocanın dediği vechile 15 gün sonra tez savunmasına girdim, başarılı oldum ve doktora diplo-masını aldım. Abdurrahman Güzel Hoca‟nın tezimle fazla ilgilenmemesine rağmen son durumdaki baba-can tavrı ne yalan söyleyeyim beni hoşnut etmiş ve açılan kadro için de bu durum işime yaramıştı. Hemen üniversiteme dönüp açılan ilana başvurumu yaptım.

(21)

Prof. Dr. Mehmet Arslan’a Armağan • 21

Yardımcı doçentlik için o günlerde ayrıca bir yabancı dil sınavı yapılıyordu. Fransızca‟dan girdiğim bu yabancı dil sınavında bölüm başkanımız Prof. Dr. Turgut Karacan‟ın yabancı dil sınavını kazanmamam için çevirdiği oyunlar, o günlerde bölümde bulunan herkesçe malumdur, bu oyunların neler olduğunun ay-rıntısına girmek istemiyorum, Allah taksiratını affetsin. Neyse, 1991 yılında bölümde Yrd. Doç. Dr. olarak göreve başladım. Bu arada Arapça‟dan doçentlik yabancı dil sınavını geçmiş; 6 kitap, 30 civarında da ma-kale yayınlamıştım. Bölüm başkanı Prof. Dr. Turgut Karacan‟a haber vermeden Doçentlik sınavına baş-vurdum. Çünkü adım gibi biliyordum ki haber versem buna razı olmayacak hatta engellemeye çalışacaktı. Doçentlik dosyam Prof. Dr. Tunca Kortantamer, Prof. Dr. Orhan Bilgin, Prof. Dr. Coşkun Ak, Prof. Dr. Kemal Yavuz ve ne tesadüftür ki Prof. Dr. Turgut Karacan‟a gönderilmişti. O dönemdeki sisteme göre, bugünkü gibi önce yayınlar değerlendirilip bunun neticesinde eğer uygun görülürse sözlü sınava çağırma diye bir yöntem söz konusu değildi. Dosya beş profesöre gönderiliyor, daha sonra da belirlenen günde ya-yınların değerlendirilmesi ve sözlü sınav aynı anda yapılıyordu. Doçentlik sınavına 1994 yılının ekim ayı-nın 4‟ünde girdim. Aynı gün benimle beraber şimdiki YÖK başkanımız Prof. Dr. M. A. Yekta Saraç da doçentlik sınavına girecekti. Yekta Bey‟in de sınav için tereddüdleri vardı, hangi sebebe mebni olduğunu bilemediğim tarzda bana “eğer sen geçersen ben de geçerim fakat eğer seni bırakırlarsa beni de kesin bıra-kırlar” dedi. Sınava önce ben girdim. Sorulan nazari soruları elden geldiğince cevaplandırdım, hatta sınav-da adettir, bir eski metin sorulur ve asınav-dayın metne hazırlanması için 15, 20 sınav-dakika süre de verilir. Tabi ben durumu bilmediğimden metni alır almaz okumaya başladım, jüri başkanı olan rahmetli Prof. Dr. Tunca Kortantamer hoca, beni ikaz ederek üzerinde biraz çalışmamı söyledi, onlar sohbet ederken ben metne bir göz gezdirdim ve 10 dakika sonra, tamam hocam başlayabilirim, dedim. Metni okuyup şerhini yaptım, me-tinle ilgili sordukları soruları da cevaplandırdım. Hocam, sınavın bittiğini ve çıkabileceğimi söyledi. Jüri-deki hocalardan birinin (adı bende saklı) daha sonra bana anlattığına göre ben çıktıktan sonra, Prof. Dr. Turgut Karacan‟ın bana doçentlik ünvanı verilmemesi konusunda ısrarları olmuş, sebebini sorduklarında da “kendisinden izin almadığımı, doktorayı tamamlamamdan kısa bir süre sonra (ikibuçuk yıl kadar sonra) doçentliğe başvurduğumu, daha genç olduğumu ve biraz pişmem gerektiğini” gerekçe göstermiş. Bunun üzerine beni tekrar sınav odasına çağırarak yaşımı sordular (tabi o zaman saçlarım şimdiki gibi değildi, simsiyahtı ve yaşımdan daha genç gösteriyordum), ben de 41 olduğunu söyledim. Bu şekilde doğal olarak Turgut Karacan‟ın elinden “genç olduğum” argumanı da alınmıştı. Bu arada benimle birlikte doçentlik sı-navına giren Yekta Saraç‟ın o günlerde 30 yaşında olduğunu da belirtmeliyim. Tekrar dışarı çıktım, diğer hocalar kesinlikle doçentliği hak ettiğim konusunda hemfikir iken Turgut Karacan‟ın itirazları yine devam etmiş, rahmetli Tunca Hoca, “adayın yayınları buradaki iki profesörün toplam yayınından daha fazla ve doyurucu, özellikle mu„ammâ konusunda yazdıkları bizlerin özellikle şahsen benim içinden çıkamayaca-ğım nitelikte yayınlar, üstelik sorduğumuz soruların hepsine büyük bir vukufla cevap verdi, eğer bu adayı doçentlik sınavından bırakırsak dışarı çıkıp kime ne anlatacağız” demesi üzerine biraz da baskı ve sitemle Turgut Karacan‟ı ikna etmişler. Neticede 5 olumlu oyla bana doçentliğimi vermişler. Hakkın yenilmesinin önünde bir duvar gibi duran Prof. Dr. Tunca Kortantamer hocayı burada bir kez daha rahmet ve minnetle anmayı bir borç telakki ediyorum. Bunları burada dile getirmemin nedeni şudur: Profesör olarak 20 yıldır doçentlik sınavlarına giriyorum, yirmi beş civarında adayın sınavında bulundum. Bu sınavlarda gördüğüm bazı uygulamalar ve tavırlar zaman zaman beni üzmüştür. Bilimde siyasetin, adam kayırmanın, şahsi çe-kişmelerin yeri olmaması; bu kişi filanın adamıdır, mantığıyla hadiselere yaklaşılmaması; adamına göre muamele edilmemesi; objektif bir bilimsel değerlendirme yapılması; hakkın teslim edilmesi ve kimsenin hakkının yenilmemesi vb. hususlar genel olarak ilim dünyasının ve özellikle bizim branşımızın daha da ile-riye gitmesi adına samimi temennilerimdir.

Belirttiğim gibi bazı hoş olmayan durumlar çerçevesinde de olsa 1994 yılında Allah‟ın lütfu ve ihsa-nıyla ayrıca hakkımı teslim eden kadirşinas hocaların sağduyusuyla doçent ünvanını aldım. Bu nahoş du-rumları gördükten sonra bilimsel çalışmalarıma ve öğrenci yetiştirmeye daha üstün bir heyecanla devam et-tim. 4 Ekim 1999 tarihinde doçentlikteki bekleme sürem dolmuş ve profesörlük zamanım gelmişti. Bunun için üniversiteye başvurdum, başvurum kabul edildi ve ilana çıkıldı. Ancak burada da bazı olumsuz tavır-larla karşılaştım. Bugünlerde yani doçentliğimin son günlerinde Cumhuriyet Üniversitesi‟nde Sağlık Bi-limleri, Fen Bilimleri ve Sosyal Bilimler‟de en fazla esere sahip olan bilim adamlarına bir ödül verileceği duyurulmuştu. Ben de Sosyal Bilimler alanında bu ödüle başvurdum. Başvurum kabul edildi ve Sosyal Bi-limler alanında üniversitede en fazla yayına sahip olan bilim adamı olarak bu ödülün bana verileceği

(22)

bildi-22 • Prof. Dr. Mehmet Arslan’a Armağan

rildi. Ancak daha sonra öğrendiğime göre, birileri tarafından tamamen gerçeğin hilafı olarak, benim eserle-rimin Arapça‟dan tercüme olduğu yalanı üniversite yönetiminin kulağına fısıldanmış. Onlar da bunu ger-çek zannederek belki de işlerine öyle geldiği için ödül töreninden bir gün önce beni arayarak hiçbir gerekçe göstermeden ödül listesinden adımın çıkarıldığını söylediler. Bu ödül töreninde Fen ve Sağlık Bilimleri adına ödüller verildiği hâlde benim liste dışı bırakılmamdan dolayı Sosyal Bilimler‟de kimseye ödül veril-medi. Gelelim asıl konuya: Profesörlük başvurularında hakemlik için usulen adaydan 10 profesörün ismi istenir, genellikle bunların ilk beşine bazen de duruma göre on kişilik listeden beş profesöre adayın dosyası hakemlik için gönderilir. Benden de 10 kişilik liste istendi, fakat ne gariptir ki verdiğim liste hiç kâle alın-mamış ve benim dosyam bu 10 kişinin dışındaki 5 profesöre gönderilmiş. Dört profesörün raporu 15 gün içinde geldiği hâlde bir profesörün raporu (sonradan öğrendiğime göre bunun da kulağına birşeyler fısıl-danmış) sürenin son günü olan 61. günde rektörlüğe ulaşmış. Sonradan bu raporları incelediğimde gördüm ki gelen beş raporun beşi de olumlu, hatta üç rapor övücü ve takdir edici cümlelerle düzenlenmişti. Ancak geciken raporla birlikte diğer bir rapor sahibi hakemin raporunda yine kafa karıştırıcı cümleler yer alıyordu, buna rağmen son cümleleri mecburen (adı bende saklı olan bu hakemler belki de olumsuz yazdıkları tak-dirde dışarıya ne cevap vereceklerini düşünerek) olumlu olarak yazılmıştı. Yine daha sonra öğrendiğime göre üniversite yönetim kurulu dosyamı ve hakem raporlarını incelemek üzere toplandığında, beş hakem raporu da olumlu olduğu hâlde eserlerimin Arapça‟dan tercüme olduğu yolundaki daha önce yapılan fısıl-damanın ve iki rapordaki özellikle yazıldığı belli olan kafa karıştırıcı cümlelerin bahanesiyle bana profesör-lük kadrosunu verip vermemek konusunda birkaç saat tartışma yapılmış. Yönetim kurulunda bulunan İla-hiyat Fakültesi dekanı ve İslami Edebiyat profesörü sayın Ali Yılmaz‟ın uzun süren ikna çabaları ve çalış-malarımın söylendiği gibi Arapça‟dan tercümeyle kesin olarak ilgili olmadığı yolundaki beyanatlarıyla ve kurulda bulunan aklıselim sahibi birkaç profesörün oylarıyla sonunda bana istemeye istemeye profesör kadrosu verilmiş. O günler, 28 Şubat rüzgarının hızla estiği günlerdi. Arap ve Arapça kelimelerine (benim-le ilgili kasıtlı olarak yalan bilgi veren kişinin amacına ulaşmasına yardımcı olacak şekilde) müthiş bir an-tipatinin duyulduğu böyle bir zamanda, özellikle de benim fikrî yapım bilindiği için bu yönetim kurulunda şahsımla ilgili yapılan tartışmalar bugünden bakıldığında bir anlam ifade ediyor. Sonuçta dört aylık bir ge-cikmeyle de olsa yine Allah‟ın yardımıyla 2000 yılının ocak ayının sonunda profesör kadrom verildi. O günlerde Rektör olan Prof. Dr. Ferit Koçoğlu‟na, yıllar sonra benim Türk Dili ve Edebiyatı bölüm başkanı olduğum dönemde akrabası olan bir öğrencinin durumunu sormak için yanıma geldiğinde bu hadiseleri ya-ni ödül listesinden adımı çıkarma ve atanmam konusundaki tartışmaları sorduğumda başını öne eğerek bü-yük bir mahcubiyetle “o günlerde öyle davranmamız gerekiyordu” cümlelerini sarfetmesini hiç unutamam. Cumhuriyet Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, sonraki adıyla Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü‟nde tam 33 yıl yani ömrümün tam yarısı kadar bir sürede hizmet ettim. Bu hizmetle-rim sırasında 16 yıl bölüm başkanı, bir dönem Sosyal Bilimler Enstitüsü müdür yardımcısı, bir dönem Sosyal Bilimler Enstitüsü müdürü, birbuçuk yıl kadar da anlaşmalı olarak kabul ettiğim Edebiyat Fakül-tesi dekanlığı görevinde bulundum. Bilimsel çalışmalarım arasında 43 kitabım, 70‟e yakın makale ve sempozyum bildirim bulunmaktadır. Birçok lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencisi yetiştirdim. 16 yıllık bölüm başkanlığım sırasında prensipler çerçevesinde bazı kuralları yerleştirmeye çalıştım. Yüksek Lisans, Doktora ve Araştırma Görevlisi alımı sınavlarında branşlara olan saygımdan ve o branştaki ar-kadaşlarıma olan güvenimden dolayı kendi bilim dalım olan Eski Türk Edebiyatı bilim dalının dışında hiçbir bilim dalının sınavlarına girmedim ve müdahalede bulunmadım. Bu duruma bölümdeki bütün ar-kadaşlar şahittir. Bölümde bulunduğum yıllar içerisinde mesai arar-kadaşlarımın çok fazla sevgi, saygı, yardım ve teşviklerini gördüm. Her ortamda olabilecek bazı küçük anlaşmazlıklar olsa da bütün mesai arkadaşlarıma en samimi ve kalbî minnet ve sevgilerimi iletiyorum. 33 yıl hizmet ettiğim ve emekli ol-duğum üniversitemizden ayrılmanın hüznüyle, hocalığım sırasında bir şekilde diyaloğum olan bütün öğ-rencilerime, hocalara ve yöneticilere sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Elbette bu hayat macerasında ya-şanan her türlü sıkıntıda varlıklarıyla bana güç ve destek veren insanlar da olmuştur. Bunların başında, hayatımın her safhasında beni destekleyen; her problem yaşadığımda, sıkıntılı zamanlarımda yanımda bulunan; maddi ve manevi hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan ve şükür sebebim olan eşim ve çocuklarım gelmektedir. Bu değerli insanlara da hâsseten teşekkür ve minnetlerimi sunuyorum.

(23)

PROF. DR. MEHMET ARSLAN‟IN ESERLERĠ

Mehtap Erdoğan Taş2

Lisans, Yüksek Lisans ve Doktora aşamasında öğrencisi olmaktan gurur duyduğum, kendisinden çok değerli ve önemli bilgilerin yanında çalışma disiplini, bilimsel etik, azim ve gayret, boş zaman geçirmeme, bilgiyi ve bilimsel malzemeyi paylaşma, alçakgönüllü olma vb. prensipler edindiğim muhterem hocam Prof. Dr. Mehmet Arslan geniş bir genel kültüre sahip olmasının yanında ilgi alanla-rının çeşitliliği ile de tanınmakta ve bu yönleriyle bize ve genel olarak öğrencilerine ve genç bilim adamlarına örnek olmaktadır. Asıl branşı divan edebiyatı olmasına rağmen genel olarak Osmanlı kül-türü, edebiyatı ve tarihi konularında da birçok esere imzasını atmıştır. Ülkemizde en fazla divan (13 kadar) hazırlayan bilim adamı olan sayın hocam divan ve mesnevilerin yanında Osmanlı tarihiyle ilgi-li birçok eser de yayımlamıştır. Osmanlı tarihi konusunda yayımlanması gereken yüzlerce eser oldu-ğunu, bu konuda gördüğü boşluğu bizlerle sürekli paylaştığını ve öğrencilerini bu yola teşvik ettiğini belirtmeliyim. Çünkü hocaya göre Osmanlı kültürü bir bütündür; bunu tarih, edebiyat, kültür, folklor vb. dallara ayırmanın bizleri tembelliğe ve vurdumduymazlığa sürükleyeceği kanısındadır. Dolayısıy-la kendisi de bize örnek olmak amacıyDolayısıy-la bu boşluğu bir nebze de olsun doldurmak gayesiyle onDolayısıy-larca tarihî esere de imza atmıştır. Yazdıkları arasında edebiyat, tarih ve kültür konularının yanında dinî eserlere de diğer eserleri arasında yer veren hocamız bu konuda da kitaplar hazırlamıştır. Hatta bütün bunların ötesinde Argo Kitabı adıyla bir eser hazırlamıştır ki bu eser tahminlerin ötesinde onu en çok tanıtan eser olmuştur. Aşağıda sayın hocamın yayımlanmış 38 kitabını ve yayına hazır 5 kitabını muh-tevalarıyla beraber basım tarihine göre son kitabından ilk kitabına doğru tanıtmaya çalışacağım.

Prof. Dr. Mehmet ARSLAN‟ın YayımlanmıĢ Kitapları:

1. Türk Edebiyatı‟nda Manzum Mi„râc-nâme ve Mi„râciyyeler: Sivas Cumhuriyet Üniversi-tesi Yayınları, Ankara 2019, büyük boy 2 cilt, 2040 s.

Bu kitap sayın hocamızın yıllar süren bir mesaiden sonra hazırladığı önemli ve çok hacimli (2040 sayfa) bir kitaptır. 2 cilt halinde hazırlanan bu kitabın başında Arap, Fars ve Türk edebiyatında miraçla ilgili eserlerin incelendiği geniş bir bölüm bulunuyor. Daha sonra miraç hadisesinin dinî yönünü ve mi„râc-nâmelerde bu konunun nasıl işlendiğini anlatan yine ayrıntılı bir bölümle karşılaşıyoruz. Kitabın önemli taraflarından birisi de Mi„râciyyeler ile İlgili Bazı Tespitler ve Yanlış Bilgiler başlıklı bölümdür ki bu bölümde konuyla ilgili daha önce yapılan çalışmalarda görülen bazı yanlışlıklar düzeltilmiş, isabet-li tespitler yapılmıştır. Örneğin bütün kaynaklarda Şeyyâd Hamza‟ya ait olarak gösterilen Mi„râc-nâme‟nin aslında ona ait olmadığı delilleriyle ispat edilmiştir. Hocanın ifadesine göre bu kitap hazırla-nırken 1200 civarında divan, 250 civarında mesnevî, 90 kadar mevlid, miraçla ilgili olabilecek 60 kadar muhtelif eser taranmış ve incelenmiştir. Kitabın metin kısmı beş ana bölümden oluşuyor. Birinci bölüm Müstakil Mi„râciye ve Mi„râc-nâmeler bölümüdür ki bu bölümde 21 müstakil mi„râciyenin metni yer alıyor. İkinci bölüm Divanlardaki Mi„râciyeler bölümüdür. Bu bölümde 92 şaire ait 105 adet manzume vardır. Üçüncü bölüm Mesnevîlerdeki Mi„râciyeler adlı üçüncü bölümde de 61 şaire ait 81 manzume bu-lunuyor. Dördüncü bölüm Mevlidlerdeki Mi„râciyelerdir. Bu bölümde 39 şaire ait 40 manzume yer alı-yor. Muhtelif Eserlerdeki Mi„râciyeler adlı beşinci bölümde siyer, hilye, regâibiyyye, menâsik-i hac vb. eserlerden tespit edilen 19 mi„râciyenin metni yer alıyor. Yine hocamızın tespitlerine göre bu kitaba alı-nan ve tamamı aruz vezniyle yazılan mi„râc-nâme veya mi„râciyeler divan şiirinin nazım şekilleri olan mesnevî, kasîde, gazel, müstezâd, mütessa„, murabba„, terkîb-i bend, müseddes, tahmîs, muhammes, kıt„a gibi muhtelif nazım şekilleriyle yazılmışlardır. Kitapta 14. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar 232 şaire ait

(24)

24 • Prof. Dr. Mehmet Arslan’a Armağan

toplam 265 manzume yer almaktadır. Kitaptaki toplam beyit sayısı 21.000 civarındadır. Kitabın sonunda mi„râc-nâmelerle ilgili çok ayrıntılı bir Kaynakça bölümü bulunmaktadır.

2. Tayyâr-zâde Atâ - Târîh-i Enderûn‟un Tezkire Kısmı: Cumhuriyet Üniversitesi Yayınları, Sivas 2019, 754 s.

Tayyâr-zâde Atâ‟nın Târîh-i Enderûn veya Târîh-i Atâ adlarıyla bilinen eseri 5 ciltten oluşmak-tadır. Bu eserin ilk üç cildinde Osmanlı bürokratlarının, devlet adamlarının, bilim adamlarının ve bazı askerî sınıfların yetiştirildiği bir kurum olan enderunun, kuruluşundan kendi dönemine kadar bütün özellikleriyle ayrıntılı tarihi anlatılmaktadır. Bu eser 5 cilt olarak Prof. Dr. Mehmet Arslan tarafından daha önce yayımlanmıştı. Enderûn Târîhi‟nin 4 ve 5. ciltleri ise bir nevi tezkiredir. Daha doğrusu bu ciltler bir tezkireden çok bir şiir antolojisi hüviyetindedir. Bu ciltlerde padişahların, şehzadelerin ve ilgili padişah dönemindeki enderundan yetişen şairlerin şiirlerinden örnekler verilmektedir. Prof. Dr. Mehmet Arslan, adı geçen 4 ve 5. ciltleri tekrar ele almış, bu bir nevi tezkire özelliği taşıyan eserin yeniden düzenlemesini yapmış, eserin orijinalinde alfabetik olmayan şairler kısmını - bulunmasında kolaylık olması amacıyla - alfabetik olarak tertip etmiş, bazı önemsiz kısımları çıkarmış ve elinizdeki eseri ortaya koymuştur. Eserde Osman Gazi‟den başlayarak müellif Atâ‟nın kendi dönemine kadar olan şair padişah ve şehzadelerin şiirleri başta olmak üzere belirttiğimiz gibi bu padişahlar döneminde yetişen şairlerin şiirlerinden örnekler alınmıştır. Bazı şairlerin hayatlarıyla ilgili ve başka kaynaklarda yer almayan bilgiler de bu eserde yerini almıştır. Bazı şairlerin şiirlerinden bir beyit, bazılarınınkiler-den ise 30 gazel alınmıştır yani alınan şiir sayılarında Atâ, bir ölçü belirlememiştir. Bir antolojik tez-kire mahiyetinde olan bu eserde toplam 256 şairin şiirlerinden örnekler ve bazılarının da hayatları ve eserleri hakkında bilgiler bulunmaktadır.

3. Osmanlı PâdiĢahlarının Manzum Tarihçeleri Fihrist-i ġâhânlar: Cumhuriyet Üniversitesi Yayınları, Sivas 2019, 575 s.

Fihrist-i Şâhânlar, Osmanlı padişahlarının tahta çıkış tarihlerini, saltanat sürelerini, saltanatları süresince yaptıkları işleri, kazandıkları zaferleri, aldıkları ülkeleri, kahramanlıklarını, vefat veya taht-tan ayrılma tarihlerini, kendilerinden sonra hangi padişahın tahta çıktığını ve buna benzer niteliklerini birkaç beyit içerisinde anlatan manzum eserlerdir. Bu yönleriyle bunları küçük birer manzum tarih olarak değerlendirmek gerekir. Kitap şu şekilde 6 ana başlıktan oluşuyor: Fihrist-i Şâhân Geleneği, Fihrist-i Şâhân, Fihrist-i Şâhân Zeyli ve Fihrist-i Şâhân Benzeri Manzumeler Yazan Müellifler ve Manzumelerinin Özellikleri, Birkaç Beyit İçinde Padişah Adlarını Veren Şiirler, Fihrist-i Şâhânlara Göre Padişahlar, Fihrist-i Şâhânların Metinleri, Fihrist-i Şâhân Benzeri Manzumeler. Fihrist-i Şâhân-ların Metinleri başlıklı bölümde tarihsel sıraya göre Hemdemî, Nisârî, Lebîb, Reşîd (Hüseyin Çelebi), Reşîd (Rüşdîzâde), Emîn, Vânî, Feyzî (Subhî-zâde), Sıhhatî, Sıdkî I, Sıdkî II, Safâyî, Nazîr, Mülhemî, Mehmed Nazîf, Hâdî, Feyzî, Ca„ferî, Ahmed Hamdî, Sa„îdü‟l-Âmidî, Rızâ, Abdülcelîl Remzî, Nazîf, Müskakim-zâde, Ulvî, Münîf, Şâkir Şevket, Hâfız Zühdî, Ziyâ Paşa, Ali Ferruh, Münîf Paşa, Muhyî, Hâfız Abdullatîf, Müellifi Bilinmeyen Zeyl olmak üzere 34 şairin Fihrist-i Şâhân‟ı; Fihrist-i Şâhân Benzeri Manzumeler başlığı altında da Abdî, Hasırcı-zâde Hâfız, Azmî-zâde Hâletî, Mahmud Nedim Paşa, Mehmed Celâl, Mehmed Cemîl, İbrâhim Hilmî, Hanyalı Nûrî, Tâlibî-i Kefevî olmak üzere 9 şa-irin manzumesi yer alıyor. Eserin sonunda da ayrıntılı bir kaynakça bulunmaktadır.

4. Enderunlu Âkif - Mir„ât-ı ġi„r (Enderun ġairleri Tezkiresi): Kitabevi Yayınları, İstanbul 2018, 132 s.

Asıl adı Mehmed Âkif olan, şiirlerinde Âkif mahlasını kullanan ve Enderunlu Mehmed Âkif ya da Mîrâlem Mehmed Beyzâde Âkif olarak tanınan, bu Mir„ât-ı Şi„r adlı tezkirenin müellifi Âkif‟in doğum ve ölüm tarihleri bilinmemektedir. Âkif‟in Mir‟ât-ı Şi„r adlı tezkiresi 1211 (1796) yılında ya-zılmıştır. Mir‟ât-ı Şi„r tamlaması ebced hesabıyla eserin yazıldığı tarih olan 1211 (1796) tarihini ver-mektedir. Kendisi de enderundan yetişen Âkif, bu tezkiresinde kendisi de dahil olmak üzere enderun-dan yetişen 24 şairin biyografisini veriyor. Bu tezkire emsalleri arasında dilinin ve üslubunun ağırlığı ile dikkatleri çekmektedir. Kitap, tezkirenin tespit edilen dört nüshası esas alınarak hazırlanmıştır. Bu

Referanslar

Benzer Belgeler

Büyük Atatürk’ün, Erzurum Kongresi’ni açış söylevinde çok anlamlı bir sözü vardır: “ M i l lî mücadele içinde, m illî bir fert olmak.” Behçet Kemal

kiyedeki sanat eserleri konusun­ da iki önemli kitap yayınlanmış ve Almanca konuşan Orta Avru­ pa ülkelerinde büyük ilgi gö r­ m üştür. Birinci kitap

Halep Valisi Özdemir’in h. MADENÎ ESERLER BÖLÜMÜ Türk ve İslâm Eserleri Müzesi maden işçiliği yönünden de çok zengin koleksiyonları bir araya

Sitti’ye göre bilim yapmak için önemli olan sadece zekâ değil, bilim yapmaya gönül vermek, arkadaş- lık bağlarını sürdürmek ve sosyal hayatta aktif olmak da çok

Bu meyanda dergâhın tarihçesinin yanı sıra, aralarında Kemâl Ahmed Dede, Doğânî Ahmed Dede, Sabûhî Ahmed Dede, Câmî Ahmed Dede, Nâcî Ahmed Dede, Nesîb Yusuf Dede,

Bilgi nesnelerinin toplanması organizasyonu ve sunumunu dijital ortamlarda sağlayan dijital kütüphaneler zamansal veri altyapıları ile birlikte bilgi nesnelerine yönelik

Türk hukukunda 403 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanununda ise, “istisnai vatandaşlı- ğa alınma” başlığı altında düzenlenen hüküm kapsamında, olağan yoldan

Çalışma Meclisinde, daha sonra 274 sayılı Sendikalar Kanu- nu ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu olarak ana- cağımız yasaların esasları