• Sonuç bulunamadı

Toplumsallaşma sürecinde din eğitiminin medya algılaması ve medya kullanım alışkanlıkları üzerindeki rolü

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Toplumsallaşma sürecinde din eğitiminin medya algılaması ve medya kullanım alışkanlıkları üzerindeki rolü"

Copied!
111
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

GAZETECİLİK ANABİLİM DALI

TOPLUMSALLAŞMA SÜRECİNDE DİN EĞİTİMİNİN MEDYA

ALGILAMASI ve MEDYA KULLANIM ALIŞKANLIKLARI

ÜZERİNDEKİ ROLÜ

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Tezi Hazırlayan:

Aysun SOLMAZ

Tez Danışmanı:

Prof. Dr. Şükrü BALCI

(2)
(3)
(4)
(5)
(6)

ÖNSÖZ

“Toplumsallaşma Sürecinde Din Eğitiminin Medya Algılaması ve Medya Kullanım Alışkanlıkları Üzerindeki Rolü” adlı çalışmamda toplumsallaşma süreçlerini ve bu süreçte etkili olan faktörleri teorik olarak ele alırken, bireylerin din eğitimini yoğun olarak alıp almamalarına ve cinsiyete göre kitle iletişim araçlarını kullanma sıklıklarını ve farklılıklarını uygulamalı olarak çalıştım. Çalışmamın uygulama kısmında Konya ölçeğinde İmam Hatip lisesi ve Düz lisede eğitim gören öğrencilerin medya kullanım alışkanlıklarını ve medya algılarını belirlemek için saha araştırması ile inceledim.

Lisans ve yüksek lisans eğitimim boyunca her türlü konuda benden desteklerini esirgemeyen ve akademik alanda yanımda olan danışman hocam Prof. Dr. Şükrü BALCI başta olmak üzere, Prof. Dr. A. Yalçın KAYA, Prof. Dr. Bünyamin AYHAN, Yrd. Doç. Dr. Banu TERKAN hocalarıma teşekkürü bir borç bilirim.

Tezimin hazırlanması sürecinde maddi ve manevi anlamda desteklerini hiç esirgemeyen babam Kemal SOLMAZ’a ve annem Hatun SOLMAZ’a, bu süreçte ve her zaman olduğu gibi bana kardeşten öte arkadaş olan, Aydan YILMAZ’a, Uğur SOLMAZ’a minnettarım. Konya’da bana aile olan Mehmet Emin YILDIRIM’a ve Selçuk Üniversitesi Genç TEMA Topluluğunun tüm gönüllülerine teşekkür ederim.

(7)

İÇİNDEKİLER

GİRİŞ………..…..1

BİRİNCİ BÖLÜM TOPLUMSALLAŞMA SÜRECİ VE ETKİLİ FAKTÖRLER 1.Toplumsallaşma………...3

1.1. Toplumsallaşma Süreçleri………...10

1.1.1. Taklit (Model alma, Modelleme, Örnek alma, Rol oynama, özenme)…..10

1.1.2. Özdeşleşme………...13

1.1.3. Boyun Eğme………...17

1.1.4. İçselleştirme (Benimseme, Özümseme, Uyma)………...19

1.2. Toplumsallaşma Kuramları………...21 1.2.1. Psikanalitik Kuram………...22 1.2.2. Kültürleştirme Kuramı………...24 1.2.3. Öğrenme Kuramı………..25 1.3. Toplumsallaşma Ajanları………...26 1.3.1. Aile……….………...26 1.3.2. Eğitim ve Okul………...28 1.3.3. Arkadaş Grupları………...29 1.3.4. Din………...32

1.3.5. Sivil Toplum Kuruluşlar..………33

1.3.6. Kitle İletişim Araçları………...34

İKİNCİ BÖLÜM TOPLUMSALLAŞMA SÜRECİNDE DİN EĞİTİMİ VE MEDYA KULLANIMI ARASINDAKİ İLİŞKİSİ 2.1. Türkiye’de Din Eğitiminin Tarihsel Arka Planı……….41

2.2. Din Eğitiminin Toplum Üzerindeki Etkisi……….48

(8)

2.3.1. Dinin Toplumsallaşma Süresindeki Etkisi………..52

2.4. Din Eğitimi ve Medya………..………..58

2.4.1. Din Eğitiminin Medya Kullanımı Üzerindeki Etkisi………...60

2.4.2. Din Eğitiminin Medya Kullanımı ve Medya Algılaması Üzerindeki Etkisi İle İlgili Yapılmış Araştırmalar………....63

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM DİN EĞİTİMİNİN MEDYA KULLANIM ALIŞKANLIKLARI ÜZERİNDEKİ ROLÜ İLE İLGİLİ SAHA ARAŞTIRMASI BULGULARI 3.1.Metodoloji………69

3.1.1. Araştırmanın Amacı ve Önemi………....69

3.1.2. Araştırmanın Modeli………70

3.1.3. Araştırmanın Uygulanması ve Örneklem……….70

3.1.4. Soru Formu ve Ölçüm Araçları………71

3.1.5. Verilerin analizi ve kullanılan testler………...72

3.1.5.1. Bağımsız Örneklem T-Testi………...72

3.1.6. Araştırma Soruları ve Hipotezler………...72

3.2. Bulgular ve Yorum………...73

SONUÇ..………96

(9)

6 GİRİŞ

Bireyin bir toplumda yer almasının başlangıcı olan doğumla başlayan süreci hayat boyunca bireysel yaşamın çeşitli biyolojik evrelerine ve bireylerin farklı olmalarından kaynaklanan bireysel farklılıklara göre çeşitli özellikler sergiler. Başka bir deyişle bireyin roller almasında, toplum kurallarını benimsemesinde aynı biçimin, aynı işleyişin olmayacağı açıktır. Ancak buna rağmen araştırmanın bulgularının ortaya konmasında ve yorumlanmasında sağlam bazlar oluşturması yönünden toplumsallaşma sürecinin genellenebilecek özelliklerini saptamak yararlı olacaktır (Aziz,1982:31).

İnsanlık tarihi kadar eski olan din kurumu, toplumsallaşma ekseninde farklı boyutlar kazandırmış ve toplumları değiştirmiştir. Bu süreçte ise toplumda verilen din eğitiminin konumu ve niteliği her zaman tartışmalı bir konu olmuştur. Gerek verilen din eğitimi gerekse toplumda yansımaları birçok araştırmaya konu olmuştur. Bireyin sosyal bir varlık olması ve toplumsal düzende toplumsallaşma araçlarıyla olan ilişkileri önemli noktadır. Toplumsallaşma bireyin içinde bulunduğu toplumun kültürünü, değer yargılarını, gündelik yaşam bilgilerini edindiği bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Elde ettiği bu bilgileri hayatına yansıtması, içinde bulunduğu topluma uyum sağlaması ve hatta gelecek nesillere kültürü aktarması açısından doğru toplumsallaşmayı da beraberinde getirir. Toplumsallaşma, aile, arkadaş grupları, okul, kitle iletişim araçları, din ve sivil toplum kuruluşları tarafından desteklenmektedir.

Toplumsallaşma görüldüğü üzere birey için bir öğrenme sürecidir. Bu öğrenme süreci ilk başta ailede şekillenir. Ailede birey topluma, kültüre ve dini ritüellere ait ilk bilgileri elde eder. Okul ise ailede verilen eğitimin yanı sıra bireye hem toplum değerleri hakkında hem de bilimsel bilgi veren toplumsallaştırıcı araçtır. Bu doğrultuda okullarda verilen derslerin bireyi nasıl toplumsallaştırdığını ortaya koymak önemli bir noktadır. Din kurumu da toplumsallaşma açısından önemli bir araçtır. Din, bireylerin dünyaya geliş gayesine göre şekillenmesine ve bu gayeler doğrultusunda toplumsal hayatta var olmasıdır. Din hem bireysel anlamda hem de toplumsal anlamda varlığını sürdüren ve geliştiren bir kurumdur.

(10)

7 Hemen hemen tarihin her döneminde din tüm kurumlarla iç içe olmuştur. Aile kurumunun düzeni, siyasi liderlerin göreve başlaması, bayramlar, borç, adalet, ahlak ve hukuk gibi toplumsal olaylarla ilişkisi devam etmektedir. Bu ilişki ise tek yönlü değil, karşılıklı etkileşim halinde yürütülen bir ilişkidir. Din kurumu toplumda ahlak, kültür, karşılıklı ilişki, ibadet ve hatta ticaret gibi alanları düzenlemektedir. Bu düzen ise bazen toplumlara göre farklı biçimlense de özünde güzel ahlakı ve düşünmeyi barındırır. Bu noktada din eğitimi verilen okullarda ya da kurslarda bireylerin bilgi edinmesi, varlığına bir sebep bulması ve elde ettiği bilgileri hayatına yansıtmayı amaçlanır. Verilen bu eğitimle de gündelik hayatını biçimlendiren birey bir davranışı/ tutumu olumlu görürken diğer bir birey olumsuz görebilir. Din eğitimi karşısında görülen en büyük engel ise bu süreçte medyadır. Çünkü medya bilgi sunarken bazen de düşünceleri değiştirme ve yayma, davranış geliştirme gibi işlevleri de üstlenir. Bu nedenle medyanın bu gücü karşısında bilinçli birey vurgusu yapılır. Bilinci bireyden kasıt ise, sorgulayan, düşünen ve geliştiren bir birey profilidir.

Bu doğrultuda bu araştırmanın amacı ise toplumsallaşma, din eğitimi ve medyanın bireyi nasıl etkilediği ve nasıl algıladığı süreci oluşturmaktadır. Din eğitimi ve medya bağlamında ise, toplumda önemli yeri olan bu iki kavramın birbirini nasıl etkilediği, karşılıklı ilişkinin nasıl algılandığı ortaya konulmak istenmektedir. Bu amaçla aslında amaçları arasında paralellik gösteren din kurumu ve medya, bazen birbirini olumlu yönde bazen de olumsuz yönde etkilemektedir. Fakat bu süreçte bireyin bu ilişkiyi nasıl algıladı ve yorumladığı konusu araştırma açısından ulaşılmak istenen amaçlar arasındadır.

Günümüzde okullarda verilen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi bireyler açısından dini bilgilerin doğru kazanımı, uygulanması ve yaygınlaştırılması açısından önemli bir yer işgal eder. Okulun, toplum kültürünü, dini ritüelleri yeni nesillere aktarmak gibi işlevleri vardır. Bu noktada ise okulun manevi değerleri yansıtan, ahlak kavramını içinde barındıran yine Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersidir.

Çalışmamızda ağırlıklı olarak üç konu üzerinde durmaya çalışılmıştır. Bu konular içerisinde Toplumsallaşma, Din ve Din eğitimi ve medya bulunmaktadır. Üç bölümden oluşan çalışma da birinci bölümde genel olarak toplumsallaşma kavramı, toplumsallaşmanın süreçleri, kuramları ve bu doğrultuda toplumsallaşmanın ajanlarına değinilmiştir. İkinci bölümde ise, din kavramı, dinin fonksiyonları, dinin

(11)

8 toplumsallaşma üzerindeki etkisi, din eğitimi ve medya ve din eğitiminin medya kullanımı ve algılanması üzerindeki etkisi üzerinde yapılan çalışmalara yer verilmiştir. Son bölümde ise yapılan saha araştırmasına ilişkin sonuçlara değinilmiştir.

(12)

9 BİRİNCİ BÖLÜM

TOPLUMSALLAŞMA SÜRECİ VE ETKİLİ FAKTÖRLER

1. Toplumsallaşma

Toplumsallaşmayı kavram olarak ilk kullanan bilim adamı Emile Durkheim’dir. Durkheim toplumsallaşmayı tanımlarken eğitim üzerinde durmuştur. Durkheim’a göre eğitim yetişkinlerin yetişmekte olan kuşakları toplumsallaştırmasıdır (Ulubey, 2008:25).

Toplumsallaşma, insan yavrusunun toplumun bir ferdi haline gelmesidir, yani ailesinin, akraba ve arkadaşlık düzeyinin, şehir ve köyünün ve sonunda toplumun bir parçası olduğunu öğrenmesidir. Büyümekte olan çocuk, etrafındakilerle etkileşim sonucu, onlarınkine benzer davranışlar geliştirecektir. Böylece tek tek kişiler yerine toplumun parçaları olan, birbirinden farklılıkları olduğu gibi, birbirine büyük benzerliklerde gösteren toplumsal bireyler oluşur. Araştırmacılar sosyalleşme olgusunu çeşitli yönleriyle ele almışlardır. Örneğin, bağımlılık, saldırganlık, taklitle öğrenme, bağımsızlık ve başarı güdüsü, cinsiyetle ilgili rollerin öğrenilmesi ve ahlak gelişmesi konularında sosyalleşme süreci etraflıca incelenmiştir. Çeşitli sosyalleşme konularını iki grupta toplayabiliriz. Birinci grup kişilik ya da benlik gelişmesidir. İkinci grup ise bilişsel gelişmedir. Birinci gruba yukarıdaki konulardan cinsiyetle ilgili rollerin öğrenilmesi, bağımlılık, bağımsızlık, saldırganlık, başarı güdüsü gibi alanlardaki sosyalleşme süreci girer. İkinci gruba ise öğrenme, zeka gelişimi, düşünme ve algı gelişimi gibi konular girer (Kağıtçıbaşı, 1988:245-246).

Yapılan bu tanımlarda toplumsallaşma kavramı, insanın sosyal ve psikolojik gelişimini ifade etmektedir. Toplumsallaşma sonucunda insani değerler önem kazanmakta ve kişilik gelişimine olumlu katkıları olduğunu söylenebilir. Yani, birey var olduğu toplumda öğrenilmiş davranışlarla kendini ifade etmekte ve yaşamını devam ettirebilmektedir.

İnsanın toplumsallaşması çok karmaşık bir yapıdadır. İnsan etrafında olanların, her gün karşı karşıya kaldığı sayısız olayların ve bireylerin, içinde bulunduğu sosyo-ekonomik-kültürel koşulların, gelenek, töre ve kanunların,

(13)

10 fiziksel çevrenin ve saymakla bitmeyen daha pek çok etkenin etkisi altında kalır. Bu etkenler ile karmaşık etkileşimi sonunda insan bir kişi olarak belirir. Bu etkenlerin oluşturduğu karmaşık bütün hiçbir zaman iki ayrı birey için tıpatıp aynı olmayacağından, hiç kimse bir diğerinin tıpatıp aynısı değildir (Kağıtçıbaşı, 1988: 246). Kağıtçıbaşı’nın tanımına göre sosyalleşme, bireyin hayatının her alanını kapsayan ve her birey için farklı süreçleri olan bir kavramdır.

Diğer bir tanıma göre, bireyin düşünmesi, anlamlı davranışlar sergilemesi ve sosyal anlamda ilişkiler kurması onun en önemli özellikleri arasında yer alır. Toplumsallaşma bireyin yaşamı süresince devam eden bir süreçtir. Bireyler bu süreç içinde insanı vasıflar ve potansiyellerini geliştirmenin yanı sıra ve içinde bulundukları kültürü ve diğer bireylerin kendisi hakkındaki beklentileri öğrenir. Toplumun değer yargıları ile doğru- yanlış ve iyi- güzel gibi kavramlarda toplumsallaşma sürecinde öğrenilir. Toplumsallaşma sürecinde birey, kurumsallaşmış normlara uyum sağlamayı öğrenir. Böylece toplumsal düzenin sağlanması ve devam ettirilmesi gerçekleşmiş olur (Bahar, 2008:75). Bu tanımda da toplumsallaşma kavramı insanın bütün yaşamını içine alan bir öğrenme sürecidir.

Toplumsallaşma, hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleşmez, kuşaklar arası kopmalar olur. Bunu toplumun zaman içinde önemli değişmelerden geçmekte olmasıyla açıklamak olanaklıdır; üretim araç ve gereçlerindeki, üretimin içeriğindeki değişmelerle ve bunların yerleşme yeri ( köy-kent) aile, hukuk, siyasa, inanç ve değerler, eğitim, iletişim alanlarında ortaya çıkardığı değişmelerle ( Ozankaya, 1995:148). Yani, nasıl toplumlar gelişmekte ise toplumsallaşma sürecinin argümanları da farklı biçimde rol oynamakta ve bireyler bu gelişmelere göre toplumsallaşmaktadır.

Birey hayata geldiği andan başlayarak, etrafındaki varlıklarla bir takım etkileşim içine girer. Bu varlıkların içinde ise şüphesiz en önemlisi, öteki bireylerdir. İster çocuk olsun isterse yetişkin, bir toplumun bireyleri için önde gelen en belirgin ve belirleyici ilişkiler öteki bireylerle kurulanlardır. Dolayısıyla, bir bakıma çocuğun toplumun bir bireyi haline gelmesinde en büyük ağırlığı taşıyan etken, “toplumsal ilişkilerin kurulmasının öğrenilmesidir. Bu sürece verilen adı “toplumsallaşma”dır. Toplumsallaşmanın temel ajanları öteki

(14)

11 insanlar, özelliklede çocuğun ana-babası, öğretmenleri, kardeşleri, arkadaşları ve onun için önem taşıyan kimselerdir (İsen ve Batmaz, 2002:21-22). Nasıl toplumsallaşma kavramı insanlık tarihi kadar eski bir kavram ise bireyin toplumsallaşma süreci de sınırlı değildir. İnsanlar dünyaya geldikleri ilk andan başlayarak yaşamlarının sonunda kadar diğer insanlarla iletişim ve etkileşim halindedir. Doğuştan gelen özelliklerin yanı sıra dünyaya geldikleri anda kendilerini buldukları toplum içinde gelişim gösterirler.

Birey nasıl sosyalleşir ? Kişi ve şeylerle temas ederek sosyalleşir. Fiziksel bir çevrenin rolü olmakla birlikte, gerçekten belirleyici faktör bebeğin çevresindeki insanların varlığı ve eylemleridir. İlk başlarda çocuk kendisini çevreleyen şeylerin farkında değildir, fakat bir süre sonra şeylerle ve her şeyden çok da insanlarla ve özellikle, bir çok kültürde çocuğa en yakın kişi olan, annesine ilgi göstermeye başlar (Koenig, 2000:56). İçinde doğduğumuz, yetiştiğimiz kültürel ortamın davranışlarımızı etkilemesi, bireysellikten yoksun olduğumuzu düşündürebilir. Kendimizi toplumun önceden hazırlandığı bir kalıp içerisinde düşünebiliriz. Ancak bu doğru değildir. Doğumundan ölümüne kadar diğer bireylerle etkileşim içerisinde olması bireyin, kişiliğini, değerlerini, davranış biçimlerini etkiler. Bununla beraber toplumsallaşma süreci boyunca hepimiz bir kimlik duygusu ile bağımsız düşünme ve davranma becerisi geliştiririz. Bireysel ve toplumsal ihtiyaçlar kişinin toplumsallaşmasını zorunlu hale getirir. Böylece toplumsallaşma bireyi toplumsal sistemin ferdi durumuna getiren bir süreç olmaktadır (İçli, 2011:118).

Bireyler arası etkileşim olmaksızın bir dünya düşünülebilir mi? Bir okulda, hastanede, lokantada, plajdaki tutum ve davranışlarımız nasıl olmalıdır? (Bahar, 2008:75). Toplumsallaşma bir anlamda öğrenme sürecidir. Bu öğrenme süreci bireyin doğduğu anda başlar, yaşamının sonuna kadar sürer (Kocacık, 2003:110). İnsanların ayakta kalabilmeleri ve yaşamlarını devam ettirebilmeleri sadece biyolojik gereksinimlerinin karşılanmasıyla mümkün değildir. İnsanların sosyal deneyimlerinin de olması gerekir. Sosyal deneyimler sonucu insanların kişilikleri oluşur. Kişilik denildiğinde eylem kalıpları, düşünce şekilleri ve duygular akla gelmektedir. Kişiliğimizin oluşumunda yaşadığımız çevre koşulları etkilidir. Sosyal deneyim olmadan kişilik gelişmez (Bahar, 2008:79).Çünkü, birey

(15)

12 dünyaya geldiğinde bir açıdan eğitime ve öğretime muhtaç durumdadır, diğer insanlarla kurduğu iletişim sonucunda davranışlarına, yaşam tarzına, yön vererek kişiliğini oluşturur.

Görüldüğü gibi toplumsallaşma, toplumsal bir süreç olup bireyin doğuştan başlayarak, toplum ya da küme üyeliğini kazanmasında geçirdiği tüm aşamaları içermektedir. Bu aşamalar öğrenme ve eğitim yoluyla gerçekleşmekte ve bir yandan bireyin, toplumun normlarına uymasını, davranış ve eylemlerinin toplumun değerler sistemine uygun olmasını sağlarken, öte yandan da toplum yaşamının ya da toplum düzeninin göreli sürekliliğine olanak tanımaktadır. Kısacası, toplumsallaşma birey acısından, ana benlik ve kişilik kazandıran bir süreç anlamını taşırken, toplum ya da küme acısından da, bunların göreli sürekliliğini sağlamak gibi önemli bir işlevi de yüklenmektedir (Güven, 1999:162). Sonuç olarak toplumsallaşma hem birey açısından hem de toplum açısından önemli bir yere sahiptir.

Her toplumun yapısı farklı olduğundan, bu yapının biçimlendirdiği ya da belirlediği işlevler de farklı olmaktadır. Bundan ötürü, farklı toplumlardaki bireyin toplumsallaşma sürecinde de belirgin farkların olacağı doğaldır. Özelikle gelişmişlik, gelişmemiştik olgularının belirlediği farklı kültürler, bireyin farklı kuralları benimsemelerini zorunlu kılmaktadır. İlkel toplum özelliği gösteren bir Afrika toplumu ile gelişmiş ülke toplumundaki toplumsallaşmanın, etmenleri aynı bile olsa, farklı olacağı açıktır (Aziz, 1982:23). Diğer yandan ise, toplumdaki etkenler aynı özellikte olsa bile farklı biçimde gerçekleşebilir. Bu durumda ise toplumların kültürü, değer yargıları ve dini ritüelleri ön plana çıkmaktadır.

İnsan yaşamını sürdürebilmesi için başka insanlarla sürekli ilişki halinde olması gerekir. Bu durum bireyin kendi yaşamı için olduğu kadar içerisinde yaşadığı toplumun varlığını sürdürebilmesi içinde gereklidir. İnsan, ilk insandan itibaren sürekli bir birliktelik halinde olmuştur. Bu birliktelikler de bireyin bireyle olan ilişkileri ve sonrasında daha karmaşık bir yapıya doğru bireyin toplumla olan ilişkilerine doğru gelişmiştir. Bu süreç içerisinde birey toplum içerisinde var olurken toplumun diyalektiğine de katılmaktadır (Berger ve Luckmann, 2008:189). Toplumsallaşma dolayısıyla, yardıma ihtiyacı olan

(16)

13 bebeğin, yavaş yavaş içerisinde doğduğu kültür için geçerli olan becerileri edinerek kendi bilincinde olan, bilgili bir kişi haline gelmesi sürecidir. Toplumsallaşma çocuğun karşı karşıya geldiği etkileri edilgin bir biçimde özümlediği bir çeşit “kültürel programlama” değildir. Yeni doğmuş bir bebeğin bile, kendisinin bakımından sorumlu olanların davranışını etkileyecek gereksinimleri ya da istekleri vardır: çocuk başından itibaren, etkin bir varlıktır. Toplumsallaşma, farklı kuşakları birbirine bağlar. Bir çocuğun doğuşu, onun yetişmesinden sorumlu olanların yaşamlarını değiştirir bunların kendileri de yeni öğrenme deneyimlerini yaşarlar. Toplumsallaşma bireylerin kendilerini ve potansiyellerini geliştirmesine, öğrenmelerine ve uyumlamalar gerçekleştirmelerine olanak sağlar (Giddens, 2000: 26-28). Toplumsallaşmanın önemi bu kadar ile sınırlı kalmamakta, kültür aktarımında, kişilik oluşumunda, bireyin kendini anlamlandırmasında, yaşamına yön vermesinde gibi birçok konuda rol oynamaktadır.

Toplumsallaşma bir öğrenme sürecidir. Bu süreçte öğretici ve öğrenen ilişkisi vardır. Öğretici tüm toplumdur. Bireyin içinde yaşadığı toplumsal ilişkilerde bulunduğu toplumda yer alan kişi ve gruplardır. Öğrenen ise toplumsallaşma sürecine giren bireydir. Öğrenme yoluyla başlayan ve ölüme dek devam eden bir süreçtir (İçli, 2011:117-118).

Toplumsallaşma sürecinde birey öteki insanlarla iletişim kurmakta, bilgi aktarımı sağlamakta ve hatta toplum için uygun davranışları elde etmektedir. Sosyolog Bauman’a göre, “içinde var olduğumuz grup, özgür olduğum sürece hayatımda belirsiz bir rol oynar. Bir yandan özgür olmamı sağlarken öte yandan özgürlüğümün sınırlarını çizerek beni kısıtlar. Hem kabul edilebilir hem de “gerçekçi” türden istekleri bildirerek, bana bu gibi isteklerin peşinden giderek uygun davranış biçimlerini seçmeyi öğretecek ve bana durumu doğru okuma yetisi kazandırarak, dolayısıyla beni tamda gayretlerimin özgür olmasını sağlar” (Bauman, 1998:33). İnsan dışında dünyada var olan bazı canlıların da gruplar halinde yaşaması, gruplar içinde iletişimde bulunmalarına bakılarak, insanın toplumda yaşamasının nasıl onu diğer varlıklardan ayırıcı bir özelliği olduğu sorusu da akla gelebilir. Bu soruya insanın toplumsallığı dolayısıyla farklılığını değişik unsurlarla birlikte göz önünde bulundurarak cevap vermek mümkündür.

(17)

14 Nitekim binlerce yıldır dinler, felsefeler ve pek çok farklı bilgi kaynakları, insanın diğer canlılardan nasıl farklılaştığı konusunda farklı görüşler üretmiş ve insanın yaradılış dolayısıyla irade sahibi olması, dili ile iletişim kurması, özgür olması dolayısıyla eyleminde tercihte bulunabilmesi, ahlak temelinde tanımlanabilen bir varlık olması, düşünebilmesi vb. durumlarına atıfta onu diğer canlılardan ayırma konusunda kriterler belirmeye çalışmıştır. Bütün bu bilgi kaynaklarının düşünce dünyasına katkılarının yanında bu soruya verebilecek cevaplardan birini sosyal bilim literatüründe “toplumsallaşma/sosyalleşme/sosyalizasyon” olarak kullanılan kavramının içeriğinde bulmak mümkündür (Dikeçliğil, 1997:15).

Bir başka ifadeyle toplumsallaşma, dünyaya gelen çocuğun ilk günden itibaren, toplumun değerlerini, kültürünü ve inançlarını öğrenme sürecidir. Yani toplumsallaşma, ferdi olduğu toplumun ve/ya da kümenin beklentilerine uygun davranışları öğrendiği, değiştirdiği ve oluşturduğu bir etkileşim süreci olarak tanımlayabiliriz. Toplumsallaşma bireyin bir toplumsal kalıba göre şekillendirilmesi anlamına gelmez. İnsanlar, süreç içinde birbirinden çok değişik bir çok etkenin baskısıyla karşılaşırlar ve bunlara farklı biçimde tepki göstererek kendilerine özgü davranış örüntülerini oluştururlar (İsen, Batmaz, 2002:22). Görüldüğü gibi birey açısından toplumsallaşma bir öğrenme sürecidir. Toplum açısından ise eğitim ve öğretim sürecidir. Eğitim ve öğretim, karşılıklı iletişim kurmayla mümkündür ve bir amaç doğrultusunda gerçekleşmektedir. Toplumsallaşma açısından ele alındığında bu amaç, bireyin toplumdaki rollerini öğrenmesini ve bu rollere göre davranışlarda bulunmasıdır. İnsanla ilgilenen bilimlerin ortak konusunu toplumsallaşma meydana getirir (Cevizci, 2000:34).

Eğitim ve öğretim dolayısıyla toplumsallaşmanın bilgi aktarımına dayanması, bilginin süreç açısından önemine de işaret etmektedir. Birey toplumsallaşırken toplumsal çevresi dolayısıyla bilgilenmektedir. Yetişkin haline gelmiş bir kişinin nerede ne yapması gerektiğini bilmesi diğer insanlar tarafından beklenir. Bu bilinç aşamasında ulaşmak ise bilgi birikimine sahip olma ile ilgili bir durumdur. Bu yüzden toplumsallaşma, bilgilendirme, kazanılan bilgi ile toplumsal hayata yaşama olarak da kabul edilebilir. Eğitici ve öğretici konumunda bulunan toplumsallaştırıcılar, geçmişin kültürel, dini, siyasal bilgi birikimini yeni nesillere

(18)

15 aktarırlar (Ergun, 1995:37). Eğitimin en önemli amaçlarından biri olan sosyalleşme, bireyin toplumun fonksiyonel bir üyesi haline gelmesi ya da getirilmesi süreçlerini ifade etmektedir (Er, 1997:51).

Bireyin toplumsallaşmasında en önemli unsurun öğrenme olduğu söylenebilir. Zira birey dünyaya geldiğinde savunmasız ve bilgisiz durumdadır. Dünyaya geldiği ilk andan itibaren içinde bulunduğu topluma göre yaşamını devam ettirebilmek için her gün yeni bir şeyler öğrenir. Dar anlamda kendini geliştiren, toplumsallaşan birey geniş anlamda ise toplumsal düzene ve bütünleşmeye katkı sağlar. Bunun yanı sıra toplum, bireyleri her zaman bütünleştirmeye bilir aynı zamanda ayrıştıra da bilir.

İnsanla ilgilenen bilimlerin ortak konusunu toplumsallaşma meydana getirir. Bu nedenle her toplumsal bilimde toplumsallaşma konusunda bir tanım geliştirilmeye çalışıldığından dolayı toplumsallaşmanın tek bir tanımının yapılması oldukça zordur. (Gökçe, 1996:44). Toplumsallaşmanın farklı yönlerine değinilen pek çok toplumsallaşma tanımından söz edilebilir. Örneğin Giddens (2000:25) toplumsallaşmayı, “yardıma ihtiyacı olan bebeğin, süreç içerisinde doğduğu kültür için geçerli olan yetenekleri edinerek kendi bilincinde olan, bilgili bir birey haline gelmesi süreci” olarak tanımlanmaktadır. Ozankaya (1977:42) yaptığı tanımda birlikteliği ve toplumsal üyeliği inceleme konusu yaparak toplumsallaşmayı, bireyin tek başına biyolojik bir varlık olmaktan çıkıp belli bir toplumla ve belli bir kümeyle bütünleşmesi süreci biçiminde tanımlamıştır. Fichter (2000:46) sosyalizasyonu, kişinin çevresindekilerle arasındaki etkileşim ve sosyal davranış örgütlerinin kabulü ile sonuçlanan bir süreç olarak tanımlar.

Toplumsallaşma tanımlarına bakıldığında, toplumsallaşma bireyler arası ilişkiye yön veren, toplumun devamlılığı ve sürekliliğini sağlayan bir süreçtir. İnsanlar var oldukları toplumda, bebek, çocuk ve ergenlerin yetiştirilmesinde, toplumun kültürünü, norm ve değerlerini, inançlarını, tavır ve tutumlarını içselleştirmesi, toplumsallaşma bakımından en önemli görevdir. Toplumsallaşma, toplum bireylerini yetiştirmek, o toplumda yaşayanlar için öncelikli görevler arasında yer alır. Bireyin toplumsallaşmasında anne ve babanın yeri hemen

(19)

16 hemen her dönemde önemli görülmüş ve çocuklarını toplumun değerleri ve inançları doğrultusunda eğitmişlerdir.

1.1. Toplumsallaşma Süreçleri

Alanyazında farklı adlarla yer alan toplumsallaşma süreçlerini belirleyici nitelikleri dikkate alınarak dört kümede toplamak mümkündür (Doğan, 1987:35).

 Taklit (model alma, modelleme, örnek alma, rol oynama, özenme, öykünme)

 Özdeşleşme

 Boyun eğme (İtaat)

 İçselleştirme (Benimseme, özümseme, Uyma)

1.1.1. Taklit (Model alma, Modelleme, Örnek alma, Rol oynama, Özenme) İnsanlar yaşamları boyunca yapacakları bir takım işleri, içinde bulundukları kümede yer alan diğer insanları gözlemleyerek, onları model alarak (onları taklit ederek) öğrenirler. Albert Bandura tarafından ortaya sürülen taklit etme kuramında, bireyin davranışları sadece pekiştireçlerle biçimlendirilmemektedir. Bireyin yapmış olduğu davranışların aynı zamanda bilişsel, davranışsal ve çevresel etmenlerin etkileşimiyle açıklaması gerekmektedir. Taklit yoluyla öğrenme, gözlem aracılığıyla ortaya çıkmaktadır. Birey çevresinde var olan diğer bireylerin yaptıklarını taklit eder ve bilişsel olarak bunları işler ve bunları kendi davranışları olarak kabul eder (Soylu, 2007:46-47). Bandura’ya göre bireyler yıllar boyunca yeni bilgiler edinebileceği ve mevcut bilgi ve becerisini arttıracak taklit yoluyla öğrenme becerisini geliştirmiştir. Doğrudan deneyim yoluyla kazanılan her türlü bilgi, taklit etme yolu ile öğrenilebilir ve geliştirilebilir. İster bir çocuk, ister bir yetişkin olsun birçok bilgi ve beceriyi çevresindekiler aracılığıyla öğrenebilir. Örneğin bir çocuk anne-baba, akrabalarının takliti ile birçok bilgi öğrenebileceği gibi taklit konusunda örgütlerde de usta-çırak ilişkisi ön plana çıkmaktadır. Usta- çırak ilişkisinde çırak, belli bir süre ustasının yaptıklarını gözlemleyerek, gözlemlediği ustasının

(20)

17 işini nasıl gerçekleştirdiğini taklit yolu ile anlamaya ve gördüklerini de zihnine yerleştirmeye çalışır (Turanlı, 2007:14).

Taklit bir bireyin, başkalarının davranışlarını gözlem yaparak, kendi davranışlarını onlarınkine benzetmeye çalışmasıdır. İlk kuramcılar insanlarda başkalarını taklit etmek için doğal bir güdünün olduğuna inanmışlardır. Başka bireylerin davranışlarını taklit etmek kendi başına bir davranıştır. Taklit, kültürün kuşaktan kuşağa aktarılmasında ve mesleki beceriler gibi özel davranışların öğrenilmesinde büyük öneme sahiptir. Taklit toplumsallaşmanın temel süreçlerinden biridir (Doğan, 1987:35). Bu süreçte birey kendine uygun davranışları görüp daha sonrasında gerçekleştirmektedir.

Taklit ile model alma, modelleme, rol oynama, özenme ve öykünme eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Taklit alma yoluyla öğrenme de kişi bir başkasında bazı davranışları görüp ve aynı davranışları kendisi de yapar (Tetik, 2006:28).

İnsanlar; sosyal çevresi ile girdiği etkileşimde, taklit, model alma ve gözlem yöntemleri sayesinde yeni davranışlar edinir ya da kendi davranışlarını yeniler. Bandura, insanın her şeyi kendisinin öğrenmesine gerek olmadığını, diğer insanların davranışlarını gözlemleyerek de öğrenebileceğini savunmaktadır. Bandura’ya göre insanlar başkalarının davranışlarını gözleyerek yeni davranışlar kazanırlar. Çocuk gözlediği davranışları; pekiştirilen davranışlarını kendisi de göstermekte, cezalandırılan davranışlarını ise yapmamaktadır (Selçuk, 2000:56).

Çocuk ilk toplumsal etkilerle ailede karşılaşır. Anne, baba, abla, ağabey, kardeşin aile içindeki yerini ve buna bağlı olarak rollerini, cinsiyetin, akrabalığın, yaşın ne olduğunu ve bunların önemini aile içinde öğrenir. Aile, birey ve toplum arasında bir köprü olma fonksiyonuna sahiptir. Aileye daha sonra çocuğun arkadaşları ve akrabaları eklenir. Çocuk birincil gruplarda karşılaştığı davranışları taklit eder (Özkalp & Kocacık, 1997:60).

Birey, başka insanların bazı eylemlerinin sonucunda iyi şeyler elde ettiğini, bazı eylemlerinin sonucunda kötü şeylerle sonuçlandığını görür. Bu model kendisinin büyüğü olabileceği gibi yaşıtı veya kendisinden küçüğü de olabilir. (Tetik, 2006:28). Birey, başkasından gördüğü davranışların sonucuna bakmaz.

(21)

18 Ancak, aynı davranışı kendisi yaptığında karşılığında ödül görebilir. Burada çocuğu taklit yapmaya iten güç, etrafından onay görmüş olması ve takdirle karşılanmasıdır. Taklit yoluyla öğrenme sadece küçükler için geçerli değildir. Her yaştaki birey için geçerli olabilir (Aydın, 2003:28).Fakat her yaşta taklit edilen davranışlar değişebilmekte ve uygulanması farklılık gösterebilmektedir.

Bu öğrenme biçimi her yaştaki insanlar için geçerlidir. Ama çocuklar, en sık yakın çevrelerindeki büyükleri model alırlar. Ailesi olmadan yetişen çocuklarda ise, bunların yerine geçen başka büyükler model alınır. Öğretmenler, akrabalar, din büyükleri ve günümüzde medya tarafından öne çıkarılan sanatçı, sporcu, politikacı vb. ünlüler de model alınmaktadırlar (Aydın, 2003:29).

Taklit yoluyla öğrenmede, çocuğun yetişkinlerin davranışlarını model almasından bahsedilir. İnsanoğlu var olduğundan beri özendiği, örnek aldığı bireylerin davranışlarını ve konuşmalarını taklit etme isteği duymaktadır (Şimşek & Uğur, 2003:64). Sözlük anlamına bakıldığında öykünme ve taklit eş anlamlıdır. Öykünme, çocuğun öğrenmesinde ve gelişiminde önemli bir etkendir. Çocuklar, çevresinde var olan modellerin kendi dürtülerini nasıl denetim altına aldıklarını gözlemleyerek, onlara öykünerek kendi davranış biçimlerini geliştirirler (Server, 2002:25).

Taklit bütün yaşamı etkileyen bir olgudur. Bu nedenle insan yaşamında önemli bir rol oynadığı kabul edilmektedir. Taklit özellikle çocukluk dönemlerinde daha da önem kazanmaktadır. Çocukların başarılı olarak taklit edebilmeleri onların beyin, sinir bağlantıları ve kas gelişimlerini tamamlamış olmaları ile doğrudan ilişkilidir. Yemek yeme alışkanlığı, asabiyet, baskıcı tutumlar vb. özellikler taklit yoluyla insanlara yerleşir. Basit taklitle, önemli olan taklit edilen unsurdur. Taklit edilen insanın kim olduğu taklit edilen unsur kadar pek önem taşımamaktadır (Yapıcı & Yapıcı, 2005:85).

Taklit eden insan ne yapması gerektiğini irdelemeden, sorgulamadan, araştırmadan, eleştirmeden, bireyin kendisine kolay geldiği için ya da kınanmaktan korktuğu için başkalarının yaptığını yaparak rahatlar. Dolayısıyla karar verme sıkıntısından kurtulur. Taklit edilen davranışını değiştirirse taklit eden de davranışını değiştirir. Taklit edilen kişinin yeni davranış arayıp örenmesi

(22)

19 gerekmez. Dolayısıyla birey davranışın iyi-kötü olduğunu yargılamaz (Başaran, 2000:102). Fakat taklit yoluyla öğrenmede taklit eden kişinin sergilediği davranış sonucunda elde ettiği ödül veya ceza sonucu davranış değişikliği sergileyebilir.

Bireyler karşılaştıkları bazı durumlarda, daha önceden öğrendikleri davranışları tekrarlamayabilirler. Bunun temel sebebi olumsuz güdülenmedir. Bireyin daha önceden yaptığı ve cezaya veya başarısızlığa neden olan daha önceki davranışları, o davranışın yinelenme olasılığını azaltabilir. Bununla birlikte, herhangi, bir tehditle karşılaşan birey de bu davranıştan kaçınabilir. Bir bireyin cezalandırılan veya bireye zarar veren davranışı diğer bireylerin o davranışı taklit etmesini etkiler, kısaca, bireylerin sahip oldukları birçok davranış taklit yoluyla öğrenilir. Bir çocuğun davranışlarının çevresindeki bireylere benzemesi, taklit yoluyla öğrenmenin etkinliğini ortaya koymaktadır. Bu nedenle bireyin çevresini öğrenen bireye yeterli düzeyde modeller sunarsa, bireyde bunları taklit ederek öğrendiklerini geliştirebilirler. Ayrıca, taklit yoluyla birey, ilk defa karşılaştığı şeyleri öğrenmekle yetinmez, daha önceden yapmaktan kaçındığı birçok davranışına yapma cesaretini kendisinde bulabilir (Turanlı, 2007:15).

Sonuç olarak toplumsallaşma süreçlerinden birisi olan taklit, taklit eden kişilerin karar vermesinde önemli fayda sağlamaktadır. Bunun yanı sıra bireyler kimi zaman sonucu belli olan davranış kalıplarını benimseyip, bir konu/durum hakkında nasıl bir tavır izlemeleri konusunda fikir sahibi olurlar. Aslında bu süreçte en önemli olan nokta doğru taklit, yani bireyin taklit aldığı unsurdur. 1.1.2. Özdeşleşme

Taklit ve özdeşleşme arasında çok yakın anlam benzerliği bulunmaktadır. Örneğin, özdeşleşmede çocuklar beğendiği bir yetişkin davranışlarını farkında olmaksızın taklit ederler. Bu taklit yolu ile çocuk toplum içinde kendine özgü toplumsal rolleri öğrenerek kendine olan güvenini sağlar. Özdeşleşmede birey gerçekten veya hayal ürünü olarak model aldığı birey gibi davranarak, kendini onunla bir tutar. Çocuklar ile anne-baba arasında, hareketleri ve ses biçimi gibi özelliklerde çok benzer yönler gözlemlenebilmektedir. Çünkü çocuk anne-baba

(23)

20 ile özdeşleşmektedir. Bu özdeşleşmede, çocuk anne- babasının taklidini yapmaktan çok kendini onlar yerine koyarak onlar gibi davranmaktadır. Çocuğun, yapmış olduğu taklitler ve özdeşleşmeler çocuk için öğrenme, kendine güven duyma, yaratıcılığını ortaya koyma ve zihinsel gelişme gibi birçok yararlar sağlayabilir. Çoğu psikolog taklit ve özdeşleşmeyi çocuğun toplumsallaşmasında temel bir süreç olduğu üzerinde birleşmektedirler ( Sağlam,2000:8). Çünkü çocuk/birey çoğu zaman taklit ve özdeşleşme yoluyla davranış ve tutumlarına yön vermekte ve davranış kalıpları geliştirmektedir.

Özdeşleşme yaşayan bir bireyin davranışındaki bir değişme gerçek bir tutum değişmesine neden olabilir de olmayabilir de. Özdeşleşme bireyde gerçek bir tutum değişmesine neden olsa da bu durum bireyin özdeşleştiği bir başka birey ya da küme önemini devam ettirdiği sürece olur (Kağıtçıbaşı,2006:48).

Özdeşleşme ile birlikte bireyler değer verdikleri bir bireye, bireylere ya da toplumsal bir simgeye benzeme gayreti içine girerler. Özdeşleşmede birey kendisini de onlardan biri gibi görme eğilimi içindedir. Bu benzeme ve kendini onlardan biri gibi görme durumu özdeşleşen bireyde doyum sağlamaktadır. Çünkü birey kendini diğer birey ya da bireylerden biri gibi görerek ait olma gereksinimini gidermekte ve böylece doygunluk sağlamaktadır (Usal & Kuşluvan, 2000:22). Özdeşleşmeyi kısacası, onay gösteren bir insanın temel davranış özelliklerini içselleştirme olarak tanımlamak mümkündür. İlk çocukluk döneminde bireyler, anne-babanın güç ve yeterliliklerine, hem hayranlık hem de tepki duyarlar. Bu çatışmadan kurtulmak ve davranışlarına yön vermek için yetişkin tutumlarıyla özdeşleşmeyi seçerler. Böylece yetişkinlerde olan güç ve yeterliliği, kişiliklerinin bir parçası haline getirirler (Aydın, 2001:62). Toplumsallaşma açısından önemli bir kurum olan aile içerisinde çocuk, aile fertlerinin davranışlarını ile özdeşleşir ve bu davranışları sergiler. Yani, dindar bir ailede yetişen çocuk bu yönde davranış sergileyebilir.

Özdeşleşme sürecinde önemli olan kavram kimliktir. Kimlik kavramı, hem kişisel hem de toplumsal kimlikten oluşmaktadır. Bu kişisel ve toplumsal kimlik aynı zamanda farklılaşma ve özdeşleşme süreçleridir. Bir bireyin sahip olduğu sosyal kimlik içinde bulunduğu küme düzgülerine uyması durumunda, birey değerler ile bir özdeşleşme sağlayabilir. Gerçek kimlik kavramı belirli bir

(24)

21 gelişme sonucunda, özdeşleşme süreçleri keskinliğini kaybedince oluşur (Kocacık,2003: 10).

İçinde doğduğumuz ve olgunluğa eriştiğimiz kültürel ortamlar davranışlarımızı etkiler, ancak bu, insanların bireysellikleri ya da özgür iradeleri olmadığı anlamına gelmez. Bizler, yalnızca toplumun bizim için yaptığı hazır kalıplara dökülüyor gibi görünebiliriz (Anthony, 2000:29). Bu süreçte bireyler diğer insanlarla özdeşleşmekte ve yeni davranış kalıpları elde etmektedir. Ergenlik dönemindeki birey genelde çevresine eleştirel gözle bakmaktadır. Bu nedenle bu süreçteki özdeşleşme farklılık gösterir. Yaş ilerledikçe ergenlik döneminden çıkan birey ebeveyninin davranışları ile özdeşleşme sağlayabilmektedir.

Özdeşleşme bazı toplumsal uyma davranışının ortaya çıkışında etkili olabilmektedir. Özdeşleşmede birey bir kişinin ve kümenin fikrine, kişiye veya kümedekilere benzeyebilmek için uyum gösterir. Özdeşleşmede uyulan kişi ya da küme belli bir çekiciliğe sahiptir ve bir değeri (önemi) bulunmaktadır. Bireyin gözünde bu değer devam ettiği müddetçe uyma davranışı da kendiliğinden devam eder. İnsanların davranışlar sergilemelerinde belirleyici bir etken olan boyun eğme ve özdeşleşmenin birbirine olan benzerliği hem boyun eğme de hem de özdeşleşmede davranışları asıl belirleyenin kişinin dışındaki kaynaklardan yönlendirilmesi ve davranışların sürekliliğinin büyük ölçüde bu kaynakların gücüne bağlı olmasıdır. Özdeşleşmede esas olan bireyin değer verdiği kişilere benzeme ve onlar gibi olma çabasıdır (Türküm, 2007:173). Bu tanımdan yola çıkarak, bireylerin ilgi alanları, tutumları ve davranışları özdeşleşme kuracağı insanları belirleyebilmekte ve bu yöndeki davranışları kalıcı olarak yaşamında yer verebilmektedir. Bu nedenle bireylerin kimi önemsediği neye değer verdiği önemli noktadır. Çünkü birey yaşamı boyunca doğru bireyi veya kümeyi örnek alıp özdeşleşme sağlayamayabilir.

Bireyler, bazı durumlarda içinde oldukları toplumsal küme ya da toplumdaki herhangi bir birey ile arasında görünmez bağlar kurarlar ve kendilerini de onlardan biri ya da doğrudan doğruya bir benzeri hatta aynısı gibi görür. Bu “tüzel ya da özel bir kaynağa benzeme çabasına” özdeşleşme adı verilmektedir. Kişi, kendisi ile özdeşleştirdiği kaynaktan gelen iletiyi çok daha kolay kabul

(25)

22 eder. Öneri ve uyarılarını daha dikkate alır. Böyle bir kaynaktan gelen öğütlere daha kolay uyar (Usal & Kuşluvan, 2000:207).

İnsanlar bazen başkalarına benzeyebilmek ya da bir kümenin belirlediği insan tipine uygun bir biçimde davranışlarda bulunmak için çaba gösterirler. Benzenilmek istenen kişinin etkileyici özellikleri ve toplumsal değeri özdeşleşme sonucu gerçekleşen uyma davranışını meydana getirir (Güney, 2000:61). Özdeşleşme kurulan kişinin davranış ve tutumu devam ettikçe, özdeşleşme kuran bireyin davranışı da devam eder. Davranış devam etmezse özdeşleşme ortadan kalkabilir. Özdeşleşme aracılığı ile bir kimse diğer kimsenin inançlarını, değer yargılarını ve tutumlarını alır. Bir bireyin diğer bir bireyden olumlu yönleri alarak özdeşleşmesi gerekli bir durumdur. Ancak olumsuz yönlerin alınarak özdeşleşme sağlaması kişinin kendisine ve çevresindekilere zarar verebilmesi gibi sakıncalı olabilir (Herbert, 1979;102). Anne ve babanın eylemlerini kendine model olarak gören çocuk, bu sayede istenen veya istenmeyen eylemleri onlardan öğrenecek, kendini bu doğrultuda yönlendirecektir. Ancak çocuğun, anne ve babasının tavırlarını benimseyebilmesi için anne-baba- çocuk üçgeni arasında, sevgi, saygı ve güven olması gerekir (Yavuzer, 2013:39).

Özdeşleşme bir kimsenin kümedeki üyeliğini sürdürebilmek ya da sevdiği bir kimsenin sevgisini kaybetmemek için kendisinden istenen davranışı yerine getirmesini simgelemektedir. Özdeşleşme sonucunda bir birey belirli davranışları öğrenmektedir. Bireyin bu davranışları yapmasının nedeni, onların kendi başına bir değer ya da önem taşıması değil, fakat bireyin kendisini özdeşleştirdiği bir kimse ya da kümenin kendisinden davranışları yapmasını istemesidir. Ancak özdeşleşmede kişi diğer kişinin kendisi ile özdeşleştiğini fark etmeden bazı isteklerde bulunabilmektedir. Bu istekler sadece özdeşleşen kişinin bazı görevleri yerine getirmesi gerektiği için istenmektedir. Böyle bir öğrenme boyun eğmeden daha süreklidir (Doğan, 1987:38).

Özdeşleşmenin meydana geldiği ortamın toplumsal, ekonomik, kültürel özellikleri bir yandan bireyin kişiliğini oluştururken diğer yandan bu ortamsal özellikler kişilik ve toplum arasındaki tüm ilişkilerin temelini oluşturan özerklik ve sorumluluk duygularını biçimlendirir. İnsan çevresinde sürekli benzemek

(26)

23 istediği kişileri arar. Böylece insan özdeşleşme yaparak kişiliğini oluştururken sorumluluk ve özerklik arasında iyi bir denge oluşturmak ister. Birey üyesi olduğu kümeye önem verir, küme düzgülerine uymak için önemli bir çaba harcar. Bu uyum yalnızca davranışları değil, fikirleri de etkiler. Özdeşleşme olayında birey genellikle üyesi olduğu kümenin benimsemediğini beğenmez, yapmadığı bir şeyi de yapmaz. Birey, küme düzgülerinden farklı bir yöne gitmekten çekinir. Birey gereksinimlerini üyesi olduğu kümedeki değerler doğrultusunda doyurmak amacı ile sürekli çaba harcar (Arslan vd.,2002:29).

Kısacası özdeşleşmenin meydana geldiği durumlarda birey küme dışında kalmamak, beğenilmek ve mevcut tutumlarını geliştirmek için yeni davranış kalıpları elde eder.

1.1.3. Boyun Eğme

Heyşeyden önce, bireylerin bir başkasına olduğu kadar başkalarına ve daha da ötede herhangi bir toplumsal etkiye uyumlu, benzer davranışlar gösterebileceğini bir kez daha anımsatmakta yarar vardır. Böylece, toplumsal davranış olarak nitelendirilebilecek olan her davranışın kökeninde bir toplumsal etki bulunduğu da kabul edilmiş olmaktadır. Bu durumda toplumsal etki, bir birey ve/ya da bireyler kalabalığı olabileceği gibi insan ilişkilerini düzenleyen bir kurumlaşma da olabilir. Yasaklar, yönetmelikler, kurallar, ilkeler ve/ya da toplumun yazılı olmayan gelenekleri, görenekleri ve törenleri de toplumsal etki kapsamına girecektir (Usal & Kuşluvan, 2000:208). Yani birey boyun eğme davranışında istekleri doğrultusunda değil çoğu zaman kendisini mecbur hissettiği için belli davranış kalıplarını sergilemektedir.

İnsanların boyun eğme davranışları günlük yaşamda kolayca gözlenebilir. Boyun eğmede neden olan toplumsal etki açık bir biçimde dile getirilir. Boyun eğmeye neden olan bireyin otoritesi değişik nedenlerden kaynaklanabilir. Bazı durumlarda, bir birey otoritesi konusunda uzman olarak algılandığı için ona boyun eğilir. Boyun eğme, davranışının temelinde çocuklukta başlayan ve yaşam boyu süren bir öğrenme süreci bulunmaktadır. Boyun eğme toplumsal düzenin sağlanması ve devam etmesi için bazen gereklidir. Bu nedenle bireyler boyun eğerek bazı davranışları mecburiyetten öğrenirler (Aydın, 2003:27). Boyun

(27)

24 eğilen otorite ise kimi zaman aile fertleri, gruplar, siyasi lider, dini lider veya arkadaş grupları olabilmektedir.

İnsanlar, grup içinde çevrelerindeki insanlara uyma davranışını grubun fikrine inandıkları için, fikren de kabul ettikleri için sergiledikleri gibi, aynı fikri paylaşmasalar da uyma davranışını sergileyebilmektedirler. Bireylerin aynı fikri paylaşmamalarına karşın çevrelerine uyma davranışlarının ardında da çeşitli mekanizmalar vardır. Kişiler çevrelerine uymadıklarında ortaya çıkabilecek sonuçlardan çekindikleri için uyma davranışı sergileyebilirler. Kişilerin bedel olarak dışlanma, rededilme, sevilmeme, onaylanmama, istenmeme cezalandırılma gibi durumlarla karşılaşacaklarını düşündükleri bu tür uyma davranışı boyun eğme olarak isimlendirilir. Boyun eğme sonucu oluşan uyma davranışının temelinde uyulanın, uyanın üstünde gücü veya kontrolü vardır veya var olduğu düşünülür. (Türküm, 2007:174).

Zorlama, korku ve yaptırım boyun eğme davranışının temelini meydana getirmektedir. İnsanlar bir kişiye boyun eğerlerken ondan çekindikleri, korktukları için o kişiye uyma davranışı gösterirler. Boyun eğme davranışı sadece bireylere karşı değil kümeye karşıda gösterilebilir. Boyun eğme sonucu gerçekleşen uyma davranışının temelinde boyun eğmeyi sağlayan kümenin ya da bireyin gücü veya denetimi yatmaktadır (Güney,2000:44). Birey üzerindeki denetim ortadan kalktığında birey mevcut davranışı sergileyebilir ya da bu davranış ortadan kalkabilir.

Boyun eğme bir etkinin, bir ödülü elde etmek ya da cezadan kurtulmak için kabul edilmesidir. Ödül ve cezaların kullanılması bireyin yetiştirilmesinde çok yaygın olarak kullanılan bir yöntemdir. Bireyin istenen davranışları ortaya koyması durumunda ödüllendirilmesi, bu davranışların bireyde yerleşmesine ve benzer durumlarda sergilenmesine neden olmaktadır. İstenmeyen davranışlar için ise cezaların uygulanması bireylerdeki istenmeyen davranışların sönmesine neden olmaktadır (Doğan, 1987:63).

Boyun eğme her ne kadar bireyler için kötü bir kötü bir durum olarak görünse de bireylere yarar sağladığı bir gerçektir. Boyun eğme, bir yandan bireyin uymama durumunun getirebileceği ağır cezalardan kurtulmasına yol açarken

(28)

25 diğer taraftan da uyanın bu davranışı sayesinde ortamdaki diğer bireylere hoş karşılanması nedeniyle yarar sağladığı açıktır (Usal & Kuşluvan, 2000:52). Fakat her zaman yarar sağlamaz çünkü birey bir gruba ya da kümeye karşı istemediği davranışları sergiler ve bu durum onun için istenmeyen bir durum haline gelebilir.

1.1.4. İçselleştirme (Benimseme, Özümseme,Uyma)

İçselleştirme, bireyin bir kaynağa ait davranışları, düşünceleri ya da duyguları kendine uygun görmesi ile meydana gelmektedir. Buradaki kaynak bir birey olabileceği gibi bir örgüt, bir küme, kişinin ya da kümenin öne sürdüğü bir kural ya da karar da olabilir. Birey, kaynağa gerçekten inandığı için içselleştirir. Bir bireyin, kişi ya da kümelerin görüşlerini içselleştirmesi, o kişi ya da kümeyi inanılır bulması ve söz konusu görüşleri sahiplenerek savunacak kadar kendisine mal etmesine bağlıdır. İçselleştirmede içsel yaptırımlar ve ödüller etkin olur (Usal & Kuşluvan, 2000:53-54). İçselleştirme bir bireyin toplumsal rolleri, düzgüleri, değer yargılarını vb. özellikle de ailesine ait olanları kendisininmiş gibi benimsemesi olayıdır. Bu durumda içselleştirme ile edinilen bu düzgülerin dışına çıkılması bireyde suçluluk duygusu yaratacaktır. İçselleştirme toplumsal psikolojide, toplumsallaşmanın temel süreçlerinden biri olarak kabul görür (Budak, 2005:87). Zira içselleştirme, yani bireyin özümsemesi aşamasında bireysel etkenler oldukça önemli rol oynamaktadır (Akay, 2006:62). Öğrenme ve içselleştirme nedenselliği açısından aynı anlamdadır. Çünkü bireylerin içselleştirdiği şey bir öğrenmedir (Şahin, 2007:15). Bazı durumlarda birey kümenin düşünce ve davranışlarının doğru olduğuna inandığı için uyar. Bu tür uyma davranışına içselleştirme adı verilir (Kocacık, 1989:42).

İçselleştirme bireyler için en iyi en erdemli bir uyma davranışıdır. İçselleştirme bireye doğru bildiğini gerçekleştirme, öz gerçekleştirme ve bireysel yargı gücünü kanıtlama fırsatı sunarak bireye yarar sağlamaktadır (Usal & Kuşluvan, 2000:27). İçselleştirmenin, toplumsal davranışların açıklanmasında önemli bir yeri bulunmaktadır. Kurallara uygun davranışların sergilenmesi, bireylerin görevlerine uygun bir biçimde yerine getirmeleri; toplumsal işbirliği ve yardımlaşmanın temelinde yatmaktadır. Toplumsal kuralları içselleştiren bir birey bir denetime gereksinim duymadan kurallara uygun davranışları ortaya

(29)

26 koymaktadır. Bu nedenle toplumsal düzenin büyük ölçüde kuralların içselleştirmesi ile bağlantılı olduğu söylenebilir (Doğan, 1987:45). İçselleştirmede bir baskı ya da zorlama kesinlikle söz konusu değildir. Toplumuna, ailesine ya da mesleğine bağlı olan kişiler daha çok bu tür uyma davranışı göstermektedir (Güney, 2000:65). Bu nedenle de birey içselleştirdiği davranışları sergilemesi daha uzun sürer. Yani ortada herhangi bir zorlama, baskı, korku vb. olmadığı için bu durumlar ortadan kalkınca davranıştan vazgeçme gibi bir durumda söz konusu değildir.

Diğer taraftan ise, içselleştirmede korkudan ziyade inanma ve doğru görme vardır. İçselleştirme, bireyin içsel kaynaklarını faaliyete geçiren akıl yürütme becerilerini kullandıran ve bağımsızlığı gerektiren bir yapıya sahiptir. İçselleştirme süreci ile uyma davranışını gösteren kişinin, davranışlarını devam ettirmek için herhangi bir kişi ya da küme tarafından denetlenmeye, onaylanmaya veya cezalandırılmaya gereksinme bulunmaz (Türküm, 2007:61). Çünkü içselleştirme bilgisel bir etkiye sahiptir. İçselleştirmenin bilgisel bir etkiye dayanması nedeniyle bireyler başka bireyleri belirli bir amaca ulaşmak için yararlı bilgi kaynakları olarak kullanmaktadırlar. Oysa; itaat, taklit ve özdeşleşme gibi kuralsal etkiye sahip süreçler amaç niteliği taşımaktadırlar. Kuralsal bir etki kimse başkalarının kendisi ile ilgili beklentilerine aykırı davranmak istemediği ve onlarla düşünce birliği içinde olmak istediğinde ortaya çıkmaktadır (Doğan, 1987:21). Bilgisel etkide kişi kendisine gelen bilgileri değerlendirerek kişisel bir sonuca varır ve değerlendirdiği bilgilere inanır ve doğru bulursa içselleştirme gerçekleşmiş olur. İçselleştirme durumunun bireyler için önemli bir yeri vardır. Çünkü içselleştirmede birey kendi davranış ve tutumlarını değiştirmek zorunda değildir. Örnek aldığı birey, küme veya grubun davranışlarına kendi isteği ile uyma davranışı sergiler.

1.2.Toplumsallaşma Kuramları

Toplumsallaşma teorileri incelendiğinde birçok teorik yaklaşıma rastlanmaktadır. Bu yaklaşımların hemen hemen hepsinde bütün araştırmacıların farklı bakış açısı etrafında toplandıklarını görmek mümkündür. Bu yaklaşımlardan birincisinde birey pasif, çevresel ve kendi içinden gelen uyarıcılara daha önceki deneylerin sonucunda otomatik ve sabit tarzda tepkiler

(30)

27 veren tepkisel bir varlık olarak görülmektedir. Diğer yaklaşımlarda ise birey aktif ve rasyonel olarak tanımlamaktadır. Rasyonel kabul edilmektedir. Önceki tecrübelerin önemini bilmelerine rağmen sık rasyonel kararlar alabilen, bilinçli olarak belirlenmiş hedefler için hareket eden bir bireyi kabul etmektedirler (Beşerli, 2013:65). Birey ister aktif olarak ister pasif olarak konumlandırılsın her zaman etkilendiği durum ve koşullar göz önüne gelebilmektedir.

İçinde doğduğumuz, yetiştiğimiz kültürel ortamın davranışlarımızı etkilemesi, bireysellikten yoksun olduğumuzu düşündürebilir. Kendimizi toplumun önceden hazırladığı bir kalıp içerisinde düşünebiliriz. Ancak bu doğru değildir. Doğumdan ölümüne kadar diğer insanlarla etkileşim içerisinde olmamız kişiliğimizi, değerlerimizi, davranış biçimlerimizi etkiler. Bununla beraber toplumsallaşma süreci boyunca hepimiz bir kimlik duygusu ile bağımsız düşünme ve davranış yeteneği geliştirir. Bireysel ve toplumsal gereksinimler kişinin toplumsallaşmasını zorunlu kılar (İçli, 2011:118).

Toplumsallaşma ile ilgili üç yaklaşım ortaya atılmıştır. Bunlar Freud’un öncülüğünde 1900’lü yıllarda ortaya atılan psikanalitik kuram, 1930’larda ortaya çıkan kültürleşme kuramı ve öğrenme kuramıdır.

1.2.1. Psikanalitik Kuram

Toplumsallaşmanın gerek tanımlanması, gerekse süreci konusunda ortaya atılan ve etkisi uzun süre, daha sonraki araştırmalarda sürdüren ilk kuramsal yaklaşım psikanalitik yaklaşımdır. Bu yaklaşımın öncüleri ve güçlü savunucuları Freud, Piaget ve Kohilberg’dir. Ancak, bu üç ruhbilimci aynı kuramsal görüşte birleşmemekte, buna karşılık toplumsallaşma sürecinde, özellikle çocuğu birim olarak almaları ve çocuğun ahlak gelişiminde katılımsal (genetic) niteliklerden hareket etmeleri ortak yanlarını oluşturmaktadır (Aziz,1982:11).

Psikanalitik kuramın babası Sigmund Freud insan türündeki hayvanın zengin türündeki hayvanın zengin psikolojik yaşamı ile büyülenmiştir. Freud davranışın cinsellik ve saldırganlık gibi güçlü içsel dürtü ve içtepilerle içten güdülendiğini ileri sürüyordur. Ayrıca, yetişkin davranışlarını, izleri ailedeki çocukluk yaşantılarına kadar sürülebilecek çözülmemiş psikolojik çatışmaların biçimlendirdiğine inanıyordur. Psikanalitik kuramcılar doğrudan davranışı

(31)

28 tetikleyen hem bilinçli hem de bilinçaltı içgüdüleri anlamaya çalışırlar (Taylor vd.,2008:10).

Psikanalitik teorinin doğuştan var olan fonksiyonlar hakkındaki varsayımında teorinin en çok hemastatik motivasyon modeli ve değişik düzeylerdeki yetişme potansiyeli üzerinde durmaktadır. Çeşitli düşünce ve hareketler olgunlaşır ve farklı zamanlarda sosyal dikkati çeker bu gerçekte psikoseksüel denen durumu tamamlamaya yardım etmektedir. Psikanalitik teori, yaş derecelendirilmesinin özel bir sistemi olarak görülebilir. Ana amaç, belirtilerin kaynağını açıklamaktır. Buna göre teori, çocuğun her birinde, sonradan iç çekişmeleri çözmede kullanacağı yetenekleri öğrenmesini açıklamaktadır. Her evdeki tipik, normal gelişme deneyimlerinden çıkar sananlar çeşitli düzensizlikleri açıklamak için gerekli potansiyeli oluşturur. Yaş değerlendirme ve toplumsallaşmadaki kültürel farklılıklar konusunda psikanalitik şu üç özelliği birbirinden ayırmak gerektiğini söylüyor; dönemselliğin evrenselliği, ailelerin teknikleri ve çocukların kişilikleri arasındaki ilişki, teorinin toplumsallaşma için kritik olan konuların açığa çıkarılmasındaki verimliliği (Beşerli, 2013:72).

Psikanalitik yaklaşım, bireyin gelişimini, çocukluk döneminde edinilen bazı tutumların kalıcılığına bağlayan bir görüştür. Çocukluk çağında elde edilen tutarsızlıklar, hayat boyu sürmekte ve dini davranışlara yansımaktadır. Bu yaklaşım, dini davranışı birey, onun çocukluk dönemi deneyimlerine ve aile çevresine indirgemiştir. Freud ve Piaget tarafından öne sürülen bu kuram, sosyalleşme sürecinde çocuğu temel almaktadır. Freud toplumsallaşmada id, ego ve süperego kavramlarını temel alır. Ona göre çocuk kalıtımsal olarak birçok özelliğini doğuştan getirir. Çocuk doğumundan sonra, önce anne ve babasının daha sonra da diğer çevresel faktörlerin etkisiyle şekillenir (Tezcan, 1997:49). Bu yaklaşımda bireyin tamamıyla aile ve birincil çevresi tarafından kazandırılan değer ve tutumların hayatı boyunca sürdürdüğü düşünülmektedir. Yani bu düşünceyle bireyin toplumsallaşması birincil çevre ile gerçekleşmektedir. Birey kültürü, dini inancı, değerleri ve tutumları çocukluk döneminde elde etmektedir.

Freud’a göre, yaşamın ilk günlerinde büsbütün idden oluşan ilkel yapı, ayrımlaşarak ego ve süperegou oluşturmaktadır. Çocuk gelişimi sürecinin daha başlarında, ana-babasını ve çevresindeki diğer bireylerle etkileşime girmeye

(32)

29 başlamakta ve bu etkileşim içinde çocuğun gerçekçi olmayan istekleri kısıtlanmaktadır. Bir bakıma kişiliğin “idare meclisi” gibi davranan ego, gerçekliğin sınırları zorlamadan bireyin içsel dürtülerinden kaynaklanan ihtiyaçlarının uygun bir biçimde nasıl karşılanabileceğini tayin etmektedir (Yeşilyaprak, 2011: 127-128).

Freud 1900’lerde toplumsallaşma konusunda bireyin kişilik oluşumunu, duygusal-güdüsel bir süreç olarak ele almıştır. Bireydeki ahlak gelişimini ise, bireydeki “alt ben” (id), “ben” (ego) ve “üs ben” (süper ego) ilişkilerindeki denge kavramına bağlamıştır. Çocuğun kalıtımsal niteliğinden doğan bu durum, daha sonra, çocuğun yakın ilişkide bulunduğu anne-baba ve ailedeki diğer kişilerin etkisi ile biçimlenmektedir. Sonraları Freud, bireyin toplumsallaşmasında temel aldığı kalıtımsal özelliklere “çevresel” etmenlerin etkisini benimsemiş ve böylece psikanalitik görüşe yeni bir boyut eklenmiştir. Ancak temel etmen, bireyin kalıtımsal özellikleridir (Aziz, 1982:14).

Bu yaklaşıma göre bireyin biyolojik güçleri ön plandadır, yani birey dünyaya geldiğinde içinde bulunduğu topluma dair bilgisi olamamasına karşın içgüdüsel olarak bazı davranışlar sergilemektedir.

1.2.2. Kültürleştirme Kuramı

Toplumsallaşma olgusuna bir başka kuramsal yaklaşım, antropolojik yaklaşımlardır. Bu yaklaşım özellikle 1930’larda insanbilimcilerin toplumsallaşmayı, toplumdaki kültürün bir sonraki kültüre aktarılması biçimindeki insanbilimsel tanımlamaları ile güncellik kazanmıştır. Bu kurama göre, birey içinde bulunduğu kültürü öğrenir ve davranışlarına bu kültürü yansıtır. Bu konuda ilk kuramsal yaklaşımı ortaya atan Dollard, “ yeni bir bireyin kümeye nasıl kabul edildiği ve cinsiyetine ve yaşına göre toplumun geleneksel beklentilerini karşılayabilecek duruma nasıl geldiği sürecini tanımlamakta idi (Aziz, 1982:13). Birey, doğuştan itibaren dahil olduğu kültürün ögelerini öğrenerek benimsemekte ve dolayısıyla da bu kültürün bir üyesi haline gelmektedir. Bu süreçte birey, gerek aile ve okul gerekse hayatın günlük akışı sırasında etkileşime girdiği diğer kişilerden kültürel norm, değer ve kuralları bilinçsizce öğrenmektedir. Ebeveynlerin davranışlarının tümü kültürel özellikler

(33)

30 taşımakta dolayısıyla da çocuk, bu davranışları taklit ederek toplumsallaşmaktadır (Ergün, 1994:102). Birey kültürel norm ve değerleri ne kadar doğru benimser ise kendisinden sonraki kuşaklara da o denli iyi aktarabilmektedir.

Bu görüşe göre toplumsallaşma, salt kültür açısında ele alınmıştır. Bazı antropologlar, ayrıca kalıtımsal etmenleri de dikkate almışlardır. Kroeber, Malinowski ve Edward Sapir gibi antropologlar, toplumsallaşma sürecinde toplum kültürünün bireye, bireyin kalıtımsal kişilik oluşumun da etkisi ile aktarıldığı görüşünü getirmişlerdir. Bu çerçeve de her kültür diğerinden farklılığını dikkate almışlardır (Tezcan,1995:48).

Kültürleştirme kuramına göre, birey yaşamının her alanında kültürel değerleri öğrenmektedir. Bu kültürel değerler bazen yazılı bazen ise sözlü olabilmektedir. Burada ki asıl önemli olan durum ise bu kültürel değerlerin birey tarafından nasıl algılandığı ve öğrenildiğidir. Birey açısından bu kuram toplumla bütünleşmeyi sağladığı gibi toplum açısından da nesiller arasındaki bağlantıyı sağlamaktadır. 1.2.3. Öğrenme Kuramı

Toplumsallaşma konusunda yoğun çalışmaların yapıldığı 1930’larda insanbilimcilerce ortaya atılan ve sonradan etkisini uzun süre gösteren ve araştırmacıların çoğunluğunun temel aldığı bir başka yaklaşım “öğrenme kuramı” adı ile tanımlanan yaklaşımdır. Bu kurama göre toplumsallaşma, sürdürülen düzenlerin bir etkisi ve ileride olması istenen düzenlerin ise bir nedenidir. Böylece bu yaklaşımda, toplumsallaşma, yerleşik yapıyı ve toplum üyelerinin kişiliğini etkilemekte, kültürün bütünleştirdiği bir işleyiş olmaktadır. Kişilik, kültürün hem sonucu, hem de nedeni olarak ara değişken niteliğini kazanmaktadır (Aziz,1982:14).

Bireylerin birbirlerinden öğrenmesi olgusuna ilk dikkat çeken John Dewey’dir. Her bireyin bir toplum içinde büyüdüğü ve büyümesi gerektiği değişmez bir gerçektir. Birey, sosyal etkileşimi sonucunda düşüncelerini ve deneyimlerini paylaşarak zaman içinde kendine has belleğini oluşturur (Yeşilyaprak, 2011:247). Öğrenme kuramını bu çerçevede davranışları sınırlı olan bireyin içsel yolculuğunun sonucu olarak görülür. Birey toplumsallaşma sürecinde elde ettiği bilgileri davranışlarına yansıttığı ve gelecek nesillere de bu

(34)

31 yolla aktardığı düşünülmektedir. Sosyal öğrenme kuramcıları, öğrenmenin bir süreç olduğunu ve bu sürecin kişiliğin şekillenmesinde önemli etkisinin olduğunu ifade etmişlerdir. Eğitimli insanlarla eğitimsiz olan insanlarda gözlenen kişilik farklılıkları öğrenmenin kişilik üzerindeki etkisinden kaynaklandığı ileri sürülebilir. Buna göre kişilik özellikleri ortamsal etkenlerden, kültürel ve fiziksel faktörlerden etkilendiği gibi aile, öğrenme ve eğitimden etkilenerek oluşur (Tutar, 2012:29). Eğitimden kasıt sadece okul değil aynı zamanda aile, arkadaş grupları, dini ritüeller, toplumun kendisi olabilmektedir.

Sosyal öğrenme kuramcıları insanların düşünme, planlama, algılama ve inanma şekillerinin öğrenmenin önemli bir kısmını oluşturduğunu iddia etmektedirler. Ayrıca bu kuramcılar, davranışçıların benimsediği öğrenme kurallarının ve hayvanlar üzerinde yapılan birçok deneylerin, insanlarınki ile benzerlik göstermesine rağmen, daha kompleks ve karmaşık olan insan davranışlarını ve insanın öğrenmesini açıklamakta eksik ve yetersiz kaldığına dikkat çekmişlerdir. Sosyal öğrenme kuramcıları, davranışçı kuramların insanlara bireysel hayvanlar olarak yaklaştığını ve öğrenmenin sosyal boyutlarını göz ardı ettiğini savunmaktadırlar. Üstelik insanlarda birçok pekiştireçler sosyal boyutludur. Davranışçı deneylerde, hayvanlar kendi çevrelerini seçme özgürlüğüne sahip değildirler ve çevreleri de hayvanların varlığı ile değişmemektedir (Bayrakçı, 2007:199).

Öğrenme kuramcılarına göre ilk sözel öğrenmede klasik koşullanma, taklit ve edimsel koşullanmanın birleşimi söz konusudur. Özellikle taklit ve edimsel öğrenmenin birleşimi kelime öğrenmeyi açıklamada oldukça tatmin edicidir. Klasik koşullanma ile öğrenme daha çok sözcüklere duygusal anlam yüklemede etkili olmaktadır (Arı,2008:189).

1.3. Toplumsallaşma Ajanları

Toplumsallaşmanın temel aracı toplumdur. Birey doğumuyla birlikte toplumsallaşma sürecine girer. Çeşitli grup ve ortamlarda başka insanlarla etkileşim içerisinde toplumsallaşır (İçli, 2011:122). Toplumsallaşma bireyin gözünü açtığı andan itibaren başlayan ömür boyu süren, insanlık devam ettiği sürece devam edecek bir süreçtir. Bireyler bu süreçte birçok kurumla ve

(35)

32 toplumsallaşma ajanları ile toplumsallaşır. Bu kurum ve ajanlar bireyin toplumsallaşmasında önemli rol oynamaktadır.

Toplumsallaşma, durgun ve yeknesak bir süreç değildir. Birey, birçok araçlarla toplumsallaşır. Belli başlı toplumsallaşma kurumları, aile, akran grubu, yurt, kitle iletişim araçları, dinsel kurumlar (kilise vb.), gençlik hizmetleri örgütleri, iş örgütleri, siyasal ve ekonomik kurumlardır (Tezcan, 1995:43-44). 1.3.1. Aile

Birincil toplumsallaşma etmeni olan aile, Cooley’in deyimi ile toplumdaki tüm değişmelere karşın, birincil küme özelliğini korumaktadır. Çünkü, birey toplum içinde aile ortamında doğar, büyür. Bireyin ilk deneyimlerini kazandığı, ilk tutum ve davranışlarını belirlediği ortam ailedir. Klasik aile tipi olan ana-baba- çocuk üçlüsünde, anne-babanın temel görevi çocuğu toplumsallaştırmaktır. Böylece çocuk, içinde yaşadığı toplumun bir üyesi olabilmektedir. Yetişkin bireyde ise, ailenin toplumsallaşma sürecindeki yeri, eskiye göre zayıflamıştır. Yüz yüze ilişkilerin sürdürülmesine karşın, ilişkideki yoğunluk azalmıştır; birey daha çok toplumsal beklentilerini, rollerini karşılayacak ikincil kümelere dönmüştür (Aziz, 1982:17).

Tüm toplumlarda aile, ana toplumsallaşma aracıdır. Çocuğun ilk yaşamında en önemli kişi, her yerde doğal olarak annedir. Modern toplumlardaki aileler küçük çaptadır ve çocuğun ilk toplumsallaşması bu küçük ortamda gerçekleşir. Diğer toplumlarda geniş aile ortamlarında çocuk toplumsallaşır.(Tezcan,1995; 44) Aile, en temel toplumsal kurumlardan birisidir. Sosyal bilimciler, ailenin toplum açısından çok önemli bir yeri olduğu fikrinde birleşmişlerdir. Toplumsal bir kurum olarak aile şöyle tanımlanabilir: “Aile, genel olarak topluma birey kazandırmada, kültürü taşımada, bireyleri toplumsallaştırma, ekonomik, biyolojik ve psikolojik tatmin işlevlerinin yerine getirildiği bir kurumdur” (Aydın, 2000: 35). Toplumda genel olarak bireyin eğitimini aile sağlamaktadır. Bireye her türlü bilgiyi öğreten, toplumsal açıdan değer yargıları öğreten yine aile kurumudur. Gençler üzerindeki eğitim ve öğretim yükümlülüğünü devlet aileden almış olmasına karşın ailenin sosyo-kültürel ve ekonomik yapısı çocuğun eğitimine etki etmektedir.

Şekil

Tablo 4. Katılımcıların Ülke Sorunlarına Karşı İlgi Düzeylerinin Merkezi Eğilim İstatistikleri
Tablo 6. Eğitim Görülen Liseye Göre Ülke Sorunlarına Karşı İlgi Düzeyi
Tablo 9. Eğitim Görülen Liseye Göre Dindarlık Düzeylerindeki Farklılık
Tablo  10’da,  çalışmaya  katılan  lise  öğrencilerinin  haftalık  medya  kullanım  sıklıklarının  betimleyici  istatistikleri  ortaya  konulmuştur
+7

Referanslar

Benzer Belgeler

Aydınlanma Çağı felsefesinin önde gelen filozoflarından biri olan Kant, kendisinden önce yapılmış olan bilgi hakkındaki düşünceleri eleştirel bir biçimde

Türkân Şoray'm o kadar ilginç bir hayatı var ve onun hayatma karışan kişilerin de kendi açılarından o kadar ilginç öyküleri var ki; Meliha Şoray, Rüçhan Adlı, eşi

Lâkin mi­ zacı yaş olana, hele kadınlara gayet mu­ vafıktır. Onlar ağır kahveleri çok içmek

Çalışan kadınların vesikaya bağlanmasına önayak olan Balzac’ı öven; “ev”lere gelen erkeklerin de cinsel hastalık­ lardan korunması gerektiğini, dahası

Yay›n›n editörü 21 May›s’ta yay›mlanan ‘Royal Society Ne ‹çin Var?’ bafll›kl› baflyaz›s›nda, Royal Society’i tembel olmakla ve tarihi baflar›lar›n›n

 İletişim ve eğitim arasındaki ilişki açısından medya, iletişimin temel bileşenlerinden biri olan ‘kanal’ın en pratik, en etkili

 İletişim ve eğitim arasındaki ilişki açısından medya, iletişimin temel bileşenlerinden biri olan ‘kanal’ın en pratik, en etkili

özelliklerinin nasıl olması gerektiğinden; ikinci kısımda öğretmenin ders verirken uyması gereken esaslardan; üçüncü kısımda ise öğretmenin öğrenci ile birlikte