• Sonuç bulunamadı

1.2. Toplumsallaşma Kuramları

1.3.6. Kitle İletişim Araçları

Çağdaş toplumda kitle iletişim araçları da bir toplumsallaşma aracısı konumundadır. Yüz yüze etkileşim olanağı taşımamalarına karşın bu araçlar verdikleri haberler, sundukları rol modelleri, kazandıkları yaşantılar (coşku, korku, imrenme, katılma duygularını) ve öğrendikleri değer yargılarıyla öteki toplumsallaşma aracılarını pekiştirebilir ya da zayıflatabilirler. Bu özellikleri nedeniyle kitle iletişim araçlarının eğitiminde ve beyin yıkamada kullanıldığı görülmektedir. Bir yandan çocuğun kitle iletişim aracından etkilenişinde gelişim düzeyinin, toplumsal çevresinin ve kişilerarası ilişkilerinin rolü olduğunun anlaşılması; öte yandan totaliter toplumlarda bile kitle iletişiminden beklenenlerle ortaya çıkan sonuçlar arasında umulmadık ayrılıklar görülmesi yüzünden, bu araçların tek ve temel toplumsallaşma aracı olmadığı anlaşılmış bulunmaktadır (Tan, 1981:39). İnsanların gerek yakın, gerekse uzak çevrelerinde olup bitenler hakkında bilgi almalarını sağlayan ve teknolojik gücün bir göstergesi olarak geniş halk kitlelerini haberleşme ağıyla birbirlerine bağlayan araçlara, kitle iletişim araçları denilmektedir. Bunlar, haber verme, eğitim,

39 eğlence, çeşitli mal ve hizmetlerin reklâmlar aracılığıyla tanıtılması ve propaganda gibi önemli fonksiyonlar üstlenmişlerdir ( Karaküçük 1996:44). Kitle iletişim araçları bunların yanı sıra bireylere kültürel anlamda kaynaklar sunar ve farklı kültürler hakkında fikir verir.

Kitle iletişim araçları da insanların dünya görüşünü, tutum ve davranışını etkileyen toplumsallaşma araçlarındandır. Sundukları rol örnekleri, kazandırdıkları (coşku, korku vb.) ve öğrendikleri değer yargılarıyla olumlu ya da olumsuz yönde toplumsallaşma sürecini etkileyebilmektedir. İnsanların bilinçlenmesinde, eğitiminde büyük rol oynayan kitle iletişim araçları içinde en önemli yer şüphesiz televizyondur (içli,2011:123). Televizyonun hem görsel hem de işitsel kaynaklar sunması onu diğer kitle iletişim kaynaklarından ayırmaktadır.

Kitle iletişim araçları işlevsel açıdan bakıldığında sadece bir iletişim aracı olarak kalmaz. İletişim aracının yanı sıra çok önemli bir eğitim aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Geniş halk kitlelerinin eğitimi açısından bakıldığında kitle iletişim araçları çok önemli bir hizmeti yerine getirmektedir. Yani, kitle iletişim araçları çok etkin bir toplumsallaşma ajanıdır. Kitle iletişim araçları kültürel üretim sisteminin en önemli unsurları arasında yer alır. Bunun yanı sıra ise kültürü geniş kitlelere yaymak, öğretmek ve öğrenilen bu kültürün bireyler tarafından içselleştirmelerine yardımcı olur. Aynı mesajı farklı insan grubuna ve farklı ortamda iletme gücüne sahip olan kitle iletişim araçları bireylerin yaşam alanlarının her anında yer alır.

Kitle iletişim araçları ile dinleyiciler-izleyiciler arasındaki etkileşim çok boyutlu ve karmaşık durumdadır. Bu nedenle, kitle iletişim araçlarının etkileri, bu etkilerin çeşitleri, derece ve şiddetleri birçok etmen tarafından belirlenir. Konu fertler boyutunda ele alındığında, izleyicilerin toplumsal öz geçmişleri, yaşı, cinsiyeti, mesleği, yaşam biçimi, hayatı algılayış şekli ve zekâsı, kişiliği, dini inançları gibi birçok faktör işin içine girmektedir. Fertlerle ilgili olarak sayılan, bu toplumsal ve kişisel özellikler, kitle iletişim araçlarının fertler üzerinde yaratacağı etkinin türü, şekli ve şiddeti belirlenirken rol oynamaktadır.

40 Kitle iletişim araçları ya da modern deyimle medya, toplumsallaşmanın önemli aracıdır. Toplumsal kimliğin oluşumunda diğerlerine göre etkisi daha derin ve süreklidir. Özellikle hızlı toplumsal dönüşümlerin yaşandığı Türk toplumunda özel radyo ve TV’lerin giderek artan etkisinde bunu somut olarak gözlemlemek mümkündür. Bu anlamda medya toplumdaki şiddet olayları da dahil olmak üzere her türlü toplumsal olayın da sorumlusu gösterilebilmektedir. Burada doğru olan bir şey vardır. O da geleneksel toplumsallaştırma ortamlarının (aile, okul gibi) yine gelenek içindeki etkileri azalırken bu etki ve işlev büyük ölçüde medyanın eline geçmektedir. Medyanın elde ettiği bu işlev son derece dikkatli ve sorumluluk bilinciyle kullanması gerekir (Doğan, 1995:59-60). Günümüzde çocuk dünyaya geldiği ilk andan itibaren kitle iletişim araçları içerisinde bulur kendini ve bu araçlar sayesinde öteki insanlar hakkında fikir sahibi olur. Bu sayede birey kitle iletişim araçları sayesinde edindikleri bilgiler ile toplumsal yapının bir parçası haline gelmekte yani toplumsallaşmaktadır.

Kitle iletişim araçları, toplumun aynası gibidir. Bir toplumun kitle iletişim araçlarının incelenmesi, o toplumun durumu hakkında üç önemli sorunun cevabını ortaya dökecektir. İnsanların güncel olaylar hakkındaki bilgileri genelde medyadan kaynaklandığından, medyanın hangi konularda ne derinlikte bilgiyi, hangi sıklıkla topluma yaydığını incelemek, öncelikle insanların bilgi seviyesini ortaya çıkaracaktır. Medyanın işlediği konuların, şematik olarak incelenmesi de toplumun hangi olaylara ve konulara önem verdiğini ve önceliklerini belirleyecektir. Üçüncü olarak da yayınlardan toplumun değerlerini, yani hangi yaklaşımları doğru bulduğunu öğrenmek mümkün olacaktır (Turam, 2000: 37).

Kitle iletişim araçları, fertlerin toplum ile bütünleşmesinde, toplumun bir parçası haline gelmelerinde, toplumun kültürel değerlerini öğrenmelerinde ve yeni değerler kazanmalarında, inanç, tutum ve davranış kalıplarındaki değişmelerde rol oynamaktadır. Bu bağlamda, etkileşimin düzeyi fertlerin kitle iletişim araçları ile ilgili düşüncelerine, bu araçların ne sıklıkla kullandıklarına ve bu araçlar aracılığıyla kendilerine ne tür mesajlar verildiğine bağlı olarak

41 değişmektedir. Bunun yanı sıra ferdin mesajı nasıl anlamlandırdığı ve bu mesajın fertleri nasıl yönlendirdiği değişiklik göstermektedir.

Medya, insan tutumları ve davranışları üzerinde ne gibi etkiler meydana getirmektedir ve bu etkilerin dereceleri nelerdir? Medyanın insanlar üzerindeki etkilerine yönelik yapılan araştırmaların gelişimini başlıca üç dönem içerisinde incelemek mümkündür: başlangıçta medyanın çok büyük bir etkiye sahip olduğu yolundaki görüş, daha sonra, medyanın sınırlı bir etkiye sahip olduğu yolundaki görüşe dönüşmüştür. Ancak 1970’li yıllardan itibaren yapılan araştırmalar, medyanın var olan etkiyi güçlendirdiği, toplumun gündemini oluşturduğu sonucunu ortaya çıkarmıştır (Balcı, 2007:159).

Bireyler toplumsal olarak izole değillerdir. Diğer insanlarla ilişki içinde olan toplumsal grupların öğeleridirler. Dolayısıyla medya iletisine tepki doğrudan ve anında değil, toplumsal ilişkilerden etkilenen aracılar ile olacaktır. Bireyler bu noktada kitle iletişim araçlarının iletişimi daha aktif olarak alıp, diğer insanlara aktaranlar ve bunu yapamayan daha pasif izleyiciler olarak ikiye ayrılabilirler. Bu da kitle iletişiminin, toplumsal ilişkiler ağı içinde, düşünce, bilgi ve gücü elinde tutan unsurların çekişmesi içinde izleyeceği anlamına gelir ( Mc Quail, Denis ve Windahl, Sven, 1994:96). Kitle iletişim alanında yapılan ilk araştırmaların, geliştirilen ilk kuramların ortak olarak varsayımları kitle iletişim araçlarının etkilerinin sınırsız olduğu yönündedir (Güngör, 2011: 73).

İletişim alanındaki çalışmalar 1920’lerde ve 1930’larda ABD’de başlamıştır. Bunlar daha çok, doğrudan iletişim alanı ile ilgili olmaktan öte çeşitli bilim dallarının çeşitli nedenlerle yapmış oldukları, iletişimi konu alan araştırmalardır. O dönemlerde alan, disiplinlerarası bir görünümdeydi. İlk dönem çalışmaları daha çok siyaset bilimi ağırlıktaydı. Araştırmacılar daha çok radyo ve basın aracılığıyla propaganda yapılması ve bu durumun kamuoyunun oluşmasına etkileri konularında çalışmaktaydılar ( Yaylagül, 2010:22). İlk dönem araştırmaları güçlü etkiler dönemi olarak isimlendirilmiş ve 1910’lu yıllar ile 1940’lı yılları kapsayan bir dönem olmuştur.

İlk dönem araştırmalarında Lasswell'in sihirli mermi, hipodermik iğne, uyarıcı-tepki, propaganda kuramı ile kim, kime hangi kanalla, hangi etki ile ne

42 söylüyor? Ana akım iletişim çalışmalarının temelini oluşturan bu kuram, doğrusal bir nedensellik anlayışına dayanır. Bu model, gönderici, ileti ve alıcıyı basit bir nedensellik ilişkisine dayalı olarak birbirinden yalıtır. Bu yaklaşıma göre, göndericinin gönderdiği mesaj alıcı konumundaki bireylerin davranışını etkiler (Yaylagül, 2010:53). Başka bir ifade ile bu kurama göre kitle iletişim araçlarından gelen mesajlar bireylere doğrudan ulaşmakta ve bireyleri doğrudan etkilemektedir. Bu dönemde ise en önemli olan kitle iletişim araçları radyo ve gazetedir.

1930’lu yılların sonlarına kadar kitle iletişim araçlarının güçlü ve ikna edici bir etkiye sahip olduğu düşüncesi hâkimdi. Bunun nedenleri ise; radyo filim gibi yeni teknolojilerin uygulanmasının izleyici kitle denilen bir kesimi oluşturmasıydı. Bu dönemde izleyici/dinleyici/okuyucunun üzerinde kitle iletişim araçlarının güçlü etkisinin olduğu varsayılmaktaydı (Işık, 2000: 25).

Ancak bu ilk dönemin “kadir-i mutlak medya” anlayışı uzun sürmemiştir. Medya araştırmalarının ikinci döneminde bu yaklaşım reddedilmiş ve medyanın etkisi; niceliksel ve deneye dayalı araştırmalara ağırlık verilmek suretiyle, neyin, kimin üzerinde, ne kadar etkili olduğu sorunsalına dönüşmüştür. 1940’lı yıllardan itibaren ABD’de yaygınlık kazanmaya başlayan ve çoğu seçim kampanyaları dönemini içeren kitle iletişim araştırmaları, sunduğu bulgularla medyanın etkileri konusunda iletişim araştırmacıları ve toplumbilimcilerin yeniden düşünmesini sağlayan bir gelişme olarak görülebilmektedir (Balcı, 2007:161). Bu dönemde, Lazarsfeld, Bernard Berelson ve Columbia Üniversitesi’nin diğer elemanları 1940’larda Erie kasabasındaki insanların oy verme davranışları üzerinde yaptıkları çalışmalarda “hipodermik iğne” modelini destekleyecek herhangi bir kanıt elde edememişlerdir. Lazarsfeld, “Halkın Tercihi” (The People’s Choice) adlı çalışmasında medyanın seçim kampanyaları esnasında oy verme davranışı üzerinde göreceli olarak birkaç doğrudan etkisinin bulunduğunu belirtmiştir. Columbia Üniversitesi araştırmaları ise medyanın, insanların daha önceden sahip olduğu inançları güçlendirdiğini ortaya koymuştur (Yaylagül, 2010:49).

Kitle iletişim araçlarının ve izleyicilerin/dinleyicilerin ampirik araştırması iletişim tarihinde bir ayrışmayı ortaya koymuştur. Bu Ampirik araştırmaların

43 kaynağını ise Chicago Üniversitesi’nde yapılan kent araştırmaları oluşturmaktadır. 1940 ile 1960’lı yılların sonlarını kapsayan ve daha çok sınırlı etkiler dönemi olarak bilinen ikinci dönemde, özellikle Hovland, Lazarsfeld, Berelson, Klapper gibi araştırmacıların ikna temelli çalışmaları döneme damgasını vurmuştur. Bu araştırmalar neticesinde, kitle iletişim araçlarının sanıldığı kadar etkili olmadığı ve daha çok kanaat önderlerinin bu kitlesel araçlarla gönderilen mesajları yorumlayarak insanlara ilettiği kanaatine ulaşılmıştır. Bu dönemde seçmen davranışı konusunu irdeleyen “The People’s Choice” ve “Voting” gibi temel araştırmalar, sınırlı etkiler düşüncesinin zeminini oluşturmuştur (Kalender, 2000:117).

Lazarsfeld ve arkadaşlarının yaptıkları bu etki araştırmaları ile kitle iletişim araçlarından gelen mesajın bireyler tarafından doğrudan kabul edilmediğini, mesajların kabul edilmesinde bazı etmenlerin etkili olduğunu ortaya koymuşlardır. Kitle iletişim araçlarından gelen mesajların doğrudan tutum ve davranışlarda değişme göstermediğini aksine mevcut tutum ve davranışları pekiştirdiği belirtilmiştir.

1960’lı yılların sonlarından günümüze kadar gelen üçüncü dönemde, etkiye dayalı geleneksel araştırmalardan bir ölçüde vazgeçilerek, daha çok kitle iletişim araçlarını bir kurumsal yapı şeklinde ele alan; siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel sistemle bağlantılandıran eleştirel çalışmalara yöneliş başlamıştır. 1970’li yıllardan sonra, ana akım çalışmalarında da kitle iletişim araçlarının güçlü etkileri olduğu yolundaki anlayışa geri dönülmüş ve bu amaçla birçok yaklaşım ve model geliştirilmiştir (Kalender, 2000:117).

Kitle iletişim araştırmaları açısından 1960’lı yılların ardından etki araştırmalarının yanı sıra medya kurumlarının diğer kurumlarla ilişkisi ele alınmaya başlanmıştır. Bu dönem ise güçlü medya yaklaşımına geri dönüş olarak adlandırılmaktadır. 1970’li yıllarda Alman toplumbilimcisi Elisabeth Noelle- Neumann, iletişimin etkisi konumundaki araştırmaları inceleyerek “minimal etki” yaklaşımını eleştirerek “güçlü medya” kavramına geri dönüş için çağrıda bulunmuştur. Neumann etki konusunda yapılan çalışmaların yöntemini eleştirerek geleneksel olarak laboratuar koşullarında yapılan deneylerde kitle

44 iletişiminin belirleyici faktörünün gündeme gelmediğini belirtmiştir (Yaylagül, 2010:51).

Kitle iletişim araçlarının etkileri araştırırken sadece deneysel olarak bir inceleme yapmak bu etkilerin toplumsal boyutunu açıklamaya yeterli olmamaktadır. Kitle iletişim araçlarının etkileri araştırırken sadece deneysel olarak bir inceleme yapmak bu etkilerin toplumsal boyutunu açıklamaya yeterli olmamaktadır. Etkiler tartışılırken içinde yaşanılan toplum ve kültür göz önünde bulundurulmalıdır. Bu doğrultuda medyanın güçlü etkileri olduğu yalnız bu etkilerin doğrudan bir şırınga gibi hedefe direkt isabet eden bir etki değil, dolaylı yollar ile oluşan bir etki olduğu öne sürülmüştür. Teknolojik gelişmelerle birlikte televizyonunda yaygınlaşması ile birlikte, 1970’li yıllarda kitle iletişim araçlarının etkileri konusunda geliştirilen gündem kurma ve suskunluk sarmalı gibi kuramlar, araçların birey ve toplum üzerinde güçlü etkiler oluşturduğu yönündeki görüşlerin yeniden tartışılmasına neden olmuştur. Böyle kitle iletişim araçlarının doğrudan ve kısa vadeli etkilerinin varsayıldığı görüşler yerine; araçların birey ve toplum üzerinde dolaylı ve uzun vadeli etkilerinin olduğu görüşleri hakim olmaya başlamıştır (Işık, 2012: 32)

45 İKİNCİ BÖLÜM

TOPLUMSALLAŞMA SÜRACİNDE DİN EĞİTİMİ VE MEDYA KULLANIMI ARASINDAKİ İLİŞKİ

2.1. Türkiye’de Din Eğitiminin Tarihsel Arka Planı

Din eğitimi faaliyeti, bir gerçeklik olarak insanoğluyla yaşıttır. Baştan beri insanlar, inandıkları dini öğrenmek ve başkalarına öğretmekten hiçbir zaman geri durmamışlardır (Aydın, 2011:7). Din eğitiminin bireysel açıdan olduğu kadar toplumsal açıdan da büyük önemi vardır. Çünkü din, toplumu meydana getiren unsurlar içinde daima ön planda yer almakta ve diğer unsurlara da tesir edebilmektedir. Bu itibarla gerek tüm milli değerlerin oluşumunda, gerekse bu değerlere sahip çıkmak suretiyle milli birliği devam ettirme şuurunun oluşmasında dinin önemli bir payı vardır. Bu sebeple milli birliği sağlama, güçlendirme ve devam ettirme kararında olan bir milletin, din eğitimine gerektiği kadar yer vermesi gerekir (Tavukçuoğlu, 2005:39). İnsanlık tarihi ile başlayan din eğitimi her zaman toplumlar için önemli bir yere sahip olmuştur ve kimi zaman bu ilişki sorgulanmış kimi zaman ise din eğitiminin toplumlar için gerekli olduğu öne sürülmüştür.

Din ve insan arasındaki ilişki ve etkileşimin tarihin çok eski zamanlarına kadar gittiği bilinmektedir. İlahi dinler (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam) çerçevesinde Hz. Adem ile başlayan bir din tarihinden söz etmek mümkündür. Bu süreçten başlayarak din ve insan arasındaki ilişki toplumlarda her zaman sorunsuz olmamış her zaman belli eleştirilere maruz kalmıştır. Bu ilişki kimi toplumlarda inişli- çıkışlı bir süreç izlemiş ve kimi zaman ise toplumun belli bir kesimini dışarıda bırakmıştır.

Geçmişten bugüne kadar din eğitimi konusu görülmektedir ki varlığını sürdürmekte ve her zaman toplumda önemli bir yere sahip olduğu görülmektedir.

46 Türkiye’de din eğitimi süreci ise Osmanlı devletinden günümüze kadar tartışmalara sebep olmuştur. Birçok kez din eğitimi konusu gündeme gelmiş, farklı yönleriyle ele alınmıştır.

Cumhuriyet tarihinin ilk yılları (1920-1924-1933) din eğitimi ve öğretimi konusunda uzman görüşlerinin alındığı, önem verildiği ve o istikamette okullar açılıp müfredatı belirlenerek, fert ve toplum ihtiyacına cevap veren öğretim kurumları açılmıştır. Sonraki yıllarda bu anlayış terk edilerek, mesleki din öğretimi veren (İmam- Hatip mektepleri ve İlahiyat Fakültesi) kurumlar kapatılmış, okullardan din dersleri kaldırılmıştır. 1949’dan sonraki yıllarda siyasi ve sosyal gelişmeler sonucu din eğitimi uzmanları veya din görevlilerini istihdam eden kurum olan Diyanet işleri Başkanlığı yetkililerinin katıldığı komisyonların aldığı kararlar doğrultusunda din öğretimi alanında çalışmalar yeniden başlamıştır. 1930’dan itibaren kapatılmış olan dini okullar, tekrar açılmaya başlamıştır. Ancak bu uygulamalar daha sonraki yıllarda gelişerek devamlılık göstermediği için, din eğitimi alanında ülke ihtiyaçlarına yönelik değişiklikler ve ıslahat zamanında yapılmamıştır (Ayhan,1999:1). Genel olarak bakıldığında din eğitim ve öğretiminin süreçleri süreklilik sağlamamıştır. Genel olarak değindiğimiz din eğitimi ve öğretimi konusuna detaylarıyla bakmakta yarar vardır.

1923 yılında ilk Heyet-i İlmiye toplantısı yapılmıştır. Heyet-i ilmiye toplantısı encümenlerin oluşturduğu toplam altı komisyon ile gerçekleştirilmiş ve ilköğretimde altı yıl verilecek din eğitimi dersleri toplamda dört ders adıyla yerini almıştır.

Heyet genel prensip olarak dinî tedrîsatla ilgili İcraat Encümeni’nin şu kararlarını kabul etmiştir:

 Dinî tedrîsat öğretmenlerinin kabul edilmesinde diğer derslerde olan muayyen şartlar aranacaktır. Orta tahsil okullarında bunların tâli derecelerde tahsil görmüş olmaları şarttır.

 Dinî tedrîsat programları diniyyât ve terbiye mütehassıslarından oluşan bir encümen tarafından hazırlanır. Bu eğitimin gayesi, zevk ve

47 inşirahı diniyyenin tanıttırılması olduğundan programda Seyyid-i Nebi ve İslâm büyüklerinin iyice tanıttırılması esastır (Güzel, 1987:347).

Cumhuriyet ilan edildikten sonra, eğitim sistemine köklü değişikliklere paralel olarak ilkokul programlarında da bazı değişikliklere gidilmiştir. Yeni dönemin ilk programı da 1924 tarihli “İlk mekteplerin Müfredat Programı”dır ve bu programla aynı tarihte toplanan “II. Heyet-i İlmiye” kararlarına göre, Osmanlı eğitim sistemindeki devreler ortadan kaldırılmış, ilkokul eğitim süresi 6yıldan 5yıla indirilmiştir, erkek ve kız öğrenciler için ayrı ayrı ders dağıtım çizelgeleri düzenlenmiştir (Unat, 1927:279). Cumhuriyet ilan edildikten sonra her ne kadar dini eğitimin önemine ve gerekliliğine sıklıkla vurgu yapılmışsa da, verilecek eğitimin dini olması kadar milli bir nitelik taşıması gerektiğine de atıfta bulunulmuştur. Tabiatıyla kimi, Osmanlı Devleti döneminde olduğu gibi eğitimin dini ağırlıklı olmasını savunmaya başlamıştır. Eğitimin, Osmanlı devleti döneminde olduğu gibi dini olmasını savunanlar, şayet bu eğitim sisteminde birtakım aksaklıklar var ise, bunun sistemin kendisinden değil, uygulama hatalarından kaynaklandığını, onun için Osmanlı eğitim sisteminin ıslah edilerek devam ettirilmesi gerektiğini vurgulamışlardır (Öcal, 2011:79).

Cumhuriyet ilan edildikten sonra, II. Heyet-i İlmiye çalışmaları sonrasında okullarda din eğitimi erkek ve kız öğrencileri (1. ve 2. Sınıf düzeyinde) için haftalık birer saat ayrılmıştır. Bunun yanı sıra liselerde din derslerine yer verilmemiştir. 1921 yılında Millet Meclisi icra vekilleri heyeti “Medaris-i İlmiye Nizamnamesini” yayınlayarak, din eğitiminin hangi esaslara göre yürütülebileceğini belirlemiştir. Yirmi beş maddelik bu nizamnamenin en önemli özelliği ise, programında dini ilimlerin yanı sıra müspet ilimlere de yer verilmesi olmuştur (Gökçatı, 2005:125).

Mustafa Kemal de ilk maarif kongresinde, gerilememizin gerekçesi olarak Osmanlı eğitim sisteminin bizatihi kendisinden değil, uygulanan yöntemler olduğunu ifade etmiştir. Ayrıca Mustafa Kemal, 5 şubat 1923 günü Konya’da Darü’l Hilafeti-l Aliye medresesini ziyaretinde sınıflara girip ders dinlemiş ve görüp şahit olduklarından son derece memnun kaldığını ifade eden bir konuşma yapmıştır. Kısaca, o günlerde Mustafa Kemal medreseler hakkında bir arayış içerisindedir. Hatta anlatılanlara bakılırsa medreseler hakkında son derece olumlu

48 düşüncülere sahip iken zamanla gerek medreselilerden bazılarının ve gerekse diğer bazı kişi veya kesimlerin düşünce ve tavırları sebebiyle Mustafa Kemal’in kafasında giderek bazı soru işaretlerinin oluşmaya başladığı anlaşılmaktadır. Ancak söz konusu soru işaretlerinin, medreseleri kapatma doğrultusunda değil diğer bütün okullarla birlikte tek elden yönetim ve kontrol altında tutma şeklinde olduğu anlaşılmaktadır (Öcal, 2011:81-82). Bu doğrultuşa ise anlaşılmaktadır ki verilen eğitimi birleştirilmesi yönünde düşünceler vardır.

Türkiye eğitim tarihi içerisinde modernleşme/inkılap hareketleri Tanzimat öncesine kadar gitmektedir. İnkılap kanunlarının başında gelen Tevhid-i Tedrisat (öğretimin birleştirilmesi) Kanunu eğitim alanında dönüm noktasıdır. 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan bu kanunun ikinci maddesi ile, Şer’iye ve Evkaf Vekaleti (Bakanlığı) ve özel vakıflar tarafından yönetilen bütün mektep ve medreseler Maarif Vekaletine (Eğitim Bakanlığı) bağlanmıştır. Kanunun dördüncü maddesinde de, Maarif Vekaleti’nin Darulfünunda bir İlahiyat Fakültesi ile imam ve hatipler yetiştirmek üzere yeni mektepler açması öngörülmüştür. Bu madde

Benzer Belgeler