• Sonuç bulunamadı

3. TAHSİN YÜCEL’İN ÖYKÜLERİNDE MEKÂN

3.1. Yutucu Mekân (Dar Mekân)

Tahsin Yücel’in öykülerinde mekân, üstlendiği görev bakımından çok önemli bir yere sahiptir. Öykülerde, kahramanların ruhlarından bir parça taşıyan mekân, adeta öykülerin oturduğu gösterişli bir arena yerini andırmaktadır. Yazar, köy- kasaba- kent üçgeninde mekânı kimi zaman karanlık, basık ve yutucu bir çehreye büründürür. Biz bu tür mekânlara yutucu (labirent- dar) mekân diyoruz. Korkmaz “kapalı-dar mekânlı hikâyelerde kahraman zamanla, mekânla ve mekânın bütün mesafeleriyle çatışan bir varlıktır. Mekân, onun karşısında hayatın olumsuz yönlerini temsil eder. Adeta, kahramanları tahakkümü almış durumdadır. Onu ezmektedir.” (Korkmaz, 1997: 170) diyerek kapalı-dar mekânı tanımlar.

Tahsin Yücel’in öykülerinde yutucu (dar) mekân genellikle insanı sıkan insanı bulunduğu ortamda öldüren, yok edici ve yutucu ölü mekânlardır. Kahramanlar, bu ölü mekânlarda ruhlarını yitirerek, durmadan bir kargaşa ve bocalama içerisinde kendilerini bulurlar. Özellikle yazarın “Ben ve Öteki” adlı kitabındaki öykülerinde çizmiş olduğu yutucu mekânlar çok ilginçtir. Yazar, bu eserindeki bütün öykülerinde Ötegeçe Mahallesi’ni (semtini/ kasabası) ve Elbistan’ı mekân olarak seçmiştir. Öykülerdeki ortak mekân, kimi zaman yutucu bir konumda karşımıza çıkmaktadır. Yazar’ın “Dizge” adlı öyküsünde Nurhaklı’nın evi ile Yusufa’nın evlerinin üstlendiği görev çok ilgi çekicidir. Bu evler, öyküde dar bir mekân vardır. Mekânın soğukluğu “bundan yılarca önce, karlı bir kış günü, tam altı ay soğuk ve ışıksız bir koğuşta pinekledikten sonra, sırtında yazdan kalma, yırtık, pırtık ve incecik bir giysi ile sokağa bırakıldığı zaman da böyle yapmıştı. Sabahın alaca karanlığında, Nurhaklı’nın damına çıkıp bacasının kepengini söküvermiş, ayaklarını bacanın deliğinden aşağıya sarkıtıp ağır ağır kaymaya başlamıştı… Ama başı baca düzeyini aşar aşmaz sıkışıp, kalmıştı içeride” (Dizge: 19) Yusufa’yı kuşatmıştır. Artık Yusufa için bu hep yutucu, dar ve sıkıştırıcı bir özelliği içinde barındıracaktır. Yusufa’nın, tekrar hapishaneye düşmesi ve Nurhaklı’nın ölümü, Altındiş’i bu evde yapa yalnız bırakır. Yalnızlığın içinde kendini evde bulamayan

Altındiş’ Topal Durmuş’u bu eve alarak, evin soğuk ve karanlık yanlarını adeta öykünün içine kazıyacaktır. Altındiş’in sıcak ve samimi bir anlam taşıyan evi, soysuzlaştırması, Topal Durmuş’un “ölü doğmuş sevinciyle birlikte bilincini de yitirmişçesine, hiç sesini çıkarmadan” (Dizge: 18) olduğu yerde donakalmasını sağlar. Eve yabancı erkekleri alan Altındiş, “evi, yaptığı ayıpların mahremiyetini kapatan dört duvara” çevirmiştir. Altındiş’in, eve tanımadığı erkekleri alarak, onlarla para karşılığı ilişkiye girmesi, mekânı ölmesine ve soysuzlaşmasına neden olur. Kavaklar arasındaki bu küçük mabedin, bir genelevine dönüşmesi, içinde barınan kahramanının onu yok etmesindendir.

“Geriye döndüğü zaman karısının kımıltısız yüzünden önce, yatakta oturan delikanlının çıplak omuzlarını” (Dizge: 21) gören Topal Durmuş için ev, bütün mahremiyetini yitirmiştir. Ayrıca Altındiş’in, Topal Durmuş ve Yusufa arasındaki gelgitleri bir dizge halinde evden eve taşınma halinde devam eder. Yazar, öyküde Yusufa’dan çok onun evi ile Altındiş’i bağdaştırır. Bunun nedeni, mekândaki değişimleri tek düzen haline getirme çabasıdır. İki evdeki düzen de aynıdır.

Topal Durmuş Yusufa

Altındiş Altındiş Yusufa Ev/Oda Buluşma Noktası Anlamsız/ Boş Nurhaklı

Düzenin her iki evde de aynı olması evin bütün sıcak değerini yitirmesine sebep olur. Altındiş için ev, hiçbir anlam ifade etmez. Çünkü ev onun için toprağın üzerine atılmış ölü bir çocuktur. Bu çocuğun hiçbir geleceği yoktur. Sadece onun orada olması dizgenin devam etmesi için gerekli olan bir ihtiyaçtır. Altındiş’in etrafındaki insanlarla iletişim problemi, mekânı büyük bir karadeliğe dönüştürür. Bu öyle bir karadelik ki içindeki insanları ve nesneleri yutan büyük bir güce sahiptir. Bu yüzden Altındiş, evde ilişkiye girdiği hiçbir erkekle konuşmaz. Altındiş, gizli ve karanlık bir mekânın mahremiyet duvarını yıkarak, sadece seyreder ve bu yönüyle ölü bir kişilik sergiler. Aslında onun bu ölü yanı, gerçek anlamda bir yalnızlığın, bir özlemin ifade biçimidir. Onun kendi bilişsel dünyasındaki bu yalnızlığı, onu içsel olarak, bir mekâna bağlı kılar. Eski yaşamıyla, içinde yaşadığı ortam, birbiriyle tam bir tezat oluşturur. Bu yüzden

kendini içinde yaşadığı ortamda yitik sayar ve sesini yitiren bir kişi olarak mekânda var olur.

“Kapıyı itip giren konuk kendi eliyle sürgüyü sürer, sonra dizlerinin üzerine kapağı yaldız işlemeli, kocaman bir albüm, bir köşede dalgın dalgın Altındiş’in karşısına dikilir, cebinden çıkardığı paraları kerevetin üzerine yayardı. Altındiş uzaktan paraları sayar, yeterli bulmuşsa, albümünü özenle bırakıp kalkar, yatağın içine oturup soyunduktan sonra, yorganı üzerine çekerek uzanırdı. Hiçbir zaman en ufak bir konuşma olmazdı konukla ağırlayıcı arasında…” (Dizge: 24).

Yukarıdaki alıntıdan da anlaşıldığı üzere, ölü ilişkilerin sahnelendiği bir mekân vardır. Mekânın mezarlığa dönüşmesi, yaşamın cehenneme dönüşmesi anlamına gelir. Oysa mekâna anlam veren insan, etrafındaki canlılarla ne kadar çok ilişkiye girerse mekân o boyutta genişler ve kendini çoğaltır. Fakat Altındiş’in dışa kapalı kişiliği, onu kendi içine, kendi geçmişine (albümüne) dönüştürmüştür. Öyküdeki albüm, Altındiş’in yaşadığı ve kendini tamamladığı bir yerdir, bir atmosferdir. Onun, albümüne yönelmesi gerçek dünyanın yüzüne atılmış, sert tokattır.

“Yaşadıktan Sonra” adlı öyküde, Ötegeçe evleri dar bir yapıda karşımıza çıkar. Tahsin Yücel, köy ve kasaba evlerini darlaştırırken, kahramanlarını da kasaba ve köyden çok uzaklaştırmıştır. Yarpızlı’nın, Karadede’nin ve Memedali’nin değişim ve dönüşümleri mekânın özünü de değiştirmiş bir vaziyettedir. Karadede’nin değişimi, mekânın değişimini de sağlar. Kimsenin evine girmediği Karadede, yaşam alanını olan mekânı dar bir mahzene dönüştürür. Ötegeçe sakinleri Karadede’nin evini ulaşılamayan gizli bir mekân olarak tanımlarken, aslında mekânla kişinin uyumunu gözler önüne sererler. Karadede’nin bilinçaltına tekâmül eden ve zamanla Karadede’nin değişimi sonunda aydınlığa kavuşacak olan bu mekân, öykünün başlarında yutucu ve gizlidir. Bu mekân, öykünün ilerleyen kısımlarında geniş mekâna dönüşmesi dolayısıyla geniş mekân kısmında kapsamlı bir şekilde işleyeceğiz.

“İkilem” adlı öyküde Beşira’nın evi onun için bir zindana dönüşmüştür. Evde, kendini çatışmaların kucağında bulan Beşira, evinden kaçarak, içinde bulunduğu ikilemi bütün dünyanın tozlu duvarlarına yansıtır. Beşira’nın, mahremiyetliğinin sona erdiği evin kapısı, onun geniş bir mekâna kaçtığı eşiktir. Oysa Gaston Bachelard “Ruhumuz bir oturma yeridir. Ve “evler” “odaları” sürekli anımsayarak kendi içimizde oturmayı öğreniriz” (Bachelard, 1996: 28) diyerek, Beşira’nın ruhun oturduğu yerdeki ikilemin derin boyutlarını mekânın tinsel boyutuna taşır. Evdeki Seyyar Bacı ve çocuklar

mekânın içinde kendilerini konuşlandırmış bir haldedir. Ancak Seyyar Bacı ve Şerife’nin durumlarındaki değişim, mekânı, oturma yeri haline getiren Beşira için mekânı bir hapishane konumuna getirir. Beşira, evindeki ilişki dehlizini, onu odasına ve evine bir tavır almasıyla mekâna, eve kötü bir rol verir. Kişinin ikilem içinde olması ve zamanı bu ikilem vadisinde yaşaması, içinde oturulan bütün sığınakları karşıt bir konum haline getirir. Beşira’nın içine düştüğü bu ikilem gayyası, evde gördüğü insanları ve algıladığı olayları, olumsuzlamasına sebep olmuştur. “Gündüz başka, gece başka bir adam” (İkilem: 142) olan Beşira, gecenin sisli ve soğuk yanını evinin sıcak ortamına serper. Geceyle gelen içe kapanış eve ve yatak odasına bir tavır alış biçimine dönüşür. Eve karşı alınan tavır, kişinin kendi benliğine karşı aldığı bir tavırdır. Evin benliği sembolize etmesi, evin ülkü değerleri içinde barındırmasındandır. Beşira’nın kendine karşı aldığı bu olumsuz tavır, Beşira’nın bütün ilişkilerini tek tek savaş alanına dönüştürür. “Tanrının varlığını tartışabilirdi, karısından istediğinin varlığı tartışılmazdı. Tanrıyı unutabilirdi, Tanrı’nın evine uğramayabilirdi, ama karısı kendi evinde, gözlerinin önündeydi, çocuklarının anasıydı: Küsmezdi de ne yapardı” (İklim: 146) diyen anlatıcı, Beşira’nın karısına ve çocuklarına karşı takındığı tavrı mekâna yönlendirmesi ile mekânın içinde barınan her şeyin karşıt bir varlığa dönüşmesini neden olur. Böylece ev, Beşira’nın üzerine bütün karşıtlığı ile saldırır. Bu saldırılar sonucunda Beşira, evden kaçar. “Gecenin ilerlemiş saatlerinde, tabanca patlar gibi kapanan bir kapı gürültüsü duyarak pencereye çıkan komşular, yıllardır eskimek bilmeyen tekerlek şapkasının altında sinirinden tir tir titreyen Beşira’yı görüyorlardı.” (İkilem: 149). Evden gece yarılarında kaçış, yazarın ve anlatıcının mekânın, kahraman üzerindeki etkisinin ne derce önemli olduğunu göstermesi açısından dikkate değerdir. Bütün olayların şekillendiği ev, bu öyküde gelişimini karmaşık bir sahneye dönüştürür. “Kızının beş aylık gebe olduğunu öğrenince, Beşira yemek bile yemeden kilimi itip uzanmıştı döşemeye. Çok geçmeden omuzları, beli kalçaları ağrımış, bu yüzden de sık sık uyanmıştı” (İkilem: 148) Beşira’nın evdeki hali evi kaçılan bir mezara çevirir.

Tahsin Yücel’in “Ben ve Öteki” adlı eserindeki; “Benlem” adlı öyküsünde evin, dar bir mekâna büründüğünü görmekteyiz. İdiris’in yaşadığı ev, kasabalılar tarafından korkunç bir şekilde tanımlanmaktadır. “İdiris’in evi de, evinin çevresi de Ötegeçe’den kopmuş yerlerdi bizim için bu evin önünden geçmek şöyle dursun yakınına gelmek bile düşünemeyeceğimiz bir şeydi” (Benlem: 112) diyen anlatıcı, İdiris’in evini, korkunç ortam olarak, tasvir eder. Evin “Fiziki mekânın sembolik anlamlarından arındırılmış

boş bir mekân olmadığını, ancak “kültürel gözlüklerle okunabildiği”ne (Önce– Weylard, 2005: 31) göre anlatıcının İdiris’in evini sembolik olarak bir korku denizine dönüştürmesi, Ötegeçe’de yaşayan gençlerin bakış açısındandır.

Evi ölü bir ortam olarak gören gençler, evin kendi dünyalarındaki görünümünü şöyle ifade ederler:

“Alt kattaki büyük odanın pencere demirlerinin son derece sağlam, kapısının her zaman kilitli olduğunu bilirdik, ama pencereden dalga dalga ortalığa yayılan, katlanılmaz kokuyu, ta nerelerden duyulan insan dışı sesleri ikide bir pencerede beliren tüyler ürpertici görüntüyü de bilirdik.” (Benlem: 112).

Evin, kasabanın dışında kalması, orada yaşayanların toplumla iletişiminin olmadığını gösterir. İletişimin olmadığı yerde insanlar, mekânı karanlık bir yapıya dönüştürür. Memedali’nin, bu korkunç eve, korkmadan yaklaşması, pencereleri demirli evi okuyucuyla paylaşma isteğinden kaynaklanır. Alt kat, Memedali’nin bilinçaltıdır. Memedali, bu eve yaklaşmaktan çekinir. Çünkü orası karanlık ve boğucu bir havaya sahiptir. İnsanların bilinçaltı karanlık bir kuyu gibidir. İnsan, oraya her girdiğinde, öteki ile karşı karşıya gelir. “İnsanın dönüşüm ve oluşumunda, mutlaka bilinçaltıyla hesaplaşması gerekir” (Doğan, 2006: 120). İnsanın hesaplaşma ve kendini yeniden yaratmasındaki gerekliliği vurgular. Öteki, ise bu dönüşüm alanının “düşünsel olarak” dar ve yutucu bir yapıya dönüşmesini sağlar. Memedali, bilinçaltında oturttuğu “ötekini”, İdiris’i bilinçaltının, dar ve karanlık koridordan kurtarmak ister. “Memedali de çekiniyordu bu donmuş evin önünden geçmekten, donmuş ev, yaklaştıkça yoğunlaşıp ağırlaşan, korkunç koku, insan dışı, anlaşılmaz, zehir gibi acı sesler onu da tepeden tırnağa sarmıştı her zaman…” (Benlem:13).

Memedali’nin, arkadaşlarının kendi bilinçaltında yarattıkları dünyadan korkmaları ve Memedali’ye de bunu yansıtmaları, mekânın boğuculuğunu daha iyi bir şekilde ortaya koyma çabasıdır. Memedali, donmuş evin karşısında adeta büzülüp ufalır. Mekânın, insanların ruhlarına hücum etmesi ve insanların bilişsel alanlarına saldırması, kişiyi ürkek bir hale getirir. Memedali de kendi bilinçaltı dünyasına girmekten ürkerek, oradan yayılan zehir gibi kokuları solumaktan korkan bir kişiliği sahiptir. Onun içinde duyduğu korku evin karanlık, donmuş ve acı kokularının sonucudur. İdiris’i telkin etmek için, boğucu mekâna sembolik olarak yolculuk yapan kahraman, her defasında İdiris’in, mekânı körletmesinden dolayı acı çeker. İdiris’in, bilinçaltına yaptığı saldırılar sonucunda oturduğu yeri zehirlemesi, mekânın düşüsel olarak yok olmasını,

labirentleşmesini sağlar. Memedali’nin bütün düşlerini istila eden İdiris, düşlerinin oturduğu yeri korkudan kurutarak, bir çöle dönüştürür. Oysa Bachelard; “Ev, insanın kafasında kalımlık, nedenleri ya da düşleri yaratan bir “yapı”dır.” (Bachelard, 1996: 45) diyerek Memedali’nin düşlerinin oturduğu yerin önemini vurgular. Öteki’nin, kokuşmuş yaşam biçimi, bilinçaltını cehennemî bir uzama dönüştürmüştür.

Yazar göre; insan, anılarının sığınağı olarak gördüğü bilinçaltını, kötü bir şekilde yapılandırmaktan vazgeçmelidir. Bireyin bilinçaltı, toplumun kültürel mahzeni olmalıdır. Bu mahzenin “öteki ben” İdiris/ler tarafından işgal edilmesi tıpkı “Benlem” adlı öyküdeki kahraman gibi bireyin kendine karşı savaş açmasına, çatışmana sebep olur.

“Bebekler” adlı öyküde; Meryemler’in çıkmaza düştüğü ve kurtulmak için planlar yaptığı ev; kaçışın ve ezilmişliğin en büyük sebebidir. Büyükanne Meryem ile torun Meryem arasındaki ilişkinin derin bir yapıya dönüşmesi, Hamida’nın ve Zeynep Bacı’nın evde Meryemler üzerine yaptığı baskı sonucunda, evi bir barınak olmaktan çıkararak, bir hapishaneye dönüştürür. Bu hapishaneden kurtulmak ve kendi benliklerini yeniden kurmak için evden kaçma arzusu ise mekânı yeniden kurma arzusundur. Evde dövülen ve dışlanan Meryemler, yaptıkları bebekleri satarak, yeniden bir dünya kurmak isterler. Meryemlerin insanî değerlerini bitiren ev, aslında ailenin bu iki kişiye karşı takındığı tavrın, mekâna yansımış şeklidir. Öncelikle insan, evinden neden kaçmak ister? Kaçışı ne etkiler? Bunların üzerinde durmak, mekânın bilişsel ve fizikî olarak nasıl kurulduğunu bize daha iyi açıklayacaktır. Yazar, kahramanların içinde barındığı mekânı, fizikî görünümünden ziyade içinde yaşayan insanların oraya kattığı anlam doğrultusunda ferahlık veya yutuculuk özelliği kazandırır. Heideigger “ ev şöyle veya böyle barındığımız fizikî bir yapı değil, insanın dünyada ve varlık içinde temel bulunma biçimidir.” (Elçi-İnci, 2003: 45) diyerek, evin içinde varlıklarını bulan bireylerin, kendilerini ülkü değerler yönünde tamamlarlar. Oysa bizim öykümüzdeki, kahramanlar evin içindeki baskılardan dolayı evi, ölü bir ortama dönüştürmüşlerdir. “Mekân, toplumsal süreçlerin aynı anda hem ortamı hem de ürünüdür.” (İnci-Elçi, 2003: 45) diyen Handan İnci, mekânı toplumu oluşturan bireylerin yaşadığı bir ortam, hem de o ortamın içinde ortamın desenine göre şekil alan bir alan olarak değerlendirir. Memedali’nin, kardeşi ve büyükannesinin içinde bulunduğu ortam, Hamida’nın ailesinin şekillendirdiği bir ortamdır. Meryemler de bu ortamın ürünüdür.

“Meryemlerden başka hiç kimse kalmadı içeride çıt yoktu. Ama az sonra iki kardeşi girdi odaya, girmeleriyle Meryem’leri tekmelemeleri de bir oldu. Bir zamanlar anasının yaptığı gibi, seslerini çıkarmadan başlarını korumakla yetindiler.” (Bebekler: 217).

Meryemlerin, evde dövülmesi evi, Meryemler açısından kapalı bir yapıya dönüştürmüştür. Dayak, ev ortamının bir ürünü olduğu için mekân, yutucu bir ortama dönüşmüştür.

“Aykırı Öyküler” adlı eserdeki “Büyükbaba “adlı öyküde de ev, dar bir mekân olarak karşımıza çıkar. Büyükbaba okulda bütün duyularını canlı tutarken, emekli olması sonucunda eve sığınır. Ancak büyükbaba “Abbas Yücebaş” bu sığınmayı bir bitmişlik olarak algılar. Onun, emekli olması ve kurduğu düzeni yitirmesi, evde kendi içine kapanmasına neden olur. İçe kapanma sonucunda, kendini yeniden var etmek yerine mekânı, ev ortamını, kendine dönüştürmüştür.

Yukarıdaki şekilde; Abbas Yücebaş’ın içine düştüğü dar mekânların çizelgesi verilmiştir.

“Bizim evde, babamla amcamın arasında, sessiz sessiz otururken, o kocaman, yakışıklı adamın karşıtı olup çıkmıştı: koltuğunda büzülüp küçülmüş değişmez bir noktaya bakıyor.” (Büyükbaba: 38) Abbas Yücebaş’ın, içinde büzüşüp kaldığı ev, onun için içinden çıkılmaz bir mekândır.

Tahsin Yücel’in “Haney Yaşamalı” adlı eserindeki birçok öyküsünde; “ev” “oda” dar mekân olarak, karşımıza çıkar. “Resim ile Elişi” adlı öyküde Ahmet Elden’in içine düştüğü bunalım evi ve içinde yaşadığı ortamı içsel bir labirente dönüştürür. Gece yarısında, evinde tek başına uyanık halde bulunan Ahmet Elden’in, düşünce girdapları, Ahmet Elden allak bullak eder. Ahmet Elden, bu yüzden durmaksızın kendi kendisiyle konuşan ve hayatı sorgulayan bir kişiye dönüşür. “Akşamüstü pencerenin önüne oturmuş, dışarıya bakıyordu. Sokak daracıktı, tozluydu ıssızdı.” (Resim Elişi: 22).

Gelen giden yoktu diyerek, evin içinde bulunduğu yeri sıkıştıran anlatıcı, evle birlikte Ahmet Elden’i de tek başına, daracık bir adanın içine sığdıracaktır. Evin, içinde yalnızlığın soğuk melekleri olan anılarla boğuşan kahraman, içinde barındırdığı bütün yalnızlığı ve anıları, evin yutucu ortamına kusmak ister. Eski anılarını, dışa vurdukça içe yönelen kahraman, düşüncenin boyutlarını yalnızlığın sembolü olan odayla çerçevelemeye çalışır.

“Ahmet Elden uzun uzun baktı. Sonra kalktı, kâğıdı masanın üzerine koydu. Bir süre daha baktı. Sıcaktı, terliyordu. Soyundu iskemlesine oturdu. Ayaklarını iskemlesinin üstüne çekti, yumruğunu çenesine dayadı, Düşünen Adam’a benzedi. Düşündü, yiteni eksik olanı bulamadı. Bir arabulur gibi olduysa da beğenemedi, yanılmayı yeğledi. Bir sigara yaktı.” (Resim Elişi: 23).

Odanın içinde devamlı düşünen ve kendi kendine konuşan Ahmet Elden bir çıkmazın içinde debelenmektedir. Gecenin karanlığı ve mekânda insanın yokluğu mekânın insanı silmesine, kendi içine doğru yönelmesine neden olur. Böylece, odayı içe dönüştürerek, kendini mekânsal açıdan bir eş değeri haline getirir. “İnsan, çeşitli şekillerde tüm döngüleri etkilemekte” (Kışlalıoğlu, 1990: 147) ve bütün döngüleri kendine benzetmektedir.

Ahmet Elden’in, mekândaki bütün varlıkları kendi düşünsel dünyasına göre boyaması, mekânı bulanık bir sona götürür. Oda ve ev bütün çirkinliği ile Ahmet Elden’i yalnızlığın koynuna iteler. Evin, çirkinliği yani gerçek âlemin çirkinliği, Ahmet Elden’in, masadaki resme yönelmesini sağlar. Masadaki resim ile bulunduğu mekânı terk etmeye çalışan Ahmet Elden, kaçış için attığı her adımda gerçeğin kendisiyle karşılaşır. Ahmet Elden, karşılaşma anında, içinde yaşadığı ortamın ruhunu kirletir ve ortamı soysuzlaştırır.

Tahsin Yücel’in öykülerinde dar mekân olarak, karşımıza çıkan bir başka ortam okuldur. Okul, gençliğimizin kendini yetiştirdiği bir mabettir. Fakat Tahsin Yücel’in bazı öykülerinde okul, karşımıza boğucu bir ortam olarak çıkar. Özellikle “Aykırı Öyküler” adlı eserde, okul yaşamının öğrenciler üzerindeki tek düze olarak kurduğu yaşam biçimi, okulu, cansız ve soğuk bir ortama dönüştürür. Yazar, öykülerinde bu durumu ironik bir tarzda ifade eder. Yazar, “Büyükbaba” adlı öyküsünde okulu, öğrenciler üzerine abanan bir askeri koğuş dönüştürerek işler. Okulun, kendi sıcak ve eğitici anlamının dışında bir mekâna dönüşmesi, öğrencilerin tek yönlü geçlere dönüştürür. Abbas Yücebaş kendi düzenini oturtmak için, okulu bir kurallar yumağına

dönüştürür. Öğrenciler tek düze olarak kurulmuş düzenin için tutunma yeri olarak, okulu sıkı sıkı kuşatırlar. Okulun, öğrencileri kuşatması öğrencileri tek tip haline getirmiştir. Mekânın, insanı kuşatarak tek tip haline getirmesi, bireylerin bütün yönlerinin yok olmasına neden olur.

“Hiç kimsenin elini kolunu sallayarak başöğretmenin karşısına çıkamadığını, çıkınca da “okulun en büyüğü”ne gösterilmesi gereken saygının belirtisi olarak, yaklaşık bir metre uzağında durup iki ellerinin orta parmağı pantolon ya da etek dikişinin üzerinde, gözlerde “en içten bir saygı ve sevgi” anlatını, askerce hazır ola geçerek konuşmaya izin çıkmasını beklemek.” (Büyükbaba: 21).

Öğrencileri bir asker gibi yetiştirmek ne kadar güzel görünse de okulun bir nizamiyeye dönüşmesini okulun fonksiyonlarını olumsuz yönde etkilemektedir. Öğrenciler, uygulanan baskıdan dolayı okulu dar ve yutucu bir mekân olarak algılarlar.