• Sonuç bulunamadı

3. TAHSİN YÜCEL’İN ÖYKÜLERİNDE MEKÂN

3.2. Besleyici Mekân (Geniş Açık Mekân)

Tahsin Yücel’in öykülerinde mekânın insanlarla olan münasebeti, kopmaz bir bağ halindedir. Kahramanlar, öykülerde ruhî büyüme süreçlerine paralel bir şekilde genişleyen mekân, kahramanların bireyselleşme ve dönüşümlerine yardımcı konumundadır. “İnsan ihtiyaçlarının karşılanmasının insan-insan, insan-çevre ilişkileri çevresinde oluşan etkileşimler, bu etkileşimlerin oluşturduğu örüntüler ve bu örüntülerin meydana getirdiği” (Çopuroğlu, 2003: 47) yaşamın önemine değinen Çopuroğlu, insanın kendisi ve çevresi ile kurduğu örüntüler ağının insan hayatındaki girintilerini vurgular. Mekânın insanla birlikte oluşturduğu örüntüler, dünya ve insanın yeniden bir anlama bürünmesini sağlar. Dar mekânın içinde evrensel değerlerini yitiren insan, kendini bulmak ve feraha ermek için devamlı uygun bir atmosfer arayışı içindedir. Kendi ruhuyla bütünleşen atmosfer-mekân içerisinde bireyler-kahramanlar bütün yetilerini kuşanmış bir görüntü çizerler. Kaostan-düzene, düzenden-genişe, bir dünyanın kapılarını aralayan birey-kahramanlar artık kendilerini bulma yolunda büyük bir yol kat eder. Geniş mekânda, tinsel büyümenin olması insanı kendine çeker. Bachelard; “tinsel dünya, yepyeni aydınlıklarla dolu engin perspektifler açar”(2004:201) diyerek geniş mekânın insan hayatındaki enginliğine değinir. “İnsanla dış dünya arasındaki bağlantının uygunsuzluğu artmaktadır.” (Lukacs, 1985: 103) diyen Lukacs, geniş mekânların azalmasıyla insan ruhunun içine düştüğü bataklığı gösterir. Ancak ne var ki günümüzde bu bataklıkların yanında, güller açan, insanı coşturan, onları huzurlu ve rahat kılan mekânlarda vardır. Tahsin Yücel’in öykülerde şimdi bu bahçenin nasıl ve nerelerde inşa edildiğini öykülerinden hareketlerle inceleyelim. Yücel öykülerin geniş-besleyici mekânı oluştururken kahramanlarını bütün yönlerden doyuran, onlara rahatlık ve huzur veren bir evren kurar. Bu evrenlerin başında ev gelir.

Yücel’in öykülerinde ev, dar mekân olarak belirdiği gibi bazı öykülerine geniş, sıcak ve koruyucu bir rol üstlenerek kahramanların erginleşmelerini sağlar. “Dünya insanın parçasıdır, onun bir boyutudur ve dünya değiştikçe var oluş (in der-weltsein) da değişir.” (Kundera, 20005: 48) diyen Kundera, insanın değişiminin, dünyanın değişimi olduğunu ifade eder. Yücel’in öykülerinde de evin geniş bir mekâna dönüşmesi, insanın psikolojisi ile yakından ilgilidir. Yücel evi, bir yuva olarak öykülerinin içine kurar. Bu yuva aileyi koruyan küçük bir kaledir. İnsanın kaleye dönüştürdüğü ev, yatay ve dikey boyutlarıyla, kişini mahremiyet alanını koruyan sıcak bir ortamdır. Ev mekân olarak Yücel’in öykülerinde kişisel bir mekândır. Mahremiyet sığınağı içerisinde yaşayan insanlar, kendi aralarında evin diliyle konuşurlar. Edward T. Hall “Her kültürün insan ilişkilerini düzenleyen bir dil (silent language ) olduğunu söyler. Bu dilin bir parçası olarak insanların birbiriyle etkileşerek, aralarındaki uzaklığı” (Cüceloğlu, 1993: 274) ayarladığını dile getirir. Evin içindeki kültür ve yaşam biçimi, evin dilini kişisel bir dünyaya dönüştürür. Yücel öykülerinde bu dil sıklıkla kullanılarak, evin geniş-besleyici bir mekâna dönüşmesini sağlar. Yazar, evin ruhuyla kahramanın ruhu aynı perde de yansıyan iki gölge gibi resmeder.

Yücel’in “Giz” adlı öyküsünde bu perde şu şekilde sahnelenir. Memedali, Halil Efe’nin kurduğu evi bir kaleye benzetir. Bunun sebebi Halil Efe’nin savaş yıllarında “Yunan Gâvuru” ile yaşadığı savaşlardır. Ev, koridorları ve odalarıyla sanki bir kaleyi andırır. Yazarın ev ile kale arasında benzerlik kurulması, evin korunak/barınak olmasındandır.

“Dudu Bacı’nın ilk kocası Halil Efe, nereden geldiği bilinmeyen bir esintiyle, İngiliz gâvuruyla Yunan gâvurunun sıkı bir ilişki kurarak kendine saldırmaya karar verdiklerine Tanrı’ya inanırcasına inanıp da belki aylar, belki yıllar boyunca, tek başına didinerek bu şaşırtıcı savunma düzenini kurarken saldırıların yalnızca kapıdan gelebileceğini düşünmüştü.” (Giz: 126) diyen Memedali, Halil Efe’nin eve verdiği anlamı gözler önüne serer. Türkler için “ev” bir kaledir. Yazara göre ev, yatay ve dikey boyutuyla manevi bir değer taşır ve bir ailenin varlığını, canlılığını simgeler.

“Yaşadıktan Sonra” adlı öyküde ev dönüşümünün, bireyselleşmenin merkezi konumuyla karşımıza çıktığını görürüz. Karadede bütün varlığıyla evinin içinde yeniden var olur. Onun ruhsal yönden ulaştığı seviye, evinin de tinsel yönden vardığı noktayı göstermesi açısından önemlidir. Kasabalılar tarafından Karadede’nin evi yoğunlaşmış bir varlık olarak algılanır. Evinin alt katındaki “Şeyhdireği” Karadede’nin ruhunun

oturduğu bir mekâna dönüşür. Karadede yaşamında kazandığı her şeyi burada barındırarak, geçmişini ve yaşadığı değişimi bu mekânla görselliğin koynunda sürekli kılar. Buraya gelen (Ötegeçe) kasabalılar Karadede’nin yaşamı boyunca elde ettiği değerleri görürler. Bu karşılaşma esnasında Şeyhdireği herkesi etkiler ve içinde barındırdığı varlığın ruhunu bütün ihtişamıyla sergiler. Mekânın, kişileri büyülemesi ve onları duygusal ve düşünsel yönden beslemesi, Karadede’nin evine tarihî bir boyut kazandırır. Karadede’nin evinin daha önceden bir şeyh evi olduğu öyküleri de uydurulur. Bunun nedeni mekânın insanların düşlerine yön vermesinden kaynaklanır. Bachelard “Ev, düşü barındırır, düş kuramı korur; ev dinginlik içinde düş kurmamızı sağlar.” (Bachelard, 1996: 34) diyerek, mekânın “evin” kasabalılar üzerindeki etkisinin sonuçlarını doğrular. Karadede’nin değişimi ve dönüşümünün mekândaki izi:

“Şimdiye değin bir iki akraba dışında herkes kapalı kalmış kapısının, tam yedi gün süresince, tüm kasabaya açık tutulmasının da bunda büyük etkisi olmuştu kuşkusuz. Evinin bütün alt katını kaplayan Şeyhdireği adlı yeri görme olanağına ilk kez böyle kavuşmuştuk. “Burada şimdi kimseciklerce bilinmemekle birlikte, bir zamanlar çok etkili olan bir şeyhin yaşamış olduğu söylenirdi. Karadede uzun yolculuğundan dönmeden önce, adağı olanlar mevlit okuturmuş burada. Sesleri daha bir göksel duyurmak, insanları tanrısallığından kuşku duyulmayacak bir başka dünyaya götürmek gibi bir özelliği varmış.” (Yaşadıktan Sonra: 54 ).

Memedali’nin, Karadede’nin evindeki izleri bu şekilde okuması evin adeta kutsal bir mabede dönüştüğünü gösterir. Ayrıca evin alt katı, her zaman düşlerin saklandığı bir mahzendir. Kişi evin en karanlık yeri olan alt katı insanlarla başlaması kişinin benliğinin oturduğu yeri göstermesi açısından önemlidir. Jung, kişinin bilinçaltını bir alt kat olarak ifade eder. Kişi bu alt katta kendi evrensel değerlerini saklar. “Bilinçaltı, bir yaşamın yarısını oluşturan gizli bir betimlemeler alanıdır.” (Jung, 1997: 68). İnsan, bu alana tıpkı Karadede gibi bütün bir yaşamının içinde gizlediği değerleri saklar. Bunun bilinç düzeyine ulaşması ile de Şeyhdireği ortaya çıkar. Yazar, burada hem sembolik olarak hem de fiziki olarak, bir ev kurar. Karadede’nin değişimi ve ruhi olgunluğa ulaşması dikkate alındığında, evin sembolik bir anlam kazandığı ortaya çıkar. Evin alt katı adeta bireyselleşme sürecinin kuluçkaya yatırıldığı bir alandır. Karadede bu mekânda kendini tanır, kendisiyle ilgili çıkmazlarını burada sona erdirir. “Eskiliğiyle parlayan, emektar bir orta direği çakılmış, birkaç çingene çivisine asılmış bir semerle bir baston, direğin dibinde kocaman bir post görmüştük., dip köşede

de içlerini örümcek ağları örmüş bir ocak çarpmıştı gözümüze, geri yanı kerpiçle kara topraktı. Ocağın üst yanına asılmış bir gaz lambasıyla aydınlanan bu penceresiz odada Karadede bir zamanlar herkesin alay konusuyken şimdi çocuklardan bile saygı gören Deli Yusuf’un elinden tutmuş, uzun boyuyla karşılaştırılamayacak oranda küçük ayaklarının üzerinde, ikide bir “Allah” diye haykırarak şaşırtıcı bir hızla dönüyordu.” (Yaşadıktan Sonra: 54 ).

Karadede’nin evinin alt katı, karanlık içinde geniş mekâna dönüşmesi, mekânını insanlar üzerindeki değişim ve dönüşümlerinin önemini vurgular niteliktedir. Evin besleyiciliği ve doyuruculuğu, Karadede’yi ruhî olgunluğa eriştirdiği gibi, kasabadaki kadınları da bilinç düzeyine çeker. Evin üst katı, kasabalıların gece yarılarına kadar ilahi söylediği bir iklime dönüşür. Yazar, Karadede’nin evinin alt katını ve üst katını onun ruhi olgunluğa eriştiği bir renkli bir evrene çevirir.

Yukarıdaki şekilde de görüldüğü üzere, Karadede’nin evi, hem bilinç-bilinçaltı, hem de alt kat-üst kat olarak, insanların zaman içerisinde kendi ruhlarını bulmalarını sağlayan bir özelliğe dönüşür.

Yücel’in “Büyük Sarhoşluk” adlı öyküsünde çöpçünün bulduğu defterdeki resimler geniş mekânın insan üzerinde uyandırdığı hisler açısından çok önemlidir. Çöpçü defterdeki resimlere bakarken kendi içsel dünyasının resmini defterin içinde oluşturur.

“Açık mavi bir gökyüzüne doğru mor dağlar yükseliyordu. Mor dağların eteğinde, çatısı kırmızı kiremitli bir ev vardı, duvarlarına sarmaşık tırmanmıştı, bacasından döne döne bir mavi duman yükseliyordu. Çevresine yeşil ağaçlar serpilmişti. Yeşil ağaçların arasında incecik bir yol kıvrılıyordu. Derede yeşilbaşlı ördekler yüzüyordu.” (Büyük Sarhoşluk: 13).

Çöpçünün kafasında kurduğu ev, her yönüyle açık bir mekândır. Bu mekânda yaşama arzusu içinde, yaşanılan zaman ve ortamdan kaçma arzusunun bir sonucudur. Şehrin dar sokaklarında kendi yaşamsal ve evrensel değerlerini bir kenara bırakan çöpçü, sokak ortasında bulduğu bir defterle, geçmiş yaşantısına ve çocukluğuna döner.

Bu dönüş, mekânsal açıdan değerlendirildiğinde dar mekândan, geniş mekâna doğru bir yolculuk niteliğindedir. Zamansal açıdan değerlendirildiğinde ise hal zamanından geçmişe ve düşler zamanına bir yolculuktur. Kirlenen hayat karşısında dimdik duran caminin, çöpçü tarafından tekrardan çizilmek istenmesi caminin bir ortamın değişmeyen inançlar dünyasını simgelemesi açısındandır. Sokağın bir köşesine oturarak, camii ile ilişkiler dünyası kurmak, mekânın yeniden geçmişe döndürülmesini sağlar. Aynı zamanda öykünün kahramanının adı “çöpçü” dür. Çöp-cami bir birine zıt iki değerdir. Cami temizliği, dini, inançları temsil ederken; çöp şehrin bütün pisliklerinin toplandığı gayya kuyusudur. Şehirli insanların bütün günahlarının arada birikir. Bu günahların öykünün başkahramanı tarafından temizlenmesi, öykünün mekân ve uzam olarak zıtlıklar dünyasına dönüşmesini sağlamıştır. “ İki öğe arasında görünüşte var olan ve belirli bir var oluşsal düzeyde göreli bir gerçekliğe sahip olan zıtlığın sentez ya da tümleşme ile yüksek bir düzeye geçerek, uyum içinde çözülmesi ya da yok olması gerekir.” (Yıldırım, 2005: 128) diyen Yıldırım zıtlık içinde yok olan değerlerin varlığını ortaya koyması caminin ve sokak çöpçüsüsün mekânsal açıdan karşı karşıya gelmesini açıklar.

Yücel’in öykülerinin bazılarında geniş mekân olarak camiyi görmekteyiz. “Yaşadıktan Sonra, Dönüşüm” adlı öykülerde camii geniş mekân olarak karşımıza çıkar. Camii avlusunda ya da camiinin herhangi bir yerinde, kahramanlar kendi ruhsal dönüşümlerini sağlar. Böylece cami besleyici bir mekâna dönüşür. “ Ötegeçe’nin tüm yaşlı erkekleri gibi o da günün büyük bir bölümünü Aşağı Camii’nin tahta döşemeli örtmesinde oturmakla geçiriyordu. Cami bizim ilgi alanımıza girmezdi, ama özel olarak ilgilenmeyecek kadar iyi tanıdığımız komşular arasında Karadede’yi sık sık görmeye başlayınca Memedali’nin baskısı, biraz da sümüklü çocuk yaşını atlatmış olmanın bilinciyle biz de aynı örtmede oturur olmuştuk.” (Yaşadıktan Sonra: 49) diyen anlatıcı camii’nin çocukların bilinç düzeylerindeki erginleşme sonucunda mekânsal anlamda vardığı değerler düzlemini açığa kavuşturur. Kasabanın bütün yaşlıları tarafından ziyaret edilen camii örtmesi yaşlıların tek uğrak yeridir. Fakat Memedali ve arkadaşları için “bilinç” düzeyine eriştikten sonra bir uğrak yeri haline dönüşerek, kasabadaki bütün yaşlı ve genç erkekler için besleyici, dönüştürücü bir rol üstlenir. Çocukken bunu fark edemeyen bilinç “sümüklü çocuk yaşını atlatmış olmanın bilinciyle” (Yaşadıktan Sonra: 49) mekâna hak ettiği değeri verir. Bireylerin ilahî mabedi olan cami tinsel açıdan

insanın dünyadaki yaşamını bir kenara bırakarak, dinsel dönüşüme geçtiği bir sığınaktır. Karadede kendi ruhsal bütünlüğünü buralara uğrayarak bütünler.

Tahsin Yücel’in öykülerinde deniz de mekânsal açıdan geniş mekânların içerisinde yer alır. Özellikle suyla Tahsin Yücel’in kopmaz bir bağı vardır. Bu bağı Cahan; (Ceyhan Irmağı) ve deniz tutkusu olarak açıklamak daha iyi olacaktır. Yücel Elbistan’ın ayrılmaz bir parçası olan Cahan’dan ( Ceyhan Irmağı’ndan) hiçbir zaman kopamamıştı. Ceyhan Irmağı, neredeyse bütün öykülerinde mekânı geniş bir ortama dönüştüren dekor niteliğindedir. “Uçan Daireler, Haney Yaşamalı, Ben ve Öteki” adlı eserlerinde Ceyhan Irmağı’na sık sık rastlarken; “Aykırı Öyküler ve Komşular” adlı eserlerinde deniz mekânsal açıdan geniş mekânı sembol eder. Ceyhan Irmağı Elbistan’ı ve Ötegeçe’yi bir baştan diğer başa sessiz ve sakin bir biçimde dolaşır. Dolaşım sırasında Elbistan ve Ötegeçe sakinlerinin hayat türküsünü durmaksızın söyler. Bu şarkıyı işiten hiçbir Elbistanlı ve Ötegeçeli bu şarkının namelerini unutamaz. Bu yüzden Ceyhan Irmağı yazarın öykülerinde durmaksızın akan, dinlendiren, doyuran ve hayaller kurduran bir kimlik kazanır. Özellikle “Ben ve Öteki” adlı eserde Cahan (Ceyhan Irmağı) ortak mekân unsurları arasında yer alır.

“Kâtiba bizim buralardan uzaklarda duramazdı, o zaman kalkar, ıssız evine gelirdi, gene Cahan kıyılarında, çarşıda Ötegeçe de sürdürürdü yürümesini.” (Yürümek: 100). Kâtiba, dar mekândan kaçar kendini besleyen Cahan muhitine sığınır. Cahan bütün yönleriyle Kâtiba’nın yürüyüşüne eşlik eder bir şekildedir. Kâtiba’nın Cahan’a ve Ötegeçe’ye dönüşü, aslında yuvaya dönüştür. Cahan, Kâtiba’yı kendi değerlerine döndüren en önemli mekânlar arasında gelir. Cahan Kâtiba’nın kökünü-kökenini ve yürüyüşünü adeta bir çembere dönüştürür. Bu çemberin merkezinde Cahan, bütün gücüyle anaforlar çizer ve Kâtiba’yı kendine çağırır. Çağrıya Kâtiba nerede olursa olsun hep cevap verir. Zöhre Bacı’ya ulaşmak için varılacak en yakın nokta Cahan ve çevresidir. Durmaksızın akan Cahan, Ötegeçe sakinlerinin içine doğru akarak onların içsel bir yürüyüş yapmasını sağlar. Su insanı hep düşe davet eder. İnsan su kenarına gelerek kendini yeniden kurar veya yaratır. Öyküde Cahan, Kâtiba’nın Zöhre Bacı’yla kurduğu aşk iklinin daha da derinleşmesini sağlar. Elaziz’de ve Adana’da aradığını bulamayan Kâtiba Zöhre Bacı’ya yeri olarak öyküde Cahan’ı seçer.

“Benlem” adlı öyküde Cahan bir sınır vazifesi görür. Cahan İdiris’in evi ile Ötegeçe’yi ayıran bir siper görevi üstlenir. İdiris’in fenalıklarına karşı set görevi üstlenen Cahan, Ötegeçe halkını İdiris’in korkunç emellerinden korur.

“En iyisi İdiris’in evini yok saymaktı bu durumda, biz de öyle yapardık. Bu nedenle bir öğle üzeri dostumuz Cahan’ın karşı kıyısında, korkunç pencerenin önünde rahat rahat oturur görünce, tepeden tırnağa titremiştik hepimiz acıyarak bakmıştık ona” (Benlem:112).

İdiris’in “öteki” olduğunu düşünecek olursak ve “ben” de Memedali’nin ülkü değerlerini temsil eden yanı olarak ortaya çıkar. Cahan, fizikî mekân olmaktan çıkarak ben ve öteki arasında özel bir alan oluşturur. Jung, “bilinç yapı olarak bir tür yapay kattır; Okyanuslardakine benzer derinlere yayılmış bilinçaltının üstünde yüzen bir üst tabakadır.”(Jung, 1997: 68) der. Bu yönüyle Cahan, “bilinç ile bilinçaltını” “ben ile ötekiyi” ayıran bir uzamı sembolize eder. Ayrışma alanında “ben”in “öteki”den uzaklığı ve uzak sembolize ettiğinden dolayı Cahan, geniş bir mekân alanına dönüşür. Çevremizdeki varlıklar tıpkı Cahan gibi bizim benliğimizi düzenler. Benliğimizde oturttuğu yeri kendi isteği doğrultusunda renklendirir.

“Cuma” adlı öyküde Lemde Bacı her cuma Cahan’ın kıyısına gelerek, bütün dertlerini Cahan’ın sularına fısıldar. Cahan bu öyküde Lemde Bacı’nın dert ortağı olmuştur. Aynı zamanda kocasına yazdığı mektupları ulaştırmak için postacılık görevini de üstlenir.

“Lemde Bacı her cuma öğleyin, halk namazdan çıkarken, iki eli kanda olsa da, kalkar, Cahan kıyısına, kara taşın başına gelir, gözlerini suya dikip beklerdi. Kımıltısız, yeryüzüyle ilgisini kesmiş gibi.” ( Cuma: 209).

“Allah’ım, sabrım kalmadı artık, taş da olsa çatlardı: ıssız evde daha fazla kalamam.” diye inlerdi, durumunu anlatırdı, dileğini söylerdi: “Otuz güne kalmaz gelirim diye gidip de otuz yıldır gelmeyen kaçakçı kocasını, altı aylık yani gencecik kocasını geri isterdi Tanrıdan. Ertesi gün, sabah sabah Suçatı’nın yolunu tutar, varıp Söğütlü’nün Cahan’a karıştığı yere çömelir, içinden bir takım dualar okuyup havaya üfledikten sonra, bir gün önce Memedali’ye yazdırdığı kâğıdı koynundan çıkarıp usulca suya bırakır, görünmez oluncaya dek ardından bakardı.” (Cuma: 210).

Cahan, atmosfer olarak, bir kültürün değerlerinin toplandığı, çağlar ötesinden günümüze kadar değerlerin saklandığı bir ırmaktır. Elbistan’ın ve Ötegeçe’nin varlığını kendi üzerinde taşıyan Cahan, değdiği bütün mekânlara kendi imzasını atmıştır. İnsanlar Cahan’nın etrafında varlıklarını sürdürürken onu bir mekân olarak değil; bir mekânı nasıl şahsileştirdiklerini görmekteyiz. Lemde Bacı’nın Cahan’nın yanına giderek, yazdığı mektupları, Cahan’nın sularına bırakması, Cahan ile Lemde Bacı arasında

ruhsal bir alan oluşturmuştur. İnsan toprağı oturma yeri yaparken (Elbistan); suyun da (Cahan’nın) kollarından sımsıkı tutar. Böylece insan, hem toprağın hem de suyun üzerinde bir oturma yerine sahip olur. Cahan’nın Ötegeçe için bir oturma yerine dönüşmesi suyun: “ Bütün bir varlık olarak görünecek, bir bedene bir ruha, bir sese sahip” (Bachelard, 2004: 23) olmasından kaynaklanır. Cahan bu özellikleriyle Yücel’in bazı öykülerinde geniş mekân olarak karşımıza çıkar. Kahramanlar Cahan’nın etrafına giderek, orada düşler kurar. Bu özelliği ile Cahan, mekân olarak besleyici bir mekândır. Kahramanlar Cahan’la çoğalır, büyür ve kendilerini beslerler. Kâtiba, Beşira, Hamida, Lemde Bacı ve diğer kahramanlar anlatıcı-Memedali ile birlikte devamlı Cahan’nın serin sularında dolaşır. Bu dolaşma esnasında Cahan’nın engin coğrafyasında kimi zaman kendi içlerine dönerler, kimi zaman onun kollarında çok uzaklara taşınırlar.

Yücel’in son yazdığı öykülerinde mekân olarak deniz karşımıza çıkar özellikle “İktidar” adlı öyküde deniz bütün zenginliği ve gösterişi ile insanları kucaklayan bir ortamdır. Müçteba Bey’in denizden yüzerek çıkması ve küçük tatil kasabasındaki insanların yüzlerini denize dönmesi, denizi açık bir mekân haline getirmiştir. Deniz, Yücel’in öykülerinde kahramanların kendilerini bulma aşamasında yöneldikleri bir mekândır. Maviliği ve sonsuzluğu insanları durmadan düşlere iter. Denizde “insan kendini öldürmeyi tasarlayamaz.” (Blanetot, 1993: 96) ancak ve ancak yeniden doğmayı düşür.

Yücel mekân olarak denizi kullandığı öykülerinde kahramanları zenginliği ve gösterişi ile öykünün içine yerleştirir.

“Emekli doğa bilim öğretmenine gelince, güleç ve sevimli yüzü, rahat ve kıvrak deviniliriyle, sanki insanın doğal da olabileceğini kanıtlamak için gelmişti buraya. Kanıtladığı başka bir şeyde denizin yalnızca kıyısında yağlanıp yatılan arada bir serinlemek için dalınıp çıkılan ruhsuz bir su değil, istedin mi kendisiyle bütünleşilebilen bir temel öğe olduğuydu.” (İktidar: 67).

Deniz insanları her yönüyle ruhsal doyuma ulaştıran bir mekândır. Emekli doğa bilimi öğretmeni mekân olarak denizle bütünleşmiştir. Bu bütünleşme denizin insan üzerinde yarattığı psikolojik rahatlıktan kaynaklanır. Bütün zengin insanlar yazlarını geçirmek için uğradığı deniz kenarındaki bu tatil köyüne gelirler Burasının kahramanları dinginleştirici bir özellik arz etmesinden dolayı kahramanlara rahatlık verir. Bunun sebebi insanların denizle kurdukları münasebetten kaynaklanır. Eğer deniz olmasaydı bu tatil köyüne kimseler gelmez ve bu tatil köyü cazibe merkezi olmaktan

çıkardı. Tatil köyüne anlam kazandıran denizdir. Deniz, etrafındaki toprağı beslediği gibi insanları da kendine çeker. Yazın gelmesi ile çekim merkezi kuvvetine kavuşan denizin “zaman ve mekân, asıl olarak zaman-dışı ve mekân-dışı bir sosyoloji kurmaya hizmet eden ayrımlar çevresinde biçimlenmiş, önceden var olan misyonları ”(Urry, 1999: 13) ile kendini bütünleyen bir yapı arz eder. Zamanın mekânı ön plana çıkarması ile deniz; güneşin altında gidilecek en geniş bir atmosferdir.

Yücel’in öykülerinde kullandığı açık mekânların başında Ötegeçe gelir. Bazı