• Sonuç bulunamadı

Yurtdışından Gelen Göçmenlerin Türkiye’de Sosyo-Mekânsal Alanları

2.3. Türkiye’de Göçün Kente Etkisi

2.3.1. Yurtdışından Gelen Göçmenlerin Türkiye’de Sosyo-Mekânsal Alanları

Kentsel mekânlar, toplumsal ve kültürel farklılıklar üzerinden ortaya çıkmaktadır. Kentlerde yaşayan kişilerin kültürel kimlikleri fiziksel alandan etkilendiği gibi, şehirlerin fiziksel özellikleri de kişilerden etkilenmektedir. Sığınmacılar, geldikleri alanlarda yabancılık çekmemek için daha çok bir arada yaşamayı tercih edip aynı apartmanlarda ve aynı semtlerde oturdukları görülmektedir. Ancak bu şekilde kültürel farklılıkları en aza indirmek için sığınmacıların gerçekleştirmiş olduğu kümelenme, aynı zamanda diğer yerli halkla aranın açılmasına sebep olmaktadır. Bu şekilde mekânsal farklılaşma yaşayanlar kümelenmeyi oluşturduğu gibi, kümelenme sonucu da mekânsal farklılık ortaya çıkmaktadır. Kentlerde yaşayan mülteciler, kentsel alanlarda farklı etkiler yarattığı görülmüştür (Harunoğulları, 2016, s. 388).

Özellikle 2011 yılından başlayıp günümüze kadar olan süreçte Türkiye’ye gelen mülteci sayısı giderek artmıştır. Başlarda gelen sığınmacılar sınır bölgelerde kurulan Hatay, Gaziantep, Kilis, Şanlıurfa, Mardin, Osmaniye, Adıyaman, Kahramanmaraş, Adana şehirlerine yerleştirilmişlerdir. Ancak barınma merkezlerindeki konteynır ve çadır kentler kısa zamanda dolması ve gelen mültecilerin çeşitli sebeplerle kamp alanlarında yaşamak istemedikleri sebebiyle kent bölgelerine, gidişler yaşanmaya başlamıştır. 2018 yılında kamp merkezlerinde yaşayan kişi sayısı AFAD tarafından şu şekilde açıklanmıştır;

Tablo 6: Geçici Barınma Merkezleri

Ülkemizdeki Toplam Suriyeli Sayısı 3.578.246

Geçici Barınma Merkezleri Toplam Mevcut 228.502 Geçici Barınma Merkezlerindeki Toplam Suriyeli Sayısı 222.524 Geçici Barınma Merkezlerindeki Toplam Iraklı Sayısı 5.978

Kaynak: T.C Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı Geçici Barınma Merkezleri

https://www.afad.gov.tr/upload/Node/2374/files/16_04_2018_Suriye_GBM_Bilgi_N otu.pdf

AFAD Nisan 2018 verilerine göre Türkiye’de mülteciler için kurulan çadır ve konteynır merkezlerinde yaşayanların büyük çoğunluğunu, son yıllarda ülkemize kitleler halinde gelen Suriyelilerin oluşturduğu görülmektedir. Özellikle 78.718 kişiyle en yoğun kamp merkezi Şanlıurfa’da bulunmaktadır. En yoğun kamp merkezlerinin bulunduğu ikinci ilimizi ise 25.735 kişiyle Adana oluşturmaktadır. Gaziantep ise 24.047 kişiyle sahip olduğu 3 çadırkent ve 1 konteynerkentle 3. en kalabalık kamp merkezini oluşturmaktadır. Kilis ise 2 konteynerkentle toplamda 24.379 kişiyle 4. sırada gelmektedir. Daha sonra bu sıralamayı 21.753 kişiyle Kahramanmaraş, 17.251 kişiyle Hatay, 14.178 kişiyle Osmaniye, 9.460 kişiyle Malatya, 8.986 kişiyle Adıyaman ve 3.995 kişiyle Mardin oluşturmaktadır. Bu çadır ve konteyner kentlerde yaşayan toplam Suriyeli ve Iraklı sayısı ise;

Tablo 7: Geçici Barınma Merkezlerinde Kalan Toplam Suriyeli ve Iraklı Sayısı Çadır ve Betonarme Bölme 101.013

Konteyner 30.138

Suriyeli 222.524

Iraklı 5.978

Kaynak: T.C Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı Geçici Barınma Merkezleri

https://www.afad.gov.tr/upload/Node/2374/files/16_04_2018_Suriye_GBM_Bilgi_N otu.pdf

Toplamda 228.502 Iraklı ve Suriyeli mülteci, Türkiye’nin doğu bölgelerinde kurulan ve toplamda 57.813 konteyner ve çadır kentlerde yaşamlarını sürdürmektedir.

Kent bölgelerinde yaşayan mültecilerin, mekânsal hareketlerini incelemek, mültecilerin sosyal, ekonomik, politik yapılanmaları hakkında bir takım bilgiler sunabilmektedir. Özellikle kentlerde yaşamlarını hangi alanlar üzerinde geçirdikleri, nerelerde yaşadıkları ve çalıştıkları yerler, kısaca yaşadıkları mekân üzerinden yaşamları hakkında bilgi vermektedir (Çakırer, 2014, s. 231).

İran’dan Türkiye’ye girişlerin büyük bir kısmı Van üzerinden gerçekleşmektedir. Özellikle kentte akrabalık ilişkilerinin olması, göç için bir sonraki adımın düzenlenmesi için sosyal ağların mevcudiyeti, kayıt için BMMYK bürosunun olması, kaçak ekonominin varlığı gibi durumlar, sadece İran’dan gelenlerin değil Bangladeşli, Afgan, Pakistanlıların da Van şehrini bu bölgelerden gelenler için cazip kılmıştır. Iraklılar ise daha çok hedef ülkeye varmak için kendi imkânlarını kullandıklarından ötürü, doğrudan BMMYK’nin bulunduğu İstanbul’a doğrudan gittikleri gözlenmiştir. Türkiye’de yaşayan göçmenlerin sosyal alanlarının kesinliğinden bahsetmek için uzun yıllar yaşadıkları yerlerin incelenmesi ve tespit edilmesi gerekmektedir. Ancak bir kısmının da Türkiye’yi transit ülke olarak değerlendirip belli bir süre yaşadıkları göz önüne alınırsa bu tespitin yapılması bir hayli güçleşmektedir. Kendilerini, Türkiye’de kaldıkları süre boyunca geçici olarak gören uluslararası göçmenler bu durumda daha çok kayıt dışı ekonominin içinde varlıklarını sürdürmektedirler. Bu durumda da ekonomik açıdan kendilerini ikame etmeleri çok da kolay olmadığından, daha çok kent bölgelerinde gecekondu bölgelerinde ya da kent merkezlerindeki görece ucuz semtlerde barınma ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmaktadırlar (Çakırer Y. , 2012, s. 77).

AFAD’ın verilerinden de anlaşılacağı gibi özellikle son yıllarda Türkiye’de yaşayan mültecilerin büyük bir kısmı kamp alanlarını çeşitli sebeplerle tercih etmeyip kent merkezlerine gitmektedir. Özellikle diğer ülkelerden gelenlere oranla fazla olan Suriyeli mülteciler yaşamak için kent başta İstanbul, Gaziantep, Hatay, Şanlıurfa, Mardin, Kilis, Adana gibi şehirleri tercih etmektedir. Uluslararası göçle gelenlerin sahip olduğu kültürel yapı arasındaki fark ne kadar çok olursa, kente etkileri o denli fazla olmaktadır (Apak, 2015, s. 55).

Türkiye’ye yaşanan iltica sonucunda İçişleri Bakanlığı tarafından “emniyet ve asayiş açısından sorun yaşanmayan ve yabancıların kontrollerinin de zor olmadığı şehirler” olarak tanımlan bölge olan “uydu kentler” iltica edenler ile yerleşik toplumun beraber yaşadığı alanlardır. Önceden de, çok sayıda mültecinin gönderildiği bu şehirler daha çok, toplumun kolay kabulleneceği ve sayıca az olmalarını sağlamak için gerçekleştirilmiştir. Yıllar öncesinden beri uydu kentlere yerleştirilen mülteciler, görünmez ve fark edilmezken son yıllarda yaşanan kitlesel göçlerle birlikte sayıları artmış ve sadece bu kentlere değil Türkiye’nin hemen hemen her kentine gerek ekonomik, gerek sahip oldukları sosyal ağlar sebebiyle yayılma göstermiştir.

2.3.2. Kent ve İnsan Hakları Bağlamında Zorunlu Göçle Gelenler Mülteci Mi Kentli Mi?

Sanayileşmenin sonucu olarak kent mekânlarının kirlenmesine ve bozulmasına koşut olarak, nüfusu yoğun olan ve çok sayıda insanın yaşamına ev sahipliği yapan bu mekânların, şimdiki ve gelecek kuşakların yaşamasını olumsuz yönde etkileyecek olması kentli ve çevre haklarının ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Bu açıdan “kentli hakları” son yılların ürünü olan bir hak çeşididir. Burada kentli ile belirtilen, kentte yaşayan ve onun yaşama biçimini belirtme halidir. Diğer insan haklarına ek olarak “kentli hakları” kentlilere tanınan haklardan olduğudur. Burada insan haklarına ek olarak, kentli hakları bağlamında bakıldığı zaman, insan haklarının herhangi bir şarta bağlanmamasından ötürü kentli haklarının da sadece insan olmaktan doğan haklardan olduğunu söylemek çok da zor olmayacaktır. Bu sebeple kentli hakları, insan haklarının özel bir türünü oluşturmaktadır (Çelebi, 2014, s. 137).

Henri Lefebvre’nin kentli hakkı, kentsel hak, kent hakkı gibi kavramların gelişmesinde büyük katkı gösterdiği görülmektedir. Lefebvre’ye göre kent hakkı kavramının oluşmasında kapitalist sistemin etkisi büyüktür. Çünkü kapitalist sistem kendi sermaye birikimi çıkarlarına hizmet ederken, kent üzerinde de olumsuz etkiler bırakmakta ve kenti etkilemektedir, düşüncesinden yola çıkarak kent hakkını geliştirmiştir. Aynı şekilde David Harvey’de, Lefebvre’nin düşüncelerine ek olarak, kent hakkını “kolektif hak” şeklinde kavramsallaştırmış ve kentte var olana ulaşabilme, onu kullanabilme, ona sahip olabilme, olanı da değiştirebilme gücüne sahip olabilme, kentsel mekânı biçimlendirebilme ilişkilerinin içinde olabilme, kentsel

süreçleri etkileyecek kararlar alınırken demokratik denetim kurabilme isteminde olmayı içeren bir istem olarak açıklamaktadır. Lefebvre, kapitalist bir düzende mekânı, sermayenin ve yönetimin şekillendirdiğini oysa mekânın şekillenmesinde etkin olanın, mekânın gerçek sahipleri yanı kentte yaşayanların olması gerektiğini söylemektedir. Bu şekilde sermayenin yönettiği düzende, Lefebvre’ye göre kentsel gelişme modellerinde, kent haklarının zarar görmesi ve eşitlik gibi ilkelerin gerçekleşmesinde yaşanan zorlukların olduğunu belirtmektedir. Kent hakkı kavramının içinde Lefebvre’ye göre; kente yaşayan bireylerin kent haklarını kullanırken temel insan haklarının, özgürlüklerinin hepsinden, engelle karşılaşmadan kullanmaları gerektiğini söylemiştir (Keleş & Mengi, 2017, s. 26).

Kent ve kentli haklarının temelleri 1871 Paris Komünü’ne kadar gitmektedir. Kırdan kente göçün etkisiyle, kentte yükselen kira bedellerinin artmasıyla ortaya çıkan konut krizinin çözümü Paris Komünü’nün temel amaçlarından birisidir. Bu amacın yanında, bireysel özgürlük, çalışma özgürlüğü bireylerin iş bulma konusunda ortaya çıkan sorunların çözümü gibi daha farklı alanlar da düzenlemeler getirmiştir (Lissagaray, 2013, s. 29-30). 1930 tarihli 1580 sayılı Türk Belediye Kanunu da Paris Komününden esinlenerek oluşturulmuştur. Burada, kentsel çevre sağlığının korunması için yapılacak çalışmaların tespiti ve yapılması gerekenler yasanın en önemli görevidir. Ayrıca Dünya Sağlık Örgütü’nün 1946’da yürürlüğe giren yasasında sağlıklı olmak ve sağlıklı yaşamak herkes için temel bir hak olduğu belirtilmiştir. Avrupa Kentsel Şartı’nın amacı ise; yaşam kalitesinin gelişmesini ve kentsel iyileşmeyi sağlamak ve bu alanda yapılacak çalışmalarda evrensel ilkeleri oluşturmak ve ortaya çıkan temel kentli haklarını, bütün insanlar tarafından eşit olarak yararlanılmasını sağlamaktır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta temel kentli haklarının, kentte yaşayan tüm insanları mı içerdiği, yoksa sadece yurttaşları mı içerdiği sorunsalıdır. Toplumsal altyapı sağlama, kentteki tüm haklardan faydalanma, sağlıklı konutlarda yaşama, dengeli arazi kullanımıyla sağlıklı bir çevrede yaşayabilme, seçme-seçilme yerel otoritelerle hizmet verebilme, çalışma ve güvenlik hakkı, çok kültürlü bütünleşmiş bir kentte yaşama hakkı gibi bir takım haklar içeren şartta; “yurttaşlar, toplumun geleceğini etkileyen kararlarda danışılma hakkına sahiptir” ifadesi yer almaktadır. Bu ifadedeki yurttaş ibaresi sadece seçme ve seçilme

sürecinin içinde yer alırken, yurttaş olmayanların da diğer aşamalarda söz sahibi olup, hizmetlerden faydalanabilme olanağına erişebilmekte midir belirsizliğini içermektedir (Ertan, 1997, s. 42).

Lefebvre’ye göre kent hakkı denilince, temel hak ve özgürlüklerin olduğu, insan merkezci bir yaklaşıma uygun olması yönünün dışında, çevrenin de bir takım haklara sahip olması ve çevrenin de canlı olmasından dolayı, ayrıca insanların da çevreye karşı bir sorumluluğu olduğu görüşüyle kent hakkı kullanımının daha uygun olacağını belirtmiştir. İkinci bir sorun ise Keleş’in belirttiği gibi kimin “kentli” olarak tanımlanacağı sorunsalıdır. Ekonomik, kültürel ve toplumsal kriterlere göre kentli kim kentte yaşayan kim ayrımının yapılması ve kentte yaşayan herkesin kentli kabul edilmemesi kentli haklarının kimi kapsayacağı ve kimleri etkileyeceği bilinmezliğini yaratmaktadır. Kent ve kentli hakları tanımlanırken “herkes” ve “birey” kavramlarının da kullanılması görülmektedir. Genellikle toplumsal ve ekonomik haklar tanımlanırken “kişiler”, “kimse”, “herkes” kavramlarının olması dikkat çekerken, siyasal hakların tanımında “yurttaş” kavramının kullanıldığı görülmektedir. Aarhus Sözleşmesi olarak adlandırılan, Çevresel Konularda Bilgiye Erişim, Çevresel Karar Verme Sürecine Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru Sözleşmesi’nin 9. maddesine göre, çevreyle ilgili bilgi almak isteyen ve yeterli bilgiye ulaşamayan “bireylerin” yargıya başvurma hakkı doğmaktadır denilerek, bu haklardan faydalanmak için yurttaş olma ölçütü aranmadığı sonucu çıkarılmaktadır. Ayrıca Anayasanın 56. Maddesinde düzenlenen çevre hakkı ile ilgili de “herkesin” sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı vardır denilerek yine sağlıklı çevrede yaşamanın tüm insanlara tanındığı belirtilmektedir (Keleş & Mengi, 2017, s. 28).

“Avrupa Kentsel Şartı – 2: Yeni Bir Kentlilik İçin Manifesto” isimli yeni bir başlıkla yeniden gözden geçirilmiş ve 2008 yılında kabul edilmiştir. Bu şartta kenttaşları, yurttaş sayan ilkede, kentlerde yaşayanların, kentlerin sahip olduğu kültürel, ekonomik, toplumsal değerler üzerinde gelecek nesillerin söz sahibi olduğu dile getirilmektedir. Yeni Bir Kentlilik İçin Manifesto’da kentte yaşayan herkesi “kenttaş” olarak kavramsallaştırmış ve birçok konuda kentlerde yaşayan bu insanların da hakları olduğu ve gelecek için alınan kararlarda etkili olabilecekleri vurgusu yapılmıştır (Çelebi, 2014, s. 75). Kentsel hakların temelinde, kent mekânlarında

yaşayanların sağlıklı, mutlu, güven ve barış içinde yaşamalarını sağlamak için uluslararası alanda da çalışmalar yapılmakta bazı kararlar alınmaktadır. Birleşmiş Milletler’in, 1976’da Vancouver’da; 1996 yılında ve son olarak da 2016’da İstanbul’da Habitat toplantıları gerçekleşmiştir. Bu toplantılarda alınan kararlar içinde dünya nüfusunun hızla artmasına bağlı olarak artan işsizlik ve kentsel, kırsal yoksulluk, toplumsal ve çevreyle ilgili sorunlar üzerinde durulmuştur. Özellikle Habitat 3’te belirlenen Yeni Kentsel Gündem’de, kimseyi geride bırakmama, yoksullukla savaşım, herkese fırsat sağlanması, dayanıklı kentler ve insan yerleşimleri gibi hedefler belirlenmiştir. Özellikle kentlerdeki yoksulluk ve toplumsal eşitsizlik konuları gündeme getirilmiştir. Bu açıdan bakıldığında yerleşim yeri olarak kentlerde yaşayan her kültürden, her ırktan insanın aynı zamanda o ülkenin vatandaşı olup olmadığına bakılmaksızın, kentsel iyileşmeyi sağlamak ve bu durumu sürdürülebilir kılmak için bazı kararlar alınmıştır. Ayrıca Habitat toplantılarının dışında Avrupa Kentsel Şartına eklenen “türlü kültürel ve yaratıcı etkinliklerden yararlanma ve bunlara katılma olanaklarının sağlanmış olduğu bir kent” ve “farklı kültürel, etnik ve dinsel kökenlerden gelenlerin oluşturduğu toplulukların bir arada yaşayabildiği bir kent” şartları eklenmiştir. Ayrıca, sıralanan hizmetleri, sağlanan hakları yerel yönetimlerin, bütün bireylere, cinsiyet, yaş, köken, inanç, toplumsal, siyasal, ekonomik konum ayrımı yapmadan sağlamayı taahhüt altına giren bir kent olarak belirlemiştir (Keleş & Mengi, 2017, s. 34). Sonuç olarak, uluslararası alanda ortak olarak kabul edilen görüş, “göçmenlerin” kent yaşamına katılabilecekleri olduğu yönündedir. Ayrıca kenttaşları yurttaş olarak sayan anlayışta, kentte yaşayan herkesin yerel demokrasi sürecinin içinde olması ve kentte yaşayan göçmenlerin, mültecilerin herkes kadar eşit haklara sahip olmaları gerekmektedir. Kent yaşamına katılabilmeleri için oy kullanabilmeleri ve kent yönetimleri organlarına üye olarak seçilebilmeleri gerekmektedir. Kentsel politikalarının temel amacı, toplumsal ve mekânsal olarak uyumun olmasıdır. Aksi takdirde farklı kültürlerden, dinsel kökenlerden, farklı coğrafyalardan gelen kenttaşların günlük hayatta sorunsuz bir arada yaşamaları için kent haklarının somutlaştırılması ve sınırının belli olması gerekmektedir.

Çalışmanın üçüncü bölümünde, kentte yaşayan kent mültecilerinin sosyal içerme ve uyum konusunda karşılaştıkları durumlar, karşılaştıkları problemler

karşısında kent yönetimi olan belediyelerin çözüm önerileri ve yaptıkları çalışmalar incelenecektir.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİNİN KENT MÜLTECİLERİNE YÖNELİK SOSYAL İÇERME POLİTİKALARI VE BELEDİYELERİN

ROLÜ

1982 Anayasası’na göre yerel yönetim birimleri; il özel idaresi, belediye ve köydür. Belediyeler etkililik açısından bakıldığında, diğer birimlere göre ön plana çıktığı görülmektedir. Ülke nüfusunun %93.3’ü belediye yönetimleri altında olduğu düşünüldüğünde, belediyelerin kent yönetimi ve kırsal alanla ilgili görevleri oldukça fazladır. Ülke nüfusunun büyük bir kısmı kentlerde yaşamaktadır, bu açıdan bakıldığında mültecilerin de bu nüfus içinde olduğu kabul edilirse, belediyelerin konunun ilk sorumlusu olduğu görülmektedir. Vatandaşa en yakın yönetim biriminin belediyeler olduğu göz önüne alındığında, mülteciler Türk Vatandaşı olmasa da kentte yaşayan insanlar olarak yine belediyelerin ilgi ve sorumluluk alanına girdiği düşünülebilinir. Bu bölümde belediyelerin, kentlerde yaşayan kent mültecileri üzerinde sorumlulukları var mı? Varsa yasal dayanakları neler? Türkiye’deki belediyelerin kent mültecileri üzerinde yerel halkla ve kente uyum konusunda ne kadar etkili olduğu ve belediyelerin yaptığı çalışmaların değerlendirilmesi yapılacaktır.

3.1. Sosyal İçerme ve Yersel Uyum Kavramları ve Tanımları

Entegrasyon ve uyum kavramları; göç alan ve göç veren ülkelerde yaşayan gruplar, bireyler açısından, son dönemlerde daha çok önem kazanır hale gelmektedir. Özellikle göçün son dönemlerde hızlı artışı ve yeni gelen gruplarla, yerel halkın arasında yaşanan problemler bu kavramların anlamını aramaya ve analizini yapmaya itmiştir.

Uyum, entegrasyon kavramlarını incelemeden önce kültürleşme, asimilasyon, çok-kültürlülük, re-entegrasyon kavramlarına bakmak gerekmektedir. Daha sonra da bu kavramların açıklaması ve analizi yapıldıktan sonra yersel uyum kavramı açıklanmaya çalışılacaktır çünkü entegrasyon ve uyum kavramı değerlendirilirken bir bütün olarak alınması gerekmekte ve karşılaştırma yapılarak açıklanabilmektedir. Ayrıca entegrasyon kavramının, tanımı her kültüre hatta her bireye göre farklı anlamlarda kullanıldığı görülmektedir. Bunun en büyük sebebinin ise bu kelimenin

her kültüre ve dile göre anlamının değişiyor olmasından kaynaklı olarak Türkçe’de tam bir karşılığının olmamasıdır. Çalışmada bu açıdan analizler yapılırken farklı bakış açıları sunularak, genel bir tanımlama yapılmaya çalışılacaktır.

Kültürleşme kavram olarak, iki farklı kültürün karşılıklı olarak birbirlerinden etkilendikleri, bir toplumun diğerinden aldıklarıyla değişmesidir. “Kültürleşme, iki ya da daha çok sayıdaki kültür grubunun aşağı yukarı sürekli ilişki ve etkileşimi sonucunda, gruplardan birisinin ötekine ait kültürel öğeleri kabul etmesi, benimsemesi ve ortaya yeni bir kültür bileşiminin çıkması süreci” olarak tanımlanabilir (Güvenç, 2016).

Kültürleşme sürecinin yaşanabilmesi için en az iki ayrı kültürün varlığı gerekmektedir. Kültürleşme sürecinin gerçekleşmesinde devamlı etkileşimin olması gerekmektedir. Bu şekilde iki farklı kültürün birbirini etkilemesiyle başlayan süreç belli bir zaman sonra iki kültürün de değişmesiyle belli bir düzeye gelmektedir. Yani kültürleşme iki ayrı grubun etkileşimi ve kültür alışverişi sürecinin sonunda ortaya çıkan kültür değişmesidir. Bu süreçte zorla değişim ya etkileme söz konusu değildir (Güvenç, 2016, s. 135).

Kültürleşme sürecinde hem ana akım toplum, hem de göç eden azınlık toplumun arasında karşılaştıkları etkileşimin bir sonucu olarak değerlerde ve davranışlarda değişiklik meydana geldiği görülmektedir. Bu süreçte her ne kadar iki toplum da etkileniyor gibi gözükse de çoğunlukla etkilenen taraf göç eden azınlık tarafın olduğu görülmektedir. Ancak her ne kadar iki grup da bu süreçte birbirinden etkilenmiş olduğu kabul edilse de göç eden grup ve yerel grubun kendine özgü, sahip olduğu kültürel özellikleri devam etmektedir (Saygın & Hasta, 2018, s. 303).

Kültürleşme modelini açıklamak için birçok kuramsal modeller ortaya çıkmıştır. Bunlarda ilki, iki kültürün birbirini karşılıklı ve hemen hemen eşit ölçüde etkilediğini savunan çift boyutlu modelken bir diğeri de etkilemenin yönünün, köken kültürden göç etmiş olan küçük gruba doğru giden ve etkinin küçük grup üzerinde baskın olduğu tek boyutlu modeldir. İlk kültürleşme çalışmalarının yapıldığı zamanlarda daha çok büyük yerel grubun, göçle gelen azınlık grubu etkilediği ve bu yeni grubun zamanla kendi sahip olduğu kültürel yapısını terk etmeye başladığı ve

daha çok yerel gruba benzemeye başladığını savunan tek boyutlu modelin varlığından söz edilmiştir. Ancak 1980’lerden sonra, iki kültür arasında dengenin kurulmaya başlandığı ve iki grubun da birbirini karşılıklı olarak, eşit düzeyde etkilediği düşünülen modelin ortaya çıktığı savunulmuştur (Şeker, 2015, s. 14).

Berry’ye (1997, s. 46) göre kültürleşme kavramı, kültürlerarası ilişki ve etkileşimle gerçekleşen psikolojik ve kültürel değişim sürecidir. Bireylerin psikolojilerinde meydana gelen değişimler, daha sonra kültürde ve davranışlarda bir takım değişikliklere yol açmaktadır. Kültürel değişimler de bir grubun sosyal, ekonomik, siyasal hayatında değişikliklere sebep olmaktadır. Berry, kültürleşme davranışlarını açıkladığı ölçeğinde, dört tane kültürleşme davranışı saymaktadır. Bunlar; asimilasyon, entegrasyon, ayırma/dışlama, marjinalizasyondur (Berry, Phinney, Sam, & Vedder, 2006, s. 309).

İki kültür arasındaki karşılıklı olarak kültürel etkileşim olduğu kabul edilmektedir. Ancak azınlık toplum için kültürlerarası etkileşim ve kültürel devamlılığın süreci incelendiği zaman Berry’nin “kültürleşme tutumları” ortaya çıkmaktadır. Kültürleşme tutulmalarını belirlemek için gruba iki temel soru sorulmaktadır. Bunlardan ilki azınlık grubun kendilerine ait kültürlerini sürdürmeyi