• Sonuç bulunamadı

2.1. Emek-Sermaye İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi

2.1.1. Yunanistan

Konfederasyonu’nu (GSEE - Γενικη Συνομοσπονδια Εργατων Ελλαδασ) ortaya çıkarmıştır.

1920’li yıllarda sanayileşme düşük ücret politikaları ve yüksek artı-değer oranlarıyla sürdürülmüştür. Özellikle madencilik ve geleneksel olarak nüfusun önemli bir kısmını kapsayan ticaret ve gemicilik alanlarında gelişme görülmüş;

kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi, sendikal yapıların, iş yasalarının ve çalışma ilişkilerinin kurumsallaşması ihtiyacını da beraberinde getirmiştir (Katsanevas, 1985:

107). Bu dönemde (Venizelos’un da etkisiyle), iş sözleşmeleri, toplu sözleşme hakkı, çalışma süresi, sağlık ve güvenlik konularında hazırlanan yasalarla, sınıf mücadeleleri çoğunlukla “milliyetçi-liberal” bir çerçevede ele alınmıştır (Ioannou, 2007: 2).

1929 dünya ekonomik bunalımının Yunanistan’ı da etkisi altına almasıyla, bunalımı aşmak ve kapitalist birikimin sürekliliğini sağlamak için işçi sınıfının örgütlenme ve ücretler düzeyinde baskı altına alınması ve maliyetlerin düşürülmesi amaçlanmıştır. Ancak Yunanistan ekonomisi, küçük-ölçekli işletmeler, devlet yönetimi, ticaret ve perakende sektörlerinin ağırlıklı olduğu şehir nüfusunun fazlalığı nedeniyle, bünyesinde büyük bir işçi kitlesi barındırmaktadır (Close, 2002: 6).

Yunanistan Komünist Partisi (KKE - Κομμουνιστικό Κόμμα Ελλάδας) çatısı altında örgütlenmiş olan işçi sınıfının, krizin aşılması amacıyla uygulanması öngörülen tedbirlere karşı gösterdiği devrimci direniş eylemleri söz konusu hedefi imkânsız kılmış; ülkede yaşanan iç savaş ancak diktatörlük rejimi ile sonlandırılmıştır.

Dolayısıyla olağanüstü bir kapitalist devlet biçimi olarak diktatörlük, Yunanistan işçi sınıfı direnişinin sonlandırılması için etkin bir araç olarak kullanılmıştır (Poulantzas, 2004b: 413). Yunanistan iç savaşına ve diktatörlük

yıllarına daha yakından bakmak, iki savaş arası dönemde sınıf ilişkilerinin aldığı biçimleri ve sınıf mücadelelerini değerlendirmek açısından açıklayıcı olacaktır.

1915 yılında Birinci Dünya Savaşı’na katılma taraftarı olan Liberal Parti Başkanı Venizelos ile savaşın dışında kalma taraftarı olan Kral Constantine arasındaki ihtilaf artmış; 1916 yılında Venizelos yanlısı ordu mensuplarının Selanik’te gerçekleştirdiği askeri darbeyle Yunanistan’da “Ulusal Bölünme” dönemi başlamıştır. 1917 yılında Venizelos Başbakan olmuş; ancak 1920 yılında yenilenen seçimleri 124’e karşı 246 oyla monarşi yanlılarının kazanması sonucunda siyasi dengeler değişmiştir. Bu dönemde Yunanistan’da burjuva sınıfı tarafından desteklenen Venizelos yanlıları (cumhuriyet yanlıları) ve karşıtlarının (monarşi yanlıları) yanı sıra, 1918 yılında kurulan ve işçi sınıfının devrimci sosyalist mücadelesini örgütleyen KKE mevcuttur9.

Söz konusu ulusal bölünmede KKE, burjuva partilerine karşı işçi sınıfının partisi olarak hareket ederek toplumda ikinci (ve esas) bir bölünmeyi gündeme getirmiş (Close, 2002: 10); 1919–1922 Yunanistan-Türkiye Savaşı’na emperyalist içeriğinden dolayı karşı çıkmıştır. 1920 yılında Komintern’e bağlılığını açıklayan KKE, 1920’li yıllarda Yunanistan’da gerçekleşen grevlerde, savaş-karşıtı gösterilerde ve sendikaların/işçi birliklerinin kurulmasında önemli bir rol oynamıştır.

Toplumdaki bu ikili bölünme, 1928–1932 döneminde Venizelos iktidara gelene dek sürmüştür (Merry, 2004: 456). Venizelos’un başarısız askeri darbe girişimlerinin ardından (1933 ve 1935), hem cumhuriyetçilerle monarşi yanlıları arasındaki, hem de bu ikisinin temsil ettiği burjuva sınıfı ve partisi ile işçi sınıfı ve KKE arasındaki mücadeleler, 1935 yılında gerçekleştirilen askeri darbe ile

9 Yıllar içinde büyüyerek işçi ve çiftçileri harekete geçirme gücü kazanan KKE, 1936 yılında başlayan Metaxas dikta rejiminden önce Komintern’in kıstaslarına göre seçilmiş 15.000 üyeyi bünyesinde barındırmaktadır.

sonlandırılmıştır. 1936 yılında Avrupa’daki benzerlerine (İtalyan ve Alman tarzı faşizm) imrenen ve İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna dek sürecek olan diktatörlük dönemi başlamış; General Metaxas’ın Başbakan olması nedeniyle bu dönem Metaxas Rejimi olarak anılmıştır. Metaxas Rejimi’nin hedefinde esas olarak KKE’nin ve siyasal parti ve sendika çatısı altında örgütlenmiş işçi sınıfının bulunduğu, rejim süresince uygulanan politikalarda açıklıkla görülebilmektedir.

Sonuç olarak 1920’li yıllardan itibaren başlayan sanayileşmeyle birlikte sayısal güç kazanan işçi sınıfının örgütsel (sendikalar ve KKE) anlamda da güç kazanması ve kapitalist üretim açısından bir tehdit haline gelmesi, önce bir kuraldışı kapitalist devlet biçimi olarak Metaxas diktatörlük rejimini getirmiş; bu süreçte işçi sınıfının tamamen yok edilmesi ve siyasal partisinin ortadan kaldırılması hedeflenmiştir. Metaxas döneminde KKE’nin tüm örgütlerinin dağıtılması ve üyelerinin hapsedilmesi hedeflenmiş; işçi sınıfını tamamen karşısına alan rejim kitlelerin desteğini kaybetmiş; diktatörün 1941 yılında ölümünün ardından, Alman işgalinin de etkisiyle yıkılmıştır (Close, 2002: 10). Diktatörlük rejiminin yıkılmasının ardından burjuva yönetimin tüm aygıtları (parlamento, idari yönetimler, belediyeler, eğitim sistemi, vs.) yeniden kurulmuş; ancak diktatörlük rejimi baskılarının gevşetilmesiyle işçi sınıfı hareketinin devrimci savaşımı, KKE bünyesinde yeniden yürütülmeye başlanmış ve tüm burjuva devlet aygıtlarına savaş açılmıştır.

İşçi sınıfı direnişinin sonlandırılamamasının bir sonucu olarak yaşanan ve esas olarak Yunanistan burjuva sınıfı (ve burjuva devlet aygıtları) ile işçi sınıfı (ve sınıfın siyasal partisi KKE) arasında gerçekleşen iç savaş yaklaşık on yıl sürmüş;

ancak kapitalist batı bloku ile komünist doğu blokunun müdahale ve yardımları süreç üzerinde belirleyici etki yaratmıştır. İşgalcilerle işbirliği yapan hükümetin sarsılan

otoritesi, işgalin ilk haftalarında komünist kadrolar tarafından oluşturulan Ulusal Özgürlük Cephesi (EAM) tarafından kazanılmış; yürütülen gerilla savaşıyla tüm direniş hareketleri birleştirilmiş; hatta 1944 yılında geçici bir hükümet kurularak komünist hareket zirveye taşınmıştır (Close, 2002: 11).

Alman işgalinin sona ermesinin ardından yönetimin tamamen EAM’a geçmesi ihtimali, kapitalist sınıfın temsilcileri açısından bir devrim tehdidi olarak algılanmış; komünizme karşı önce Alman işgalcilerle işbirliği yapılmış; ardından İngilizler yardıma çağrılmıştır. Yaşanan sınıf savaşımları EAM için Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nden (SSCB) gelecek bir yardımı hayati kılarken, hem İngilizlerle SSCB’nin etki alanları üzerinde bir uzlaşıya varmış olmaları, hem de Stalin’in Yunanistan’ı erişiminin dışında bir ülke olarak kabul etmesi nedeniyle beklenen yardım alınamamıştır. Zaman içinde İngilizlerle EAM arasındaki ilişki, silahlı bir mücadeleye dönüşmüş; komünistler merkezden uzaklaştırılmış; EAM gerilla ordusunu dağıtmak durumunda kalmıştır.

Taraflar arasında 1945 yılında yapılan anlaşma, Yunanistan’ın SSCB’nin komünist alanına değil, Avrupa’nın batılı kapitalist alanına ait olduğunu ortaya koymuştur (Close, 2002: 14). Ancak Yunanistan’ın Avrupa’yla ideolojik-politik bütünleşmesi anlamına gelen bu anlaşma elbette sınıf savaşlarını sonlandıramamıştır.

Bir yandan KKE merkez örgütü yasal olarak işlemeye devam ederken, diğer yandan ülkenin kuzeyinde (Sovyet bloğundaki ülkelerin komünist partilerinden alınan destekle) gerilla savaşı sürdürülmüştür (Close, 2002: 29). EAM, anti-komünist solcular başta olmak üzere toplumun pek çok kesimini bünyesinde toplamayı başarmış; bu süreçte çoğunlukla halkın artan sosyal eşitsizliklere karşı gösterdiği tepkiden beslenmiş; 1946 yılına kadar sendikalar ve kitle eylemleri üzerindeki

etkisini devam ettirmiştir (Close, 2002: 14). Öte yandan İngilizler de komünistlere karşı bir tasfiye hareketi başlatmış; kurulan kontrgerilla örgütler vasıtasıyla EAM destekçileri de ortadan kaldırılmıştır10. Kontrgerilla örgütlerin yerini İngilizler tarafından eğitilen jandarmanın almasıyla, iç savaş çok daha vahşi bir boyuta taşınmıştır.

İngilizlerin Yunanistan’dan çekilmek istemelerinin de bir sonucu olarak 1946 yılında gerçekleşen seçimi sermaye sınıfı içindeki monarşi taraftarlarının partisi (Halk Partisi) kazanmış; bu dönemde polise geniş yetkiler tanınarak Metaxas diktatörlüğünün pek çok uygulaması yeniden hayata geçirilmiştir (Close, 2002: 26).

Mahkemeler ve polisin işbirliğiyle EAM’ın sendikalar üzerindeki etkisi yok edilmiş;

Metaxas döneminin merkeziyetçi devlet anlayışı geri getirilmiş; ayrımcı (komünist/anti-komünist) politikalar 1946’dan 1974’e kadar sürmüştür.

İç savaş boyunca işçi sınıfının zayıflatılmasına yönelik eylemler, diktatörlük rejiminin “sınıf çelişkilerinin etkisizleştirilmesi ve güçler dengesinin ve hegemonyanın yeniden düzenlenmesi” işlevini ortaya çıkarmıştır (Poulantzas, 2004b:

383). Ancak toplumsal hegemonyanın kurulmasında zora dayanan aygıtların yetersiz kalması sonucunda, kapsamlı ücret artışı ve sermayenin yüksek düzeyde vergilendirilmesi politikaları uygulanmıştır. Kamu Çalışanları Sendikaları Federasyonu da (ADEDY - Ανώτατης Διοίκησης Ενώσεων Δημοσίων Υπαλλήλων) bu dönemde kurulmuş; ancak gerçek anlamda faaliyet gösterememiştir.

İngilizlerin Yunanistan’daki iç savaşı anti-komünistler lehine sonlandırma ümitlerini kaybetmeye başladıkları anda Amerika, ticari saiklerle, komünizmin Yunanistan’da yenilgiye uğratılmasının hayati olduğuna hükmetmiş; hem SSCB’nin

10 1945 yılının sonu itibariyle 49.000 kişi hapsedilirken, 80.000 kişi de yargılanmaktadır.

Ege’ye inmesini engellemek, hem de önemli bir ticaret yolunu kapitalist blokun kontrolü altında tutmak amacıyla sürece müdahale etmiştir (Close, 2002: 32). 1947 yılında açıklanan Truman Doktrini, Yunanistan’ı (ve aynı zamanda Türkiye’yi) komünizmden ‘kurtarmak’ amacını gütmüş; böylelikle Yunan Komünistleri’nin yenilgisi neredeyse kaçınılmaz hale gelmiştir (Close, 2002: 33).

1947–1949 yılları arasında Yunanistan’a yüksek düzeyde mali yardımda bulunulmuş; 1948 yılının sonlarında ilan edilen sıkıyönetim ile polisin ve diğer kontrgerilla örgütlerin güçleri ordunun elinde toplanarak silahlı kuvvetlere geniş yetkiler tanınmıştır. Sovyet bloku ülkelerinden gelen yardımın çeşitli nedenlerle azalması da güçler dengesini önemli ölçüde değiştirmiş; son gerilla grubu Ocak 1950’de yenilgiye uğratılmıştır. İç savaş yılları pek çokları tarafından “sağın zaferi”

olarak tanımlanmıştır (Katsanevas, 1985: 108).

İç savaş sırasında komünizmin tasfiyesi için girişilen kontrgerilla savaşına ve kapitalist blokun tüm çabasına rağmen işçi sınıfının siyasal partisiyle olan ilişkisi sonlandırılamamış; sermaye sahiplerinin, sosyal eşitsizliklerden ve bürokratik yolsuzluklardan zarar görmekte olan işçiler, esnaf, büro işçileri ve çiftçilerin komünizmin etkisi altında kalmalarından duyduğu endişe sürmüştür (Close, 2002:

83). KKE’nin yasaklı olduğu 1974 yılına kadar işçi sınıfının savaşımı paravan partiler ve illegal örgütlenmeler vasıtasıyla sürdürülmüş; işçi sınıfının baskılandığı yılları takiben sınıf hareketlerinin yeniden güç kazanması ise, solun yok edilemediği Yunanistan’da askeri diktatörlük rejimini getirmiştir11.

11 KKE’nin yasaklı olduğu dönemde paravan partiler ve illegal örgütler üzerinden örgütlenme sağlanmasına rağmen, dönemin Yunanistan işçi sınıfı için önemli bir kayıp anlamına geldiği vurgulanmalıdır. Sınıfın siyasal parti örgütlenmesinden yoksun bırakıldığı bu dönemde KKE ‘İç’ ve

‘Dış’ partilere bölünmüş; bu bölünme “halk mücadelelerinin etkisini sınırla[mış] ve demokrasiye geçiş süreci üzerindeki burjuva hegemonyasının sağlamlaşmasına büyük katkı[da bulunmuştur]”

(Poulantzas, 1981: 127). Dolayısıyla Yunanistan Komünist Partisi’nin 1950’li yıllardan itibaren

1957 yılına kadar Amerikan yardımlarının etkisi altında bulunan ekonomide Amerikan yatırımlarına ve ihracatına karşı engellerin ortadan kaldırılması ve diğer kapitalist ülkelerle ticaretin geliştirilmesi, Yunanistan’ın batının kapitalist bloğuna kazandırılmasının önemini ortaya koymaktadır. Bu dönemde emek maliyetlerini düşürmeye ve Yunanistan’ı etkin olarak işleyen bir kapitalist ekonomiye dönüştürmeye yönelik adımlar atılmış; bu amaçla devletin işçi sınıfı örgütlerine yönelik kontrolcü yaklaşımı sürdürülmüş (Ioannou, 2007: 4); emek üretkenliğinin artması sonucunda özellikle yabancı yatırım yoluyla oldukça yoğun bir sanayileşme yaşanmıştır (Poulantzas, 1981: 13). Yabancı sermaye yatırımı, hem halk kitlelerini doğrudan sömürmenin, hem de ülkeyi, diğer ülkelerin sömürülmesinde bir basamak olarak kullanmanın bir aracı niteliğindedir (Poulantzas, 1981: 18).

Sanayileşme süreci yabancı sermayenin girişiyle birlikte 1960’ların başlarında rayına oturmuş; yabancı yatırım hacmi 1960–1964 döneminde beş kat artmıştır (Poulantzas, 1981: 12). Yerli sermayenin, yabancı sermayeye göre geri planda kaldığı Yunanistan ekonomisinde üretim çoğunlukla küçük işletmelerde ve emek-yoğun sektörlerde gerçekleşmiştir (Pagoulatos, 2003: 69)12. Ancak ilerleyen yıllarda, özellikle Yunan askeri rejiminin sürdürdüğü iktisat politikası, sermayenin yoğunlaşarak merkezileşmesine dayalı bir sanayi gelişimini beraberinde getirecektir (Poulantzas, 1981: 14).

yasaklı oluşu ve bölünmesi sürecinde işçi sınıfının örgütlenme kapasitesi üzerinde meydana gelen tahribat, 1967–1974 askeri diktatörlük rejiminin sona ermesinin ardından yaşanan Keynesçi iktisat politikası dönemi ve bu dönemde işçi sınıfının hak ve özgürlükleri üzerinde etkili olmuştur.

12 1959 yılı itibariyle işletmelerin üçte biri sabit sermaye (makine-teçhizat) imkânlarından yoksundur;

1969 yılı itibariyle on ve ondan az işçi çalıştıran işletmeler toplam üretimin yarısından fazlasını içermektedir (Close, 2002: 53–54). Bu bağlamda sermayenin organik bileşimi düşük ve dolayısıyla artı-değer oranları oldukça yüksektir. Bu parçalanmış üretim yapısı aynı zamanda işçilerin örgütlenme kapasitesinde olumsuz bir etki yapmakta; böylelikle sömürünün yoğunlaştırılmasını kolaylaştırmaktadır.

Bu dönemde kalkınmacı ideoloji çerçevesinde iç pazara dönük sermaye birikimi politikaları, Amerikan hegemonyası uyarınca makroekonomik disiplini ve açık ticareti ön plana çıkaran uygulamalar ve drahmiyi enflasyondan koruyacak para politikaları gündeme gelmiş; hammadde ihracatına dayanan açık ekonomi modeli ile iktisadi özerkliğe dayanan korumacı model aynı anda uygulanmıştır (Pagoulatos, 2003: 21–22). Özellikle gemicilikle uğraşan sermaye sahiplerine geniş tavizler verilmiş; vergiler düşürülmüştür. Ticari liberalizasyon hammadde, yatırım malları ve modern üretim teknolojilerinin daha ucuza ithalini mümkün kılmıştır. Yunanistan iktisat politikası sanayileşmeyi artırma konusunda daha da genişlemeci ve müdahaleci bir hal almış; rejimin otoriter yapısı, sınıfsal tepkileri sınırlandırarak, ekonomik programın uygulanmasını kolaylaştırmıştır (Pagoulatos, 2003: 31–43).

Sendikalar üzerindeki polis kontrolünün sürdürülmesi vasıtasıyla ücretler baskılanmış; böylelikle zenginlik küçük bir sermaye grubunun elinde toplanmıştır (Close, 2002: 46). Devlet ücretleri ve tarım ürünlerinin fiyatlarını düşürerek ve gerileyen (regressive) bir vergi politikası uygulayarak kaynaklarını düzenli olarak sermaye sınıfına yönlendirmiş (Close, 2002: 47); dolaylı vergilendirme artırılırken dolaysız (doğrudan) vergilendirmenin azaltılması, sermaye sahiplerinin tasarruf gücünü artırmıştır (Pagoulatos, 2003: 42). Yunanistan ekonomisi kapitalist sömürünün şiddet ve yoğunluk kazanmasıyla birlikte büyüme dönemine girmiştir13. Sanayileşmeyle birlikte iç savaş sürecinde tasfiye edilememiş olan sol hareketler yeniden güç toplamaya başlamış; ancak iç savaşın yol açtığı şiddet ve ümitsizliğin

13 1950–1973 yılları arasında GSYİH ortalama % 6,5 büyümektedir ve bu oran Doğu Avrupa’nın kapitalist ekonomilerinin, hatta belki de tüm batı dünyasının en yüksek oranıdır (Close, 2002: 48).

1951 yılında 9,28 milyon drahmi seviyesinde olan imalat sanayi 1971 yılında 54,59 milyon drahmi seviyesine ulaşırken, 1951 yılında 80,51 milyon drahmi olan ekonominin toplam üretimi 1971 yılında 278,55 milyon drahmiye ulaşmıştır (1970 fiyatları, Close, 2002: 51).

gölgesi 1950’ler ve 1960’lar boyunda siyasetin üzerinde dolaşmıştır (Clogg, 2004:

143).

İç savaş sonrası yıllar, sosyal güvenlik uygulamalarının son derece sınırlı olduğu bir dönemi ifade etmektedir. Devletin sağlık hizmeti uygulaması birkaç kurum içinde dağıtılmış olduğundan kaotik bir yapı göstermiştir (Close, 2002: 73).

1937 yılında kurulan ve yalnızca tarım-dışı özel sektör işçilerini kapsayan Sosyal Güvenlik Kurumu’na (IKA – Ίδρυμα Κοινωνικών Ασφαλίσεων) 1960 yılına kadar devlet tarafından herhangi bir finansal yardımda bulunulmamış; 1961 yılında kurulan Çiftçi Sigortası Kurumu (OGA – Οργανισμός Γεωργικών Ασφαλίσεων) ile çiftçiler sağlık ve emeklilik hakkına kavuşturulmuş; diğer sigorta tasarılarıyla da şehirlerde çalışan işçiler sosyal güvenlik kapsamına alınmıştır. Bu dönemde genişletilen sosyal güvenlik uygulamaları, solun yükselişine karşı bir önlem ve işçi sınıfına verilen bir ödün niteliği taşımaktadır.

İşçi sınıfı örgütlerinin sindirildiği ve emek hareketlerinin kısıtlandığı iç savaş sonrası dönemin başlıca özellikleri “katı iş yasaları, toplu eyleme karşı düşmanlık, sendikaların iç işlerine müdahaledir” (Tsarouhas, 2006: 9; Koukias, 2003: 125). Yunanistan’da çalışma ilişkilerinin düzenlendiği 3239/1955 sayılı iş yasası, devletin işçi sınıfı örgütlerine karşı baskıcı tavrını ortaya koyar niteliktedir:

“Toplu pazarlık, anlaşmazlıkların zorunlu hakemlik uygulamaları, gelir politikalarının dayatılması ve grev eyleminin yasaklanması yollarıyla çözümleneceği bir mekanizma olarak kabul edilir.

Zorunlu Tahkim Mahkemesi, her bir taraftan birer temsilci üyeden ve mahkemeye başkanlık edecek bir yargı üyesinden oluşur...

Devlet, toplu pazarlık sürecinde yahut tahkim sürecinin sonucuna bağlı olarak, toplu sözleşmenin koşullarına müdahale edebilir...

Anlaşmazlık bir kez tahkime sevk edildiğinde, eylemler 45 günlüğüne yasaklanır” (Karassavidou ve Markovits, 1996: 370–

371).

Söz konusu iş yasası, devletin kapitalist üretim süreci içerisinde, üretimin kârlılığını ve sürekliliğini garanti altına alma ve düzenleme hedefinin bir yansımasıdır. Devlet yalnızca yasa koyucu değildir; aynı zamanda Zorunlu Tahkim Mahkemesi’nin işleyişinde aldığı etkin görevle emek-sermaye çatışmasına doğrudan müdahale etmektedir14. Öyle ki, GSEE ile SEV arasında imzalanan toplu sözleşmeler, devletin onayına tabi kılınmaktadır (Lavdas, 2005: 308)15. Ücret konusunun toplu pazarlık sürecini takip eden zorunlu tahkim yoluyla çözülmesinin yanı sıra, ücret-dışı konular toplu pazarlığın kapsamı dışında bırakılmış; tatiller, çalışma saatleri ve hatta fazla mesai ücretleri gibi konuların kararnameyle belirlenmesi hükme bağlanmıştır (Close, 2002: 94).

1950’ler ve 1960’lar boyunca uygulanan liberal, genişlemeci ve sınıf örgütlerine yönelik müdahaleci politikalar, toplumsal hoşnutsuzluğun solu yeniden canlandıracağı korkusuyla zaman zaman askıya alınmış ve konjonktürü yumuşatıcı uygulamalar geliştirilmiştir (Pagoulatos, 2003: 31)16. Sosyal konutlar yapılması, çiftçilerin sigorta kapsamına alınması, istihdamın kamu yatırımları yoluyla genişletilmesi vb. uygulamalar bütçe harcamaları kapsamına alınmıştır. 1960’lı yılların ilk yarısında solun yükselişi ve (hatta) 1963–1965 döneminde muhafazakârlık karşıtı liberal Merkez Birliği Partisi’nin iktidara gelişi ekonomi

14 Devletin toplu pazarlık sürecine müdahalesini konu alan yasa maddesi 1974 yılında değiştirilmiş;

ancak ‘zorunlu’ hakemlik 1990’lı yıllara kadar varlığını sürmüştür 1961–1974 yılları arasında yapılan toplu sözleşmelerin % 50’si işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasındaki pazarlık süreci sonucunda gerçekleşirken, % 50’sinde tahkim yoluyla uzlaşı sağlanmıştır (Ioannou, 1999: 27). Diğer bir deyişle, 1960’lı ve 1970’li yıllarda emek-sermaye ilişkilerinde devlet etkin olarak rol almıştır. Tahkimin zorunlu hale getirilmesi ve tahkime başvurulmasının ardından eylemlerin yasaklanması, işçi sınıfı örgütlerinin pazarlık gücünü iyiden iyiye zayıflatmış; böylece emeğin daha yoğun sömürüsü mümkün olmuştur.

15 Zorunlu tahkim sürecinde devlet yasal ve siyasal anlamda GSEE’ye “müdahale” ederken, SEV geniş bir kurumsal özerlikten yararlanmıştır (Lavdas, 1997: 66–86, 116–126, aktaran Lavdas, 2005:

303).

16 1958 yılında yapılan seçimlerde KKE’nin paravan partisi olan Birleşik Demokratik Sol % 25 oy alarak parlamentoda ikinci büyük parti haline gelmiştir.

politikasında bir değişikliği zorunlu kılmış; bu dönemde görece daha geniş kapsamlı gelir politikaları uygulanmıştır (Pagoulatos, 2003: 35). Ancak tarım sektöründe çalışanların önemli bir kısmının imalat sektörüne transfer edilmesi (köyden kente göç) ve düşük üretkenlik düzeyinden yüksek üretkenlik düzeyine ulaşılması, ücretlerdeki artışı dengelemiş; kentsel nüfusun ve dolayısıyla işsizliğin artması, işçi sınıfı örgütlerinin güçlenmesine engel teşkil etmiş; dolayısıyla sömürü oranlarındaki artış sürmüştür (Ioannou, 1999: 7).

İç savaş sonrası dönemde ücret, Keynesçi iktisat politikası kapsamında olduğu gibi hem maliyet hem talep kaynağı olarak değil, yalnızca bir üretim maliyeti ve endüstrileşmenin bir aracı olarak görülmüştür (Pagoulatos, 2003: 35). Ayrıca yerli sermayenin güçlendirilmesinin yanı sıra (hatta bundan öte) yabancı sermayenin ülkeye çekilmesi ve kârlı yatırım olanakları sunulması hedefinin bir parçası olarak, emek maliyetlerinin minimum düzeyde tutulması hedeflenmiştir. Bölüşüm göstergeleri de bunu doğrular niteliktedir. Buna göre nüfusun en düşük gelir düzeyine sahip olan % 40’lık kesimi milli gelirin % 9,5’ine, en yüksek gelir düzeyine sahip olan % 17’lik kesimi ise milli gelirin % 58’ine sahiptir (Mouzelis, 1978: 122–

123, aktaran Close, 2002: 78).

İşçi sınıfının 1950’li yıllar boyunca uygulanan emek-karşıtı politikalara tepkisi 1960’lı yılların ilk yarısında kendini göstermeye başlamış; 1966 yılı itibariyle grev sayısı 1959 yılının sekiz katına, grevde geçen saat de yine aynı yılın on iki katına ulaşmıştır (Vernadakis ve Mavris, 1991: 146–158, aktaran Close, 2002: 105).

Bunun öncelikli nedeni, sanayileşmedeki artış ve kapitalist üretimdeki genişlemeyle birlikte işçi sınıfının nicel olarak büyümesi ve dolayısıyla pazarlık gücünün artmasıdır. İşçiler bir yandan grev eylemi önündeki yasal engellere karşı isyan

ederken, bir yandan da daha kapsamlı sendikal haklar ve daha özgür bir siyasal hayat için mücadele etmiştir (Close, 2002: 105–106).

İşçi sınıfının bu talepleri, kendini merkez partisi olarak tanımlayan ve sağcı muhafazakâr partilere karşı ortaya çıkan liberal Merkez Birliği Partisi’nin 1963 yılında iktidara gelmesiyle bir ölçüde karşılanmıştır. Bu dönemde işçilerin ücretleri artırılmış, çiftçilerin emekli aylıkları ve tarım ürünlerinin fiyatları yükseltilmiş, GSEE seçim sistemi daha adaletli hale getirilmiş, üniversite ve ortaokul harçları kaldırılmıştır; en önemlisi polis önlemleri gevşetilmiş ve siyasi tutuklular serbest bırakılmıştır (Close, 2002: 107).

Ancak Temmuz 1965 tarihinde Başbakan George Papandreou’nun17 görevden alınması, direniş eylemlerini yeniden alevlendirmiştir. Haftalarca süren ve Temmuz Olayları olarak bilinen eylemler kapsamında yüzlerce gösteri düzenlenmiş;

işçiler ve çiftçiler siyasi içerikli birçok kitle grevi ve genel grev gerçekleştirerek ekonomik taleplerini gündeme getirmiştir. Polisle yaşanan çatışmalar sırasında yaşanan ölüm olayları, polisin yetkilerinin geri verildiğinin ve sınıfsal direnişe karşı diktatörlük rejiminin baskıcı unsurlarının yeniden gündeme geldiğinin bir kanıtı niteliğindedir. 21 Nisan 1967 tarihinde gerçekleşen yeni bir askeri darbe ve Temmuz 1974 tarihine kadar süren diktatörlük rejiminin emek politikaları, darbenin gerçekleşme nedenini ortaya koyar niteliktedir.

Askeri diktatörlük ilk iş olarak, yani işçilerin ücret ve ücret-dışı haklarının sınırlandırılmasından önce, örgütlenme kapasitelerinin zayıflatılmasını hedeflemiş;

17 1944–1945, 1963 ve 1964–1965 dönemlerinde üç kez Başbakanlık yapan George Papandreou (1888–1968), 1981–1989 ve 1993–1996 dönemlerinde iki kez Başbakanlık yapan Andreas Papandreou’nun (1919–1996) babası ve 2009’dan bu yana Başbakan olan George Papandreou’nun (1952-) dedesidir.

bu amaçla sendikalara karşı savaş açılmış18, toplu sözleşme usulleri değiştirilmiş, grev yasaklanmıştır (Yannopoulos, 1972: 112). Ancak uluslararası alanda gösterilen tepki ve direnişler bu uygulamalarda geri adımı zorunlu kılmış; sendikal yapının değişimi için yeni politika önerileri hazırlanmıştır. Buna göre sendikalardaki seçilmiş yöneticiler tasfiye edilerek yerlerine askeri rejime bağlı kişiler yerleştirilmiş;

yerlerinden edilmeyenler ise ya rejime tamamen bağlı olduklarından ya da grev vb.

direnişe girişecek güçte olmadıklarından bırakılmışlardır (Close, 2002: 115).

Uluslararası baskılar sonucunda grev hakkı 1971 yılında geri verilmiş; ancak “siyasi ya da işçilerin maddi ve manevi çıkarlarına yabancı amaçlarla yapılan grevler yasaktır” ibaresiyle sınırlandırılmıştır (Katsanevas, 1985: 111).

Sendikaların ortadan kaldırılmasının yahut içinin boşaltılmasının, böylelikle işçi sınıfının başat örgütlenme araçlarından birinden yoksun bırakılmasının ardından, askeri rejim, işçilerin ücret ve ücret-dışı haklarının sınırlandırılmasına ve/veya ortadan kaldırılmasına girişmiştir. Dikta rejiminin ilk aylarında, ‘ücret yapısının aklileştirilmesi’ gerekçesiyle devlet kurumlarında çalışan işçilerin ek gelir kaynaklarında kesintiler yapılmış; kamu sektörü işçileri fazla mesaiye zorlanmıştır (Yannopoulos, 1972: 110). Bu bağlamda 1964–1967 döneminde % 33,5 ve 1967–

1970 döneminde % 23,7 olarak gözlenen ücret artışları gerçeği yansıtmamaktadır;

zira bunlar tarım-dışı alanlardaki üretkenlik artışına kıyasla oldukça düşük bir düzeyde kalmaktadır (Yannopoulos, 1972: 110)19. Dolayısıyla, ücretlerin arttığı ancak üretkenliğin daha fazla arttığı bir üretim sisteminde, sömürü oranının ve

18 Var olan sendikal yapı tamamen ortadan kaldırılmış; etkin sendikacılar toplama kamplarına gönderilmiş; 158 sendika feshedilerek tüm varlıkları kamulaştırılmış; tutuklanmayan sendikacılar da işten atılmıştır.

19 186/1969 sayılı kararnameyle ücret artışlarının % 8 oranını geçemeyeceği hükme bağlanmıştır.

kârların artış gösterdiği ortadadır20. Bu dönemde işçinin para olarak geliri, bir mülkün (ya da sermaye sahibinin) gelirinden çok daha düşük hızda artmaktadır (Yannopoulos, 1972: 111).

Askeri dikta rejiminin söz konusu politikaları 1968 Anayasası ile kurumsal bir yapıya kavuşturulmuştur. Bu kapsamda örgütlenme hakkı, sendikaların işleyiş koşulları, toplu pazarlık ve derneklere ilişkin yasalar yeniden düzenlenmiş; bir yandan sendikaların sermaye sahipleri karşısındaki gücü tamamen zayıflatılırken, bir yandan da işçilerin çıkarlarını koruma kapasiteleri ciddi biçimde düşürülmüştür (Yannopoulos, 1972: 114). Ancak işçilerin işten çıkarılması ve bu işçilere tazminat ödenmesi konusundaki kısıtlamaların kaldırılması, çalışma saatlerinin uzatılması ve sosyal güvenliğin kapsamının daraltılması yönündeki girişimler, yoğun protesto eylemleri ve direnişler sonucunda gerçekleştirilememiş; askıya alınmıştır (Yannopoulos, 1972: 117–120).

Ülkenin iç koşullarının değişmesi, yani işçi sınıfı üzerindeki baskıların artırılması, yabancı sermayeye yarar sağlama politikasının ilk aşamasıdır. Zira Yunanistan’da askeri rejimden önce yabancı sermaye girişini teşvik eden politikalar uygulanmakta olmasına karşın, “cuntanın yabancı sermayeye ilişkin aldığı önlemlerin öncekilerden nitelikçe farklı olduğu ve tanınan kolaylıklar sonucu ülkedeki yabancı sermaye yağmasının iyice gemi azıya aldığı” vurgulanmalıdır (Poulantzas, 1981: 18). Bu bir bakıma, “gerek kendi iç pazarının korunmasını garantiye alma[ya] gerekse yabancı sermayeye karşı rekabetini kolaylaştıracak bir devlet müdahalesine” ihtiyaç duyan yerli burjuvazi ile “çıkarları tamamen yabancı sermayeye uydulanmış ve yabancı sermayenin söz konusu ülkelerde yerleşerek

20 1967–1969 arasında kârlar yılda % 13 oranında yükselmiştir (Poulantzas, 1981: 58).

yeniden üretilmesine doğrudan aracı” olan komprador burjuvazi arasındaki çelişkinin, komprador burjuvazi yararına çözümlendiğinin göstergesidir (Poulantzas, 1981: 33). Bu bağlamda Yunanistan’da askeri diktatörlük biçimini alan kuraldışı (olağanüstü) devlet, “güç bloku içerisindeki müzmin hegemonya krizine ve bu blokun halk kitleleri ile olan ilişkilerinde baş gösteren aksaklıklara şifa olmak için”

ortaya çıkmış; güçler dengesinde önemli bir yer değişikliği gerçekleştirmiştir (Poulantzas, 1981: 72).

Askeri rejimin komprador burjuvaziye ve dolayısıyla da yabancı sermayeye verdiği destek sonucunda, 1967–1974 yılları arasında hızlı bir sanayileşme yaşanmış;

işsizlik oranı % 2’lere kadar gerilemiştir (Ioannou, 1999: 7). Resmi rakamlara göre askeri rejim sırasında Yunanistan’a giren yabancı sermaye % 62 artış göstermiştir (Poulantzas, 1981: 12).

Ancak askeri dikta rejiminin ezici bir biçimde komprador burjuvazinin çıkarlarını gözetmesi yerli burjuvaziyi ciddi biçimde zora sokmuş; ayrıca işçi sınıfına karşı uygulanan politikalar da yerli burjuvazinin, sınıfın taleplerine karşı daha açık ve uzlaşmacı tavrıyla uyuşmamıştır (Poulantzas, 1981: 36–43). Komprador burjuvazi ile yerli burjuvazi arasındaki bu çıkar çatışmasının bir sonucu olarak, kapitalizmin tamamen yabancı sermayenin koruyucu hâkimiyetinde geliştiği Yunanistan’da yerli burjuvazi kendi toplum yapısında hegemonya niteliğinde bir burjuva-ideolojik gelenek yaratamadığı halde, askeri rejimin yıkılmasında etkili olmuştur (Poulantzas, 1981: 36). Zira ordu genellikle burjuvazinin “‘kendiliğinden’ (de facto) siyasi partisi” işlevi gördüğünden, burjuvazi içindeki çelişkiler ordu içinde de baş göstermiştir (Poulantzas, 1981: 25).

Askeri dikta rejimi aynı zamanda yerli burjuvazi ile işçi sınıfının çıkar birliğini ortaya çıkarmıştır. Başlıca birleşme noktası milliyetçilik (Amerikan düşmanlığı) olan bu çıkar birliği, yerli burjuvazinin yabancı sermayeye karşı korunma ihtiyacı ve işçi ücretlerinin yükseltilmesi vasıtasıyla bir iç pazar yaratılması hedefi çerçevesinde, bir ölçüde, ekonomik çıkar birliği haline gelmiştir (Poulantzas, 1981: 56). Ayrıca askeri diktatörlük rejimi boyunca izlenen iktisat politikasının bir sonucu olarak yaşanan hızlı sanayileşme, işçi sınıfının sayısal üstünlük kazanmasını sağlamış; sendikal örgütlenme küçük işyerlerinde de ortaya çıkmaya başlamıştır (Ioannou, 1999: 9–10).

İşte 1970’li yılların başında, sermayenin aşırı birikimi ve emeğin itaatsizliği sonucu artı-değer oranında yaşanan düşüşün bir yansıması olarak yaşanan ekonomik dünya bunalımı, bu koşullar altında gerçekleşmiştir. Yabancı sermaye ekonomik bunalım nedeniyle kendi yeniden üretiminin maliyetini Yunanistan’a ihraç etmiş;

hâkim yabancı sermayeye çok sıkı bağlanmış olan diktatörlük rejimi bu krize karşı koyabilmek için gereken asgari önlemleri alma gücünden yoksun olduğundan bunalım işçi sınıfını ve kent yığınlarını bütün gücüyle sarsmıştır (Poulantzas, 1981:

58). Böylece kriz henüz gelişmiş kapitalist ülkelerde kendini göstermeden, yabancı sermaye yatırımlarının çok olduğu Yunanistan gibi ülkelerde görülmüş; satın alma gücü düşerken işsizlik de artış göstermiştir. Bunun sonucunda kitle mücadeleleri başlamış; diktatörlük rejiminin biçimi gereği ekonomik mücadele siyasi bir nitelik de kazanmıştır (Poulantzas, 1981: 59). 1970’lerin ilk yılları, sayısal olarak güçlenen işçi sınıfının ekonomik bunalım nedeniyle daha güç çalışma koşullarına ve yüksek sömürü oranlarına zorlanmasının bir sonucu olarak artan sınıf direnişine tanık olmuştur.

Bu bağlamda askeri dikta rejiminin yıkılması sürecinde, Kasım 1973’te gerçekleşen Politeknik Ayaklanması’nın önemi vurgulanmalıdır. Politeknik Üniversitesi’nin işgal edilmesi şeklinde gerçekleşen ve üç yüz bin kişinin katıldığı bu harekette öğrencilerin yanı sıra işçiler, köylüler ve aydınlar yer almıştır. Hem ekonomik bunalımın ezilen sınıflar üzerindeki etkisini, hem de bu sınıfların askeri rejime direnişini simgeleyen ayaklanma bastırılmış; ancak diktatörlüğün ölüm fermanının imzalanması engellenememiştir. Bu bağlamda Yunanistan’da askeri diktatörlüğün yıkılması, ortak düşmana karşı sınıflararası bir uzlaşı ile gerçekleşmiştir. Halk kitleleri yalnızca “diktatörlü[ğün] yıkılmasına doğrudan katkıda bulunan belirleyici bir rol oynamakla” kalmamış, bir yandan da bunun gerçek bir demokrasiye geçiş süreci olması için “acı mücadeleler yoluyla”

müdahalesini sürdürmüştür (Poulantzas, 1981: 61).

Askeri diktatörlüğün halk hareketini zora dayanarak kontrol edemediği noktada, rejimin sonunun geldiği ortaya çıkmıştır. Ancak askeri rejim kendini feshetmemiş, kuzey ordusu subaylarının, hava ve deniz kuvvetlerinin de desteğiyle Atina’daki cuntaya muhtıra vermesiyle cunta düşmüş; muhtıranın esas amacının

“demokratik herhangi bir aşama olmayan bir değişiklikle, sivil idareye bazı tavizler verilmekle birlikte sivil özgürlüklerin hâlâ az çok kontrol edildiği ve esas denetim mekanizmalarının silahlı kuvvetlerin elinde bırakılacağı bir rejim tarzı” olduğu, özellikle 1975 yılında gerçekleşen başarısız darbe girişimiyle ortaya çıkmıştır (Poulantzas, 1981: 75). Bu girişimin ardından gerek polis ve yarı-askeri organlar, gerekse de yargı, eğitim ve üniversite kurumları, askeri rejimle ilişkisi saptanan kişilerden arındırılmıştır. Böylece askeri rejim, sermaye sınıfı içinde yaşanan çıkar

çatışmalarında, işçi sınıfının yerli burjuvazinin yanında yer alması sayesinde, ancak yerli burjuvazinin hegemonyasıyla son bulmuştur.

Söz konusu demokratikleşme aşaması yerli burjuvazinin hegemonyası altında gerçekleşmiş; bu süreçte “komprador burjuvazi ve yabancı sermaye ile yeniden pazarlık edilmiş ama sürekli açık bırakılmış bir uzlaşma alanı” çerçevesinde,

“işçilerin ve halk hareketinin elini kolunu bağlama girişimleri ve uzlaşma kapısını açık tutmakla beraber bu sınıfların kazançlarını denetleme girişimleri” söz konusu olmuştur (Poulantzas, 1981: 124–125). Halk hareketlerinin ve solun diktatörlük sonrası rejimde söz sahibi olamaması ve demokratikleşme sürecini yönetememesi, elbette demokrasiye geçiş sonrası sınıf ilişkileri üzerinde belirleyici olmuştur. Bunun öncelikli nedeni, halk hareketiyle halkın kendi örgütleri arasındaki temsil krizidir (Poulantzas, 1981: 125)21. Bu nedenle yerli burjuvazi ile işçi sınıfının birlikte giriştiği kitle eylemleriyle ortadan kaldırdığı askeri diktatörlük rejimi, burjuvazinin sahip olduğu hegemonya ve temsil gücü sayesinde, yerini burjuva demokratik bir sisteme bırakmış; işçi sınıfı önemli bir fırsatı kaçırmıştır.