• Sonuç bulunamadı

Parasalcı Rekabetçi İktisat Politikası, Devlet ve Özgül Emek Rejimi 1960’lı yılların sonunda yatırımcılar ve “ulusaşırı Amerikan firmaları net

1.2. Keynesçiliğin Krizi ve Parasalcılığın Yükselişi

1.2.2. Parasalcı Rekabetçi İktisat Politikası, Devlet ve Özgül Emek Rejimi 1960’lı yılların sonunda yatırımcılar ve “ulusaşırı Amerikan firmaları net

1.2.2. Parasalcı Rekabetçi İktisat Politikası, Devlet ve Özgül Emek Rejimi

Bu bağlamda Keynesçiliğin krize girdiği ve sermaye açısından sürdürülemez hale geldiği 1970’li yıllarda aşırı sermaye birikimi ve emeğin sömürüsünün maliyetindeki artış iki sonuç doğurmuştur. Sermaye, “birikimin artan güçlükleriyle baş edebilmek ve düşmekte olan kârları telafi etmek amacıyla daha fazla borçlan[mak]” bir yana, “elde edilen kârlar[ı da] para piyasalarına yönlendirmiştir” (Bonefeld, Brown ve Burnham, 1995: 39). Bu bağlamda

“sermayenin karşı stratejisinin özünü, yarattığı tahribin bedelinin toplumsallaştırılması ve dünya ölçeğinde emekçi halklara ödettirilmesi”

oluşturmuştur (Bahçe ve Köse, 2010: 17, vurgu orijinal).

Bir iktisat politikası olarak parasalcılığın ortaya çıkışını destekleyen borçlanma (kredi genişlemesi), öncelikle “borçlunun gelecekteki geliri” ve dolayısıyla “gelecekteki kârı” anlamına gelmektedir (Bonefeld, Brown ve Burnham, 1995: 39–40). Bu bağlamda borcun yükünü azaltmak için ücretlerin düşürülmesi ve işin yoğunlaştırılması gerekmektedir; diğer bir deyişle, emeğin artan sömürüsü, borcun ödenmesinin garanti altına alınabilmesi için olmazsa olmaz koşul haline gelmektedir (Bonefeld, Brown ve Burnham, 1995: 40).

Kredi genişlemesi bir yandan emeğin gelecekteki sömürüsünü garanti altına almayı amaçlayan bir araç olarak kullanılmış; bir yandan da mali reformlar, bankaların kurtarılması, kredi temelli özel tüketimin özendirilmesi gibi politikalarla borç toplumsallaştırılmış ve işçilerin direnişi kontrol altına alınmıştır (Bonefeld, 2007b: 73). Bireysel olarak borçlanmış olan işçiler (ev kredisi, tüketim kredisi, vb.) işlerini kaybetme korkusunu daha derinden yaşadıklarından, ücretler ve çalışma koşulları konularında direniş göstermekten çekinir hale gelmişlerdir. Ancak kredi genişlemesi “bireysel kapitalistin ‘sermaye kıtlığı’ ve talep eksikliğine çare gibi

görünse de son aşamada aşırı üretimin ve buna bağlı kriz eğilimlerinin yaygınlaşmasına yol açarak, kapitalist sistemin temel çelişkilerini yeniden üretmekte ve derinleştirmektedir” (Bahçe ve Köse, 2010: 15).

Carchedi sermayenin karşı stratejisi olarak kredi genişlemesini, küresel ve toplumsal düzeylerdeki anlamıyla ifade etmiş; böylelikle borçlanmanın gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler üzerinde yarattığı etkileri karşılaştırmalı olarak serimlemiştir:

“… kredi genişlemesi ve neredeyse batmış mali kurumların kurtarılması için sağlanan destek, sadece emperyalist merkezlerde olanaklı olan … değerin kitlesel ölçekte yeniden dağıtımının yalnızca bir başka örneğidir. Bu ülkelerde işçilerin değerin yeniden paylaşımı nedeniyle uğrayacakları satın alma gücü kaybını, bağımlı ülkelerden el konulan değerin kısmi yeniden dağıtımı ile azaltmak olanaklıdır. Ancak bu seçenek, yalnızca emperyalist çekirdeğe açıktır” (2009: 129–130, aktaran Bahçe ve Köse, 2010:

17).

Emek gücünün kullanım maliyetinin artması ve kâr oranlarının düşmesi nedeniyle üretim sektörüne yapılacak yatırımlar riskli görülmeye başlanmış; sermaye finans piyasalarında değerlendirildiğinden finans sektörü üretim sektörü karşısında aşırı gelişim göstermiştir. Böylece düşük birikim ve kâr oranlarına rağmen hızlı parasal genişlemenin yaşandığı bir döneme girilmiş (Bonefeld, Brown ve Burnham, 1995: 39); sermaye “fabrikadan kaçarak”, paradan para kazanma hedefini ön plana çıkarmıştır (Bonefeld ve Holloway, 2007: 17). Uluslararası para sisteminin çöküşü ile birlikte ulusal ekonomilerin dünya piyasasıyla bütünleşmesi süreci başlamış;

dünya para sistemi akışkan bir hal almıştır (Holloway, 2007a: 64–65).

Tüm bunlara karşın, kredinin ödenebilmesi emeğin gelecekteki sömürüsüne dayandığından, sermayenin kendini emekten bağımsızlaştırma girişiminin yaşam şansı olmamış; kapitalist toplumsal ilişkilerin en önemli parçası olan emek-sermaye bağımlılığı aşılamamıştır. Zira sermayenin kendini emekten kurtarması imkânsızdır

(Bonefeld, 2007d: 175); sermayenin gücü arttıkça, varlığının en çelişkili tarafı olan

“emeğe bağlılığı” da iyice ortaya çıkmaktadır (Holloway, 1992: 167).

Bu noktada krizin çözümü, ancak emek sömürüsünün ve artı-değer birikiminin daha da artırılmasıyla mümkün görülmüş; emeğin sömürüsünün yoğunlaştırılması sermaye açısından kaçınılmaz hale gelmiştir (Bonefeld, Brown ve Burnham, 1995: 39–40). Çünkü kâr oranının düşme eğilimi, sermayenin yeniden yapılanmasını ve kapitalist denetimin emek süreci üzerinde yeniden dayatılmasını gerekli kılmaktadır (Jessop, 2005: 57).

Sermayenin değişen ihtiyaçları ve birikimin değişen koşulları, devletin dönüşümünü de zorunlu hale getirmiş; parasalcı dönemde devletin toplumsal yeniden üretimle ilişkisi, Keynesçi dönemden çok temel değişikler göstermiştir. Buna göre

“küreselleşen, bilgi-tabanlı bir ekonomiye uygun olan esnek, girişimci işçiler yaratmak ve emek piyasalarının esnekliğinin artırılması için toplumsal politikanın kullanılması” ve “artık bir iç-talep kaynağından ziyade uluslararası üretim maliyeti olarak görülen toplumsal ücrete aşağı doğru bir baskı uygulamak amacıyla toplumsal politikanın yeniden düzenlenmesi ve yeniden örgütlenmesi” hedeflenmektedir (Jessop, 2009: 260). Söz konusu hedefler çerçevesinde kapitalist devletin parasalcı dönemde koruyup kollamakla sorumlu olduğu alanlar şunlardır:

“Ulusal ekonomik mekânda emek piyasası esnekliğine ve hareket yeteneğine yardımcı olmak için düzenleyici çerçeveyi değiştirmek;

döviz hareketlerinin liberalizasyonu ve kuralsızlaştırılması ve uluslararasılaşan ve hızlanan sermaye akışının etkisiyle uluslararası finans mimari[yi değiştirmek]; uluslararası ticaret ve doğrudan yabancı yatırım için kurumsal çerçeve[yi değiştirmek] … ; sınırlar içindeki ve karşısındaki finansal, endüstriyel ve ticari sermayenin faaliyetlerini destekleyen uzamsal sabitleri planlamak ve sübvanse etmek; kendi ulusal ya da bölgesel kapitalizmlerini ve küresel yayılmaları için uygun koşulları teşvik etmek; mobil sermayeyi devletin kendi ekonomik mekânları içinde sabitleme[k] …; … yeni zamansal eylem ufuklarını ve yeni zamansal esneklik biçimlerini

teşvik etmek; kısa-dönem hesaplamalar piyasaya yansımış ekonomik faaliyetlerde giderek daha hâkim olurken uzun dönemli üretim koşullarını toplumsallaştırmak; [ve] sermaye ilişkisinde içkin yapısal çelişkileri idare etmek…” (Jessop, 2009: 217).

İdeolojik bir yanılsama olan siyaset-iktisat ayrımının bir uzantısı olarak, parasalcı iktisat politikası döneminde hâkim söylem ‘devletin ekonomiden elini çekmesi’ ve ‘piyasa ilişkilerinin dışında kalması’ biçiminde ortaya çıksa da, gerçekte devlet eliyle sendikasızlaştırmaya, kuralsızlaştırılmaya, esnekleştirmeye ve özelleştirilmeye, yani emek piyasasının rekabetçi baskılara açılmasına tanık olunmuştur (Bonefeld, Brown ve Burnham, 1995: 51). “Savaştan bu yana içinde toplumsal ilişkilerin kurulduğu bütün yöntemlere bir saldırının” gerçekleştiği parasalcı rekabetçi iktisat politikası döneminde, “sendikaları devletten uzaklaştırmak, toplumsal refah harcamalarını kısmak, ücret korumasını kuralsızlaştırmak, işsizlerin kendi ödenekleri için çalışmasını sağlamak ve bürokratik denetim biçimleriyle toplumsal ilişkilere sıkı para politikasını dayatarak devleti bir bütün olarak daha baskıcı kılmak” amaçlanmaktadır (Bonefeld, 2007b: 72). Zira kredi desteğiyle sürdürülen birikim, “devletin kredinin nakit ödemeye çevrilebilirliğini garanti altına alma kapasitesine” bağlıdır (Bonefeld, 2007b: 79).

Bu bağlamda, devletin sermayenin rekabet edebilirliğini artırmaya yönelik politikaları iki alanda gerçekleşmektedir. Bunların ilki, finans sermayesini ülkeye çekmek için finans hizmetlerinin etkinliğinin artırılması, kredi kontrollerinin kuralsızlaştırılması ve faizlerin yükseltilmesidir (Bonefeld, Brown ve Burnham, 1995: 63)8. Sermayenin rekabet edebilirliğini artırmaya yönelik politikaların uygulandığı ikinci alan ise, emek rejimi dönüştürülerek üretimin kârlılığının

8 Yüksek faiz oranı uygulaması, Keynesçi dönemin faizleri düşük düzeyde tutarak işsizliği kontrol etme ve azaltma politikasıyla zıtlık halindedir. Yabancı sermayeyi ülkeye çekme hedefi kapsamında uygulanan yüksek faiz oranı politikası, işsizliğin azaltılması hedefinden vazgeçildiğinin bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir.

artırılmasıdır. Zira sermaye, emek-yoğun üretimi “emek maliyetinin rekabet avantajı sağladığının düşünüldüğü ve [bu ülkelerde] ortaya çıkan diktatörlüklerin daha uysal bir emek-gücünü ve dolayısıyla üretimin insan faktörünün daha güvenilir oluşunu garanti ettiği” gelişmekte olan ülkelere kaydırma eğilimindedir (Bonefeld, 2007c:

113). Böylelikle üretim koşullarının sermaye açısından avantajlı hale getirilmesi hem yabancı sanayinin ülkeye çekilmesini, hem de emek piyasasının daha ‘etkin’,

‘verimli’ ve ‘kârlı’ üretim yapmasını sağlayarak yüksek artı-değer oranlarına ulaşılmasını hedeflemektedir. Devlet, “kapitalist sömürüyü artırarak fiyat sistemi hiyerarşisinde daha güvenilir bir yer” elde edebilmekte; böylelikle sermayenin ülkeye gelmesini sağlayabilmektedir (Bonefeld, Brown ve Burnham, 1995: 30).

Dolayısıyla devlet, “sınırları içinde üslenmiş olan sermayelerin rekabet avantajlarını güvence altına almayı ve/veya sınırları içindeki ekonomik büyümeyi güvenceye almayı” hedeflemektedir (Jessop, 2009: 158). “Daha az ücret alan daha az sayıdaki işçinin daha fazla üret[mesi]” esasına dayanan üretim (Bonefeld, 2007b:

101) öncelikle daha fazla işsizliğe dönüşmekte (Burkett, 1994: 13, aktaran Bonefeld, 2007b: 101); ancak parasalcı rekabetçi iktisat politikaları çerçevesinde işsizlik bir

“siyasi düzenleme sorunu” olarak görülmediğinden devlet “siyasi sorumluluktan bağımsız” kılınmaktadır (Bonefeld, Brown ve Burnham, 1995: 51).

Keynesçiliğin krizi ile birlikte ortaya çıkan “sermayenin emek-gücünün şartlarını, koşullarını ve performansını denetleme” ihtiyacı doğrultusunda Fordist üretim tarzından post-Fordist üretim tarzına geçiş gerçekleşmiş (Jessop, 2009: 60);

devletin emek-gücü yönetimindeki değişim farklı bir emek rejimini gerektirmiştir.

“Esnek sistemlerin ya da esnek makinelerin işleyişine dayalı esnek üretim” süreci olarak tanımlanan post-Fordist üretim, öncelikle “çok-vasıflı ve vasıfsız işçileri

esnek biçimlerde bir araya getiren” bir emek süreci yaratmayı amaçlamaktadır (Jessop, 2009: 161–162). Ayrıca kitlesel işsizlik ve yoksulluğun, işçi sınıfını kârlı bir emek gücüne dönüştüreceği fikri öne çıkmaktadır (Bonefeld, 2007b: 84). Buna göre Keynesçi dönemin emek rejiminden ciddi farklar içeren yeni bir emek-sermaye ilişkisinin kurumsallaştığı gözlenmektedir:

“Tam istihdamla büyüme garantileri ‘iç’ birikime tehdit oluşturunca, parasalcılık istihdam garantisinin tasfiyesinin iktisadi toparlanma için bir koşul olduğunu [ilan etmiş]; kamu harcamaları miktarı devletin mali krizini tetikleyince, kamu harcamaları ile ücretler arasındaki Keynesçi ilişkinin ortadan kaldırılması gerektiği [ifade edilmiş]; korporatist toplumsal bütünleşme stratejisi toplumsal barışı koruyamayınca, sendikalar istenmeyen aktör [ilan edilmiş]; ve işsizlik dramatik biçimde arttıkça, piyasa özgürlüğü ve doğal işsizlik oranı [savunulmuştur]” (Bonefeld, 2007b: 71).

Bu kapsamda Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (DB) tarafından “birinci kuşak reformlar” olarak anılan mali ve ticari liberalizasyon, özelleştirme gibi temel reformlar neoliberal politikaların uygulanmaya başlanmasının ilk aşaması olarak kabul edilmiş; “ikinci kuşak reformlar” da bu politikaların kurumsallaşması hedefiyle tanımlanmıştır (Bağımsız Sosyal Bilimciler, 2008: 269).

Özetle ifade etmek gerekirse, 1960’lı yılların sonunda sermayenin birikim krizi ve emeğin artan itaatsizliği, işçi sınıfı direnişinin çözülmesini amaçlayan politikalarla sonlandırılmakta; arz-temelli iktisat politikalarına geçilmektedir. “Refah yardımları, kemer sıkma politikasıyla disiplin sağlamak için [kaldırılmakta]; halkı vergi ve yoksulluk tuzakları arasında disipline etmek için mali politikalar [kullanılmakta]; sendikalara karşı acımasız tedbirler [alınmaktadır] (Bonefeld, 2007b: 93). Sermayenin harcamalarını düşürmek için kuralsızlaştırmalara girişilmekte; yine sermaye yararına vergi indirimleri getirilmekte; hükümetin harcamalarında işçilere verilen yardımlar, sermayeye verilen yardımlarla yer

değiştirmektedir (Cleaver, 1996: 162). Sendikal örgütlenmeler ya sermayenin kârına zarar vermeyecek ve işçileri ancak kâr oranlarıyla örtüşen bir biçimde temsil etmeye zorlanmakta; ya da siyasal sistemin tamamen dışına itilmektedir (Cleaver, 1996:

163). “Kamu harcamalarını[n kısılması], sendikaların pazarlık gücünün zayıflatılması, işsizlik, ücretlerin aşınması, emek piyasalarının parçalanması, vergi ve yoksulluk tuzakları, … insanları[n] yoksulluk ve borç içinde [tutulması]” politikaları vasıtasıyla ücret ilişkisinin dayatılması, işçi sınıfının kontrol altına alınmasının etkin aracı olarak görülmektedir (Bonefeld, 2007b: 91). İşsizlik tehdidi evsizlik ve yoksulluk tehdidiyle pekiştirilirken, “borcun ve güvencesiz çalıştırmanın disipline edici gücü”, işçilerin barınma, eğitim, sağlık gibi temel yaşam gereksinimlerini korumak uğruna parçalanmasına neden olmaktadır (Bonefeld ve Holloway, 2007:

22).

Parasalcı rekabetçi iktisat politikası çerçevesinde oluşturulan yeni emek rejimi çerçevesinde çalışmanın yoğunluğu artırılırken sosyal harcamaların azaltılmasıyla işçinin eline geçen para en düşük düzeyde tutulmakta; sendikaların örselenmesiyle örgütlenmenin ve direnişin önüne geçilmesi hedeflenmekte;

böylelikle sermayenin, ücret güvencesinden mahrum kalan ve işsizlikle savaşan emekçilerle mücadelesi büyük oranda kolaylaşmaktadır (Bonefeld, Brown ve Burnham, 1995: 39–47). Emek piyasası reformlarının daha detaylı bir incelemesi, ulusal devletin uluslararası üretim piyasasındaki rekabetini gözler önüne sermek açısından yararlı olacaktır.

1.3. Parasalcı Rekabetin Bir Unsuru Olarak Emek Piyasası Reformu