• Sonuç bulunamadı

2.2. Keynesçi İktisat Politikası Döneminde Emek-Sermaye İlişkileri ve Keynesçi Özgül Emek Rejimi

2.2.2. Türkiye

mücadelelerin ve ittifakların doğası” gereği meydana gelmiş; “siyasal üstyapının tarımsal/ticari sermaye birikiminden sınaî sermaye birikimine geçişin ihtiyaçlarına uyarlanmasını” gerçekleştirmiştir (Savran, 1987: 133–140). Diğer bir deyişle, 27 Mayıs, “sanayi burjuvazisinin, iktidar blokunun o güne kadar yönetici konumda olan öteki unsurlarıyla çelişkisinin, başka araçlarla çözülemediği bir durumda, zora dayanan bir çözümüdür” (Savran, 2010b: 166, vurgu eklenti).

Askeri darbe yönetimi bu süreçte kitle desteğine tam olarak sahip olamadığından, “üzerinde yükseldiği sınıfın ve onu destekleyen katmanların çıkarlarını zedelemeden diğer sınıfların desteğini almaya” ihtiyaç duymuş; işçi sınıfı başta olmak üzere tüm kentli kesimlerin taleplerini dikkate almıştır (Ötküner, 2006:

121). Yunanistan’da 1974 yılında askeri diktatörlük rejiminin sonlandırılması sürecinde olduğu gibi, 1960 askeri darbesinin gerçekleşmesinde yerli sermayeyle işbirliği içinde olan işçi sınıfının, sanayileşmeyle birlikte güç kazanması ve kolektif direniş eylemleri başlatması sonucunda, Keynesçi iktisat politikası kapsamında işçi sınıfı görece kapsamlı sınıfsal hak ve özgürlüklerden yararlanmış; bu sayede rejimin meşruiyetinin sağlanmasına da çalışılmıştır. İşçi sınıfının kentsel koalisyonun destekçisi olarak elde ettiği haklar o dönemde burjuvazi açısından bir tehlike olarak görülmemiş; ancak 1960 sonrası yaşanan sınıfsal hareketlenme nedeniyle mevcut siyasal rejim, sanayi burjuvazisinin çıkarlarına aykırı hale gelmiştir (Savran, 1987:

147).

Askeri darbe yönetimi sürecinde önceleri iktidarı tek başına kullanan Milli Birlik Komitesi, 13 Aralık 1960 tarihinden itibaren bunu sivil bir kuruluş olan Temsilciler Meclisi ile paylaşmış; bu iki heyetin oluşturduğu kurum Kurucu Meclis olarak anılmıştır (Cumhuriyet Ansiklopedisi 1961–1980, 2003: 8). Ocak 1961

itibariyle, askeri darbe sürecinde siyasal faaliyetleri durdurulan siyasal partiler serbest bırakılmış; CHP ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) yeniden faaliyete geçerken, askeri rejim tarafından kapatılan DP, Adalet Partisi (AP) ve Yeni Türkiye Partisi (YTP) altında iki kanatta örgütlenmiştir. 1960 askeri darbesi Kurucu Meclis’in hazırladığı 1961 Anayasası’yla kalıcı bir niteliğe ulaşmış; 15 Ekim 1961 tarihinde gerçekleştirilen ve askeri rejimi sona erdiren genel seçimleri, darbe sürecinde orduyla olumlu ilişkiler kuran CHP kazanmıştır.

Planlı kalkınma olarak adlandırılan 1960 sonrası dönemde devlet hem sanayileşme stratejisinin oluşturulmasında, hem de üretim ve yatırım faaliyetleriyle bu stratejinin hayata geçirilmesinde aktif rol oynamıştır (Köse ve Öncü, 2000: 79).

Böylelikle tüm dünyada dönemin egemen iktisat politikası olarak kabul edilen planlamacı, devletçi, iç pazara dönük ve korumacı bir strateji olan Keynesçi uygulamaların ve Fordist kitle üretim rejiminin Türkiye’deki yansımaları, 1980’lere kadar sürmek üzere başlamıştır.

Keynesçi iktisat politikası çerçevesinde uygulanan ve dışa bağımlılığı asgari düzeyde tutmayı amaçlayan iç pazara dönük sermaye birikiminin başat niteliği, üretimi ulusal ölçekte gerçekleştirmek (ithal ikamesi); bunu yaparken tüketim hedefini de büyük ölçüde iç pazarla sınırlı tutmak olmuştur. Bu bağlamda iç pazarın genişliği ve canlılığı üzerine kurulu olan ithal ikamesi süreci, ücretleri

“bireysel kapitalist için bir maliyet unsuru” olarak kabul etmekle birlikte, “bir bütün olarak sermaye için, yeniden üretim sürecini sürükleyen bir talep unsuru” olarak görmüştür (Boratav, 1995: 100). Ayrıca, koruma rantının büyüklüğü sonucunda sanayi sermayesinin iç piyasada yüksek kar marjları ile çalışması, sermayenin daha ılımlı bir ücret politikası izleyebilmesine imkân vermiş; bu dönemde aşırı değerli

döviz kuru uygulamasıyla ithal malı girdileri düşük tutulurken, KİT fiyatları sayesinde de yerli girdilerin ucuz olması sağlanmıştır (Boratav, 1983: 11).

Dolayısıyla 1960’lı yılların başında askeri rejimin meşruiyet arayışı ve kapitalist yeniden üretimin bir aracı olarak tam istihdam ve görece yüksek işçi ücretleri politikası, işçi sınıfının sayısal olarak üstünlük kazandığı ve sendikal düzeyde örgütlü gücünün arttığı koşullarla uyum göstermiştir. 1960’ların ikinci yarısında ve 1970’li yıllar boyunca da ücret artışları, sendikal düzeyde ve siyasal parti düzeyinde artan örgütlenme ve direnişin bir sonucu, yani işçi sınıfının bir kazanımı olarak sürmüştür. Bu bağlamda işçi sınıfının Keynesçi iktisat politikası çerçevesinde kabul edilebilir düzeydeki ücret ve ücret-dışı hakları, sermaye birikimine esaslı bir engel teşkil edip iktisat politikasının dönüşümünü ve işçi sınıfının kapsamlı olarak sınırlandırılmasını gerektirene dek sürmüştür.

Bu çerçevede hazırlanan 1961 Anayasası çalışma ilişkilerine yönelik özgürlükçü düzenlemeler yapmış; sendikal hakları geniş bir biçimde tanımlamış ve bireysel sendika özgürlüğünü güvenceye kavuşturmuştur (Özveri, 2006: 86). Yasada yer verilen çalışanlar ve işçiler ifadeleri, hem özel sektörde çalışan işçileri hem de kamu sektöründe çalışan işçileri ve memurları kapsamaktadır. Buna göre:

“Çalışanlar ve işçiler izin almaksızın, sendikalar ve sendika birlikleri kurma, bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten ayrılma hakkına sahiptirler. İşçi niteliği taşımayan kamu hizmeti görevlilerinin bu alandaki hakları kanunla düzenlenir. Sendika ve sendika birliklerinin tüzükleri; yönetim ve işleyişleri demokratik esaslara aykırı olamaz” (1961 Anayasası, Madde 46).

1960’lı yıllardan itibaren kentlerde önemli bir niceliksel/niteliksel güç haline gelen işçi sınıfı bu yıllardan başlayarak önemli mücadeleler vermiş; 1961 yılı

boyunca çeşitli illerde gösterilen direnişler40, 1962 yılında da sürmüş ve 1963 Kavel Grevi’yle zirveye ulaşmıştır (Ötküner, 2006: 122). Dolayısıyla 1963 yılında kabul edilen 274 sayılı Sendikalar Yasası ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası, askeri rejimin meşruiyet arayışının bir göstergesi olduğu kadar, işçi sınıfı tarafından yürütülen mücadelelerin de bir sonucu, bir kazanım niteliğindedir.

274 sayılı yasa kapsamında tüm işçilere sendika kurma ve sendikalaşma hakkı tanınırken, sendikaya üyelik yaşı 18’den 16’ya indirilmiş; şemsiye örgütlenmeler altında toplanma koşulları kolaylaştırılmış; uluslararası örgütlere katılımda hükümet onayına gereksinim kaldırılmış ve sendikalara siyasi partilerle mali veya organik bağ kurmaksızın siyasette etkinlik sağlama hakkı tanınmıştır (Aslan ve Baydar, 1998: 4). Böylelikle 5018/1947 sayılı yasayla sendikalara getirilen siyasal faaliyet yasağı kaldırılmış; ancak siyasi partilerle organik bağ yasaklanmıştır (Koç, 2006: 187). Kamu sektöründe çalışan işçilerin sendikalaşma hakkı ise 624/1965 sayılı Devlet Personeli Sendikaları Yasası’yla düzenlenmiştir.

275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası ile de işçi sınıfına toplu pazarlık ve toplu iş sözleşmesi hakkı tanınmış; grev hakkı yasalaşmıştır (Aslan ve Baydar, 1998: 4). Böylelikle işçi sınıfı ilk kez grevli toplu pazarlık hakkını elde ederken, yasa kapsamında sermayeye tanınan lokavt hakkı, grev direnişine getirilen bir engel niteliğindedir.

1961 ve özellikle 1963 sonrasında sendikalaşma oranlarında bir sıçrama yaşanmıştır. 274 ve 275 sayılı yasalarla gelen hakların yanı sıra sanayileşme hızı ile

40 “22 Ocak 1961’de 500 işçi İzmir’de, 300 işçi İstanbul’da işten çıkarmalara [direnmek] ve sendikalaşma ve grev hakkının tanınması için kapalı bir salon toplantısı yaptı. 25 Kasım 1961’de İzmir’de 5 bin işçi sendikal haklar için yürüdü. 2 gün sonra Ankara’da 3 bin işçi sakal grevine başladı.

17 Aralık’ta 12 sendikaya üye 3 bin işçi Kocaeli’nden grev ve iş yasası için sessiz yürüyüş yaptı. 23 Aralık’ta Eskişehir’de 5 bin işçi yürüdü. 31 Aralık’ta İstanbul Denizcilik Bankası’nın bin işçisi Pazar yevmiyelerini alabilmek için greve başladılar. Grev 3 Ocak’ta sona erdi” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, 1988: 2008–2009, aktaran Ötküner, 2006: 122–123).

paralel olarak işçilerin toplu olarak çalıştığı büyük işletmelerin kurulması, işçilerin sayılarıyla birlikte41 örgütlenme kapasitelerinde de bir artış getirmiş; işçi sınıfının geniş kesimlerinin mücadelesi büyük ivme kazanmıştır (Aydınoğlu, 1991: 61). 1963–

1980 döneminde sendikalar toplumsal meşruiyetlerini güçlendirmişler; önce kamuda daha sonra özel sektörde artan sendikalılaşma ile örgütlü bir işçi sınıfı yaratma mücadelesine girişilmiştir (Özveri, 2006: 81).

274 sayılı yasa kapsamında işçilerin aynı anda birden çok sendikaya üye olabilmesi, sendika üyeliğinin işsizlik durumunda sürmesi ve sendikalara üye oluşta/üyelikten ayrılışta noter tasdikine gerek görülmemesi vb. faktörler sendika üye sayılarının sağlıklı ölçülmesine engel olsa da rakamlar çarpıcıdır (Koç, 1998: 33, aktaran Tartanoğlu, 2007: 50). Buna göre 1961 yılında 511 sendikada örgütlü 298.000 işçi mevcutken, bu sayı 1970 yılında 2.088.000 ve 1980 yılında 5.700.000 olarak gözlenmekte; gerçek sendikalaşma sayısı ise 1980 yılı için 1.500.000–

2.000.000 olarak tahmin edilmektedir (Koç, 2003: 106–107).

1960’ların başında hızlı bir sendikalaşma yaşanmış olmakla birlikte, Türk-İş bünyesinde gerçekleşen örgütlenmeler sınıf sendikacılığı esasına dayanmaktan çok uzaktır. Bu dönemde Türk-İş, “mücadeleci bir sendikacılık anlayışı geliştirmek yerine, burjuva hükümetleriyle diyalogu temel alan çizgiyi derinleştirmeyi”

yeğlemiş; işçilerin 1961 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) yönelmelerine de engel olmaya çabalamıştır (Ötküner, 2006: 127). Bu bağlamda Türk-İş’in yürüttüğü sendikacılık anlayışını ‘burjuva sendikacılığı’ olarak adlandırmak ve işçi sınıfının mücadelesine bir yarar sağlamadığı gibi harekete ciddi zararlar verdiğini söylemek de mümkündür. Ancak Türk-İş’in işçileri TİP’ten uzaklaştırma çabasının

41 1962 yılında 710 bin olan SSK’lı işçi sayısı, 1967’de 1 milyon 69 bine, 1971 yılında ise 1 milyon 404 bine ulaşmıştır (Ötküner, 2006: 126).

başarısızlığı, TİP üyesi dört sendikacının Türk-İş’ten koparak Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nu (DİSK) oluşturmasıyla netlik kazanmıştır.

DİSK Türkiye işçi sınıfı mücadelesine bir soluk getirmiş; bu dönemde burjuva sınıfıyla işbirliği anlayışının ötesinde bir ekonomik ve siyasi mücadele yürütülebilmiştir. İşçi sınıfı içinde bir “öncü işçiler” kategorisi ortaya çıkmış;

“yığınsal işçi hareketinde siyasallaşma” gerçekleşmiştir (Aydınoğlu, 1991: 62). Bu bağlamda kuruluşunu takip eden yıllarda DİSK “kitle ve sınıf sendikacılığı ilkesini benimsemiş, siyasal mücadelenin ve örgütlenmenin işçiler açısından daha önemli olduğunu ön plana çıkaran bir yaklaşım” geliştirmiştir (Akkaya, 2004: 147). Ancak ilerleyen yıllarda sınıf sendikacılığı yaklaşımı terk edilmiş; “sosyal demokrat bakış açısıyla dışa vurulan” ve “kısmi iyileştirmeler için savaşımı en önemli yöntem olarak belirleyen” ‘reformist sendikacılık’ biçimine bürünmüştür (Yetiş, 1999: 61).

1960’lı ve 1970’li yıllarda Türk-İş ve DİSK arasında temsil açısından keskin bir ayrımın varlığından söz edilebilir. Çoğunlukla kamu sektörü işçilerinin örgütlendiği Türk-İş, özellikle 1960’lı yıllarda CHP ve Adalet Partisi ile ilişki içindeyken, başlıca özel sektör işçileri arasında örgütlenmiş olan DİSK, yine aynı dönemde TİP’le ilişkilerini geliştirmiştir42. DİSK’in 1980 askeri darbesiyle 1992 yılına kadar kapatılması, 1970’li yıllar boyunca Türkiye sendikacılık tarihini meşgul eden İş–DİSK rekabetine, işçi sınıfı mücadelesi aleyhine son vermiştir. Türk-İş’in kuruluşundan itibaren sermaye sınıfıyla uzlaşmacı politikalar izlemesi, askeri darbe sürecinden zararsız çıkmasının başlıca sebebi olarak değerlendirilebilir.

DİSK’in Türkiye işçi sınıfına getirdiği soluk, grev eylemlerinin sayısı incelendiğinde de ortaya çıkmaktadır. Buna göre; grev hakkının yasal olarak

42 TİP’in 1971 askeri müdahalesi ile kapatılmasının ardından DİSK CHP’ye yakınlaşmış; 1970’lerin ortalarında kurulan sol partiler dahi bu durumu değiştirememiştir.

tanındığı 1960–1967 yılları arasındaki grev sayısı 139 iken, DİSK’in kurulduğu 1967 yılında 101 grev gerçekleşmiş; 1968–1970 yılları arasında bu sayı 203, 1971–1980 yılları arasında ise 957 olarak belirlenmiştir (Akkaya, 2004: 149).

1960’lı yıllarda işçi sınıfının örgütlenme kapasitesindeki gelişmeyle birlikte, sermaye sınıfı örgütleri de ulusal çapta bir şemsiye kuruluş altında birleşme ihtiyacı duymuştur. Bunun sonucunda, 1961 yılında beş işveren sendikasının bir araya gelmesiyle oluşturulmuş olan İstanbul İşveren Sendikaları Birliği, 1962 yılında Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) adını almış ve ulusal çapta bir sermaye sınıfı üst örgütlenmesi oluşmuştur.

1960 sonrası dönemin hâkim iktisat politikası olan Keynesçi içe dönük korumacı ve planlamacı sanayileşme, yerli sanayi sermayesini dünya pazarının iniş çıkışlarından korurken, 1960 askeri rejiminden miras siyasi kurumlar (çift meclis, Anayasa Mahkemesi, güçlü Danıştay vb.) da kentsel azınlığın kırsal çoğunluk üzerindeki denetimini kontrol altında tutmuştur (Savran, 1987: 146). Ancak sınaî sermaye birikimiyle birlikte gelişen ve büyüyen işçi sınıfı sermayenin karşısına kitlesel bir güç olarak çıkmış; sendikal ve siyasal mücadele yürütmüştür (Savran, 1987: 144). Sendikalaşma oranında önemli bir artış yaşanmış43; gerçekleştirilen eylemlerde ekonomik taleplerin yanında politik taleplere de yer verilmiştir (Ötküner, 2006: 131). Bu gelişmelerle birlikte 1970 yılına gelindiğinde, “bir aşamada sermaye birikimine büyük canlılık getirdikten sonra, kendi iç çelişkileri dolayısıyla ciddi sorunlara yol açan” iç pazara dönük sermaye birikim tarzının bunalımı gündeme gelmiştir (Savran, 1987: 143–144). İşçi sınıfının artan örgütlülüğü sonucunda ücretlerin yükselerek üretim maliyetleri üzerinde önemli bir yük oluşturması ve

43 1961 yılında % 43 olan sendikalı işçilerin SSK’lı işçiler içindeki payı, 1967 yılında % 78’e ve 1969 yılında % 94’e yükselmiştir (Ötküner, 2006: 131).

değer oranında düşüş gerçekleştirmesi, sermaye birikiminin çelişkilerini tetikleyen bir etki yaratmıştır.

Türkiye’de geniş anlamda 1960’ların ilk yarısında başlayan 1968 olayları çerçevesinde pek çok ülkede eşzamanlı olarak direniş eylemleri gerçekleşmiş;

Türkiye’de bu dönem 12 Mart 1971 tarihli askeri müdahale ile sona ermiştir (Savran, 2009: 95–96). Ancak bu tarihten önce, burjuvazinin işçi sınıfının sendikal örgütlülüğünden duyduğu rahatsızlığın bir kanıtı olarak, “baş ağrıtmayan uysal bir sendikal anlayışa” imkân sağlayacak bir yasal değişiklik gerçekleştirilmiştir (Ötküner, 2006: 134). DİSK’i tasfiye etmeye ek olarak işçi sınıfına karşı topyekûn savaş ilanı niteliğindeki değişiklik, öncelikle 70 bin işçinin katılımıyla gerçekleşen 15–16 Haziran olaylarına neden olmuş; olaylarda Türk-İş ve DİSK üyesi olan ve herhangi bir sendikaya üye olmayan işçiler burjuvazinin saldırısı karşısında ortak hareket etmiştir (Ötküner, 2006: 136–138). Bu süreçte işçi sınıfı hareketinin geldiği nokta 1971 askeri darbesini burjuvazi açısından ‘zorunlu’ kılmıştır44.

15–16 Haziran ayaklanması, Türkiye işçi sınıfının 1960’lı yıllar boyunca süregelen mücadelesinin ve direnişinin zirvesi olarak nitelendirilebilir. İşçi sınıfının

“yarı-kendiliğinden bir silahsız ayaklanması” olarak tanımlanan olaylar, kitlesel mücadelenin en zor koşullarda dahi kazanılabileceğini göstermesi açısından anlamlıdır (Savran, 2009: 99). Ancak işçileri yönlendirecek bir siyasal partinin eksikliği, hareketin erken çözülmesine neden olmuş; devrimci bir doğrultuya yönelmesi mümkün olmamıştır (Ötküner, 2006: 141; Savran, 2009: 99).

1968–1970 döneminde DİSK ve TİP altında örgütlenen işçi sınıfının militan mücadelesi karşısında sermaye birikiminin çelişkilerinin artmasına yanıt

44 Söz konusu yasa eylemlerin bir sonucu olarak uygulanamamış ve Anayasa Mahkemesi kararıyla durdurulmuştur. Bu uygulama işçi sınıfı mücadelesinin sermaye sınıfı üzerindeki etkisini gösterir niteliktedir (Ötküner, 2006: 141).

olarak sendikalara yönelik hedeflenen yasal değişikliğin 15–16 Haziran Olayları nedeniyle uygulanamaması, sendikal yapılanmanın farklı bir yöntemle değiştirilmesini gündeme getirmiştir. Bu kapsamda 24 Haziran 1970’te Milli İşçi Sendikaları Konfederasyonu45 (MİSK) ve 22 Ekim 1976’da da Türkiye Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Hak-İş) kurulmuş; böylece Türkiye işçi sınıfının kitle ve sınıf sendikacılığından uzaklaştırılarak ‘kimlik politikaları odaklı’ burjuva sendikacılık çerçevesinde örgütlenmesi hedeflenmiştir. Milliyetçi-muhafazakâr bir yaklaşım benimseyen MİSK ile İslamcı-muhafazakâr bir perspektifle hareket eden Hak-İş’in kurulması sonucunda Türkiye işçi sınıfı, günümüzde içinde bulunduğu çok parçalı örgütlenme yapısına bürünmüş; sınıf çıkarlarından uzaklaştırılmıştır.

Yunanistan örneğinden farklı olarak ortaya çıkan bu bölünmüş sınıf yapısı ve (DİSK haricinde) burjuva sendikacılığın ağırlıklı olduğu sendikal örgütlenmeler, işçi sınıfı bilincinin gelişmesinde ve ekonomik-siyasi talepler kaynaştırılarak sınıf mücadelesi yürütülmesinde son derece olumsuz etkiler yaratmıştır. İşçi sınıfının mücadelesi salt ekonomik sömürünün görece azaltılmasına indirgenmiş; çok parçalı sınıf yapısının getirdiği örgütlenme güçlüklerinden dolayı ekonomik mücadelenin dahi başarıyla sürdürülmesi imkânsızlaşmıştır. Bunun yanı sıra farklı sendikalar arası rekabet nedeniyle işçilerin talepleri temelinde yürütülecek mücadelenin yerini, sendika bürokrasileri arasındaki gövde gösterileri almıştır (Ötküner, 2007–2008: 62).

Ayrıca özellikle ilerleyen yıllarda sendikal örgütlenmelerle işçi sınıfının siyasal partisi arasındaki bağların zayıflığı, sınıf mücadelesini olumsuz etkilemiştir.

Dolayısıyla Türkiye işçi sınıfı kendi sınıf çıkarlarına yabancılaşmış; niceliksel gücünü, örgütlenme kapasitesindeki yetersizliklerden dolayı kullanamamıştır.

45 Adı sonradan Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu olarak değiştirilmiştir.

İşçi sınıfının haklarını sınırlandırmayı ve emeğin artan itaatsizliğini önleyerek sermaye birikimi için elverişli koşulları yaratmayı hedefleyen 12 Mart 1971 askeri müdahalesi öncelikle sıkıyönetim ilan etmiş; bu dönemde sendikal eylemler izne tabi tutulurken, grevler 1972 yılının sonuna dek yasaklanmıştır. Türk Ceza Kanunu’na eklenen 141. ve 142. maddelerle, 1961 Anayasası’nda yer almakla birlikte 1971’den itibaren işlerlik kazanan Devlet Güvenlik Mahkemeleri, sosyalist hareketi ve mücadeleci işçi hareketini ezmek için kullanılmıştır (Ötküner, 2007–

2008: 72). 1961 Anayasası’nın 46. Maddesi yeniden düzenlenmiş; maddede yer alan

‘çalışanlar ve işçiler’ ifadesi ‘işçiler ve işverenler’ olarak değiştirilerek kamu sektörü işçilerinin (memurların) sendikal örgütlenme hakkı engellenmiştir. Ayrıca sendikalaşma hakkı ‘milli güvenlik’ ve ‘kamu düzeni’ gibi soyut gerekçelerle sınırlanmıştır46. Buna göre:

“İşçiler ve işverenler, önceden izin almaksızın, sendikalar ve sendika birlikleri kurma, bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten ayrılma hakkına sahiptirler. Bu hakların kullanılışında uygulanacak şekil ve usuller kanunla gösterilir. Kanun, devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğünün, millî güvenliğin, kamu düzeninin ve genel ahlâkın korunması maksadıyla sınırlar koyabilir. Sendikalar ve sendika birliklerinin tüzükleri; yönetim ve işleyişleri demokratik esaslara aykırı olamaz” (1961 Anayasası’nda 20.9.1971 tarih ve 1488 sayılı Kanunla yapılan değişiklik).

1971 askeri rejiminin işçi sınıfına tahribatı yalnızca sendikal örgütlenmelere getirilen engellemeler/sınırlamalar düzeyinde değildir. Askeri rejim emeğin örgütlenme kapasitesini düşürmek ve sermaye birikiminin önündeki engelleri kaldırmak için işçi sınıfının siyasal partisine yönelik önlemler de geliştirmiştir. 12 Mart’ın ardından öncelikle TİP Genel Başkanı Behice Boran tutuklanmış; ardından da TİP kapatılmıştır. Ayrıca işçi sınıfının sosyalist-devrimci hareketine destek olan

46 Grev erteleme bu sınırlama politikalarından biridir. Bu kapsamda 1976–1980 döneminde 108 grev ertelenmiştir (Tayanç, 1980: 70, aktaran Akkaya: 2004: 150).

öğrenci hareketi liderlerine yönelik tasfiye hareketi başlatılmıştır (Ötküner, 2007–

2008: 58).

DİSK’in 1971 askeri müdahalesi sürecinde kapatılmamış olması, ilerleyen yıllarda Türkiye işçi sınıfı mücadelesinin özünde gerçekleşen değişimi hem belirler hem de açıklar niteliktedir. 1960’lı yıllarda “ekonomik-sosyal talep etrafında,

‘bağımsız’ sıçramalarla” ‘kendiliğinden’ ilerleyen işçi sınıfının, 1970’li yıllarda DİSK aracılığıyla “sendika bürokrasisinin kontrolü altında tutulması” hedeflenmiştir (Ötküner, 2007–2008: 57–58). Kuruluş yıllarında sınıf sendikacılığı yapan DİSK, 1970’lerde reformist sendikacılık yaklaşımını benimsemiş ve işçi sınıfının kendiliğinden hareketinin ivmelenmesini dizginlemeye yönelik hareket etmiştir.

1971 sonrası dönemde Türkiye işçi sınıfı hareketinin DİSK ile ilişkisinde gerçekleşen bu dönüşüm, sınıfın genel olarak devrimci akımlardan uzaklaşırken reformist akımların etkisi altına girmesinin bir yansıması niteliğindedir (Ötküner, 2007–2008: 61).

1970’li yıllar boyunca DİSK’in işçi sınıfı üzerindeki etkisi niceliksel olarak artmış; günden güne işçi sınıfının daha büyük bir kesimini bünyesinde toplamıştır.

1974–1977 döneminde yasal grev ve direnişler son yirmi yılın en yüksek seviyesine ulaşmış47; ayrıca 1960’lardan farklı olarak ulusal boyutta etkinlik göstermiştir (Aydınoğlu, 1991: 64–65). Ancak DİSK bünyesinde yürütülen mücadelenin özü, yukarıda sözü edilen nedenlerden dolayı zayıflamış; kendini demokratik-sol olarak tanımlayan CHP’nin ılımlılaştırıcı etkisi ve “Ecevit umudu” nedeniyle devrimci politik içerikten uzaklaşılmıştır (Aydınoğlu, 1991: 65–69).

47 Bu dönemde yıllık ortalama grev sayısı 101 iken, ortalama grevci sayısı yaklaşık 35 bindir (Aydınoğlu, 1991: 64).

TİP’in 1971 askeri müdahalesiyle kapatılmasının ardından 1974’te kurulan Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) ve Türkiye Komünist Partisi (TKP) ile 1975’te ikinci kez kurulan TİP, öncü işçiler ve/veya sendikacılar üzerinde küçümsenemez bir etki yaratmıştır. Ancak TSİP’in gelişimi kısa sürede sınırına ulaşırken, TİP’in DİSK ile 1960’lardaki ilişkileri geliştirememesi ve TKP ile siyasal plandaki benzerliği büyük bir zaaf teşkil etmiş; TKP ile DİSK ise, 1960’larda TİP ve DİSK’in ortaya koyduğu “ilerici fonksiyonları”, 1970’lerde gerçekleştirememiştir (Aydınoğlu, 1991:

83–86). Bu dönemde DİSK-CHP yakınlaşması, işçi sınıfının hem sınıf sendikacılığını benimseyen bir üst örgütlenmeden mahrum kalmasına neden olmuş;

hem de sendikal örgütlenmenin, işçi sınıfının siyasal partisiyle bağını engellemiştir48. 1960’lar ve 1970’ler boyunca Türkiye iktisat politikası Keynesçiliğin izlerini taşımıştır. Bunun başlıca göstergeleri olarak öncelikle ücret ve istihdam politikaları, ardından da sosyal güvenlik hizmetleri ve kamu harcamaları gözden geçirilmelidir. Buna göre 1960–1965 döneminde kamu sektöründe ve özel sektörde çalışan işçilerin kazançları incelendiğinde düzenli bir artış gözlenmektedir (İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı:139). Ücret kazançlarının GSYİH içindeki payı 1963 yılında % 11,7 iken, bu sayı 1971 yılında % 18,2 seviyesine ulaşmıştır (Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı: 89)49.

Askeri müdahaleye ve anayasal haklardaki kısıtlamalara karşın ücret artışları, sendikalaşma düzeyindeki artışın bir sonucu olarak 1970’li yıllarda da sürmüştür. Bunun tek istisnası gerçek ücretlerdeki artış eğiliminin sekteye uğradığı 1971–1972 dönemidir. Ücret artışları 1972 yılından itibaren işsizlik oranındaki artışa

48 Bu yakınlaşma çerçevesinde 1973, 1975 ve 1977 seçimlerinde DİSK CHP’yi desteklemiş; “işçileri, köylüleri, esnafı, memurları ve tüm dar gelirli vatandaşı CHP’ye oy vermeye” çağırmıştır (Koç, 2003:

144).

49 Yalnızca Genel Bütçeli kuruluşlarda çalışan memurlar kapsanmıştır.

rağmen devam etmiş; 1977 yılında 1963’ün % 160’ı oranına ulaşarak zirveye çıkmıştır (Koç, 2003: 189). Bunun en önemli sebebi, iç pazara dönük sanayileşmeci Keynesçi iktisat politikasının bir gerekliliği olarak uygulanan görece yüksek ücret politikası bir yana, sendikalar bünyesinde örgütlü işçi sınıfının, artan işsizliğe rağmen ücret kesintilerine direnmesidir (Onaran, 2000: 204).

Dönemin istihdam değerleri de benzerlik göstermektedir. Özellikle 1963–

1967 döneminde istihdam artışı 1,2 milyon olarak tespit edilmiş; bu artışın % 35,8’i sanayi sektöründe, % 47,9’u ise inşaat sektöründe gerçekleşmiştir (İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı: 128–129). Bu bağlamda, söz konusu dönemde Keynesçiliğin tam istihdam hedefinin büyük ölçüde gerçekleştiği ifade edilebilir. Ancak istihdam artışı, 1968–1972 döneminde yaklaşık 400 bin, 1973–1979 döneminde ise yaklaşık 700 bin ile sınırlı kalmıştır (Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı: 76; Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı: 250). Verilerden görüldüğü üzere, 1970’li yıllarda Keynesçi iktisat politikasının öngördüğü tam istihdam hedefi gerçekleştirilememiştir.

Sosyal güvenlik harcamalarına gelince, 1963–1967 döneminde “gerek yatırımların, gerek kamu harcamalarının dağılımında büyük kitlelerin ihtiyaçları” ön plana alınmış; üretim hedeflerinde “düşük gelir grupları tarafından kullanılan ücret mallarına, büyük kitlelerin ihtiyaçlarını karşılayacak tipte konut yatırımlarına öncelik verilmiştir (Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı: 38). 1963–1977 dönemine bakıldığında ise, toplam konut, eğitim ve sağlık yatırımlarının sürekli bir artış grafiği izlediği ve yaklaşık 2,5 katına ulaştığı gözlenmektedir50 (Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı: 170–172). Buna karşın söz konusu dönemde sigortalılık oranı

50 1976 fiyatlarıyla hesaplanmıştır.

oldukça düşük seyretmiştir. 1977 yılında sigortalıların işgücü içindeki payı % 29,4 olarak gerçekleşmiştir (Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı: 138).

1960’lar ve 1970’ler boyunca kamu harcamalarının GSMH içindeki payı da yükselme eğilimi göstermiştir (Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı: 40; Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı: 94). Birinci Beş Yıllık Plan kamu yatırımlarını

“büyümenin sürükleyici gücü” olarak görmüş; ancak İkinci ve Üçüncü Beş Yıllık Planlar özel birikimi yaygın teşvik ve sübvansiyonlarla ön plana çıkarmış ve kamu kesimini esas olarak “özel kesimi destekleyici” bir işlevle sınırlamıştır (Boratav, 1995: 102).

1970’lerin başında yaşanan petrol krizinin etkisiyle, II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan ve dünya kapitalizmini savaşın etkilerinden kurtarıp yeniden diriltmeyi amaçlayan Bretton Woods sistemi yıkılmış; böylelikle başta ABD olmak üzere dünya kapitalizmi sabit kur rejiminden vazgeçmiştir. Petrol fiyatlarındaki artışın bir sonucu olarak hammadde fiyatları yükselmiş; ücret artışları maliyetleri yükseltirken artı-değer oranında önemli düşüşler gözlenmiştir. Sermayenin organik bileşimindeki artışın yüksek sömürü oranlarıyla dengelenememesinin bir sonucu olarak kâr oranları düşme eğilimi göstermiş; sermayenin aşırı birikimi, içe dönük korumacı Keynesçi iktisat politikasının dönüşümünü, sermayenin yeniden üretimi açısından zorunlu hale getirmiştir. Ulusal piyasaların dışa açılması ve uluslararası rekabet koşullarının sağlanması yönünde yaşanan dönüşüm, Keynesçi iktisat politikalarının sonunu getirmiştir.

Krizin Türkiye’deki yansımaları da benzer biçimde olmuştur. Hammadde fiyatlarındaki ve işçi ücretlerindeki artışla birlikte maliyetler yükselmiş; ayrıca devlet korumacılığı altındaki yerli sermaye aşırı birikerek, kar oranının düşme eğilimini

tersine çevirmek için emeğin daha yoğun sömürüsünü gereksinmiştir. Bunun yanı sıra, yerli sermayenin uluslararasılaşma ve dünya ölçeğinde işleyen koşullara uyma ihtiyacı artmıştır (Ercan, 2004: 19). Artan maliyetlere yanıt olarak geliştirilen düşük ücret politikası nedeniyle döneme sermaye ile işçi sınıfı arasındaki gerilim damga vurmuştur. Ekonomik kriz bir yandan burjuvazinin manevra alanını daraltırken, diğer yandan da işçi sınıfı hareketini daha militan bir mücadeleye zorlamıştır (Gürel, 2006:

24).

1960’lı ve 1970’li yılların örgütlü işçi sınıfı hareketi, 1977 sonrasında ücretlerdeki düşüşe yüksek grev oranlarıyla yanıt vermiştir. 1978 yılında Hükümet ile Türk-İş arasında yapılan Toplumsal Anlaşma, sosyal diyalog girişimlerinin ilk adımı olarak değerlendirilebileceği gibi, korporatist politikalar çerçevesinde sendikaların kapitalist üretim tarzı ile uyumlu bir işleve yönlendirilmesi hedefinin bir yansıması olarak da ifade edilebilir. “Demokratik çalışma yaşamını, demokrasiyi ve ekonomiyi güçlendirmek, kalkınmayı sağlıklı ve dengeli olarak hızlandırmak, refahı toplumun tüm kesimlerine yaymak ve hakça bir düzeni gerçekleştirecek yönde gelişmesini güvence altına almak amacı ile” tanımlanan Toplumsal Anlaşma’da Hükümet aynı zamanda sermayeyi de temsil etmiştir (Çelebi, 2007)51. Bu dönemde grev sayılarında önemli artışlar gerçekleşmiş; 1979 yılında grevci işçi sayısı 39.901 ve grevde geçen işgünü sayısı 2,2 milyon iken, 1980 yılında grevci işçi sayısı 84.432 ve grevde geçen işgünü sayısı 7,7 milyon düzeyine ulaşmıştır (Koç, 2003: 186)52.

51 “1979 Ağustos’unda, kamu kesimi toplu iş sözleşmelerinde anlaşma hükümlerine uyulmadığı, hükümetin kendine düşen yükümlülükleri yerine getirmediği belirtilerek eleştirilmiş; Ocak 1980’de gerçekleşen hükümet değişikliğinden sonra da, Anlaşmanın bağlayıcılığı kalmamıştır”( Kutal, 1996, aktaran Çelebi, 2007).

52 1980 yılındaki artışın sebebi, 24 Ocak 1980 tarihinde kabul edilen ve işçi sınıfı örgütleri tarafından şiddetle eleştirilen ekonomik programdır.

Bu dönemde gerçekleşen işçi sınıfı direnişine ve grev eylemlerine karşılık olarak, sermaye sınıfı örgütleri de iktisat politikasındaki dönüşümü belirleyici girişimlerini ulusal ve uluslararası boyutta sürdürmüştür. Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) bir yandan içe dönük korumacı Keynesçi iktisat politikasını eleştirirken, bir yandan da dışa dönük parasalcı rekabetçi iktisat politikasına geçilmesine taraf olduğunu Uluslararası Para Fonu (IMF) ile gerçekleştirdiği görüşmede ifade etmiştir (Boratav, 1991: 72). Bunun yanı sıra, TÜSİAD, diğer sermaye kuruluşları olan TİSK, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ve Ege Bölgesi Sanayi Odası’nın da desteklediği hükümet karşıtı bir propagandaya girişerek basın ilanları yayınlamış; iktisat politikasındaki dönüşüm sürecini hızlandırmıştır. Tüm bunlar, Türkiye ekonomisini küresel piyasayla bütünleştirmeyi hedefleyen siyasa değişikliğinde önemli adımlar olarak görülebilir (Keyman, 2001: 11).

24 Ocak Ekonomik Programı, Türkiye’de sermaye sınıfı açısından çıkmaza giren Keynesçi iktisat politikasından parasalcı rekabetçi iktisat politikasına geçişin yöntemsel çerçevesi olarak hazırlanmıştır. IMF, Dünya Bankası ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) tarafından desteklenen programda amaç Türkiye’nin dünya piyasalarıyla eklemlenmesinin gerçekleştirilmesidir. Söz konusu program, 1979 yılında IMF’nin talep ettiğinden fazlasını içermektedir (Boratav, 1991: 85). Buna göre Türk Lirası’nın % 49 oranında devalüe edilmesinin yanı sıra, KİT zamları ve fiyat denetimlerinin kaldırılması program kapsamındadır. Ekonomik programın içerdiği diğer tedbirler ise ticari liberalizasyon, ithalat üzerindeki sınırlamaların kaldırılması ve ihracatın teşvik edilmesidir. Türkiye’nin dünya piyasasında karşılaştırmalı avantajını sağlamaya yönelik olduğu iddia edilen program

kapsamında ilk olarak vadesiz mevduat ve borçlanma faizleri üzerindeki resmi kontrol kaldırılmıştır.

Ekonomik program içinde emek piyasasına ve çalışma konularına referans bulunmamasına karşın, ihracata dönük stratejiye geçişin işaretleri oldukça açıktır (Şenses, 1993: 99). Zira ihraç edilebilecek bir artı değer yaratılması, ancak ücret kesintileri yapılması ve iç talebin kısılması ile mümkün olabilecektir. Bu bağlamda program bir istikrar programı niteliği taşımasının ötesinde, uluslararası sermaye tarafından pazarlanan ve piyasa liberalizasyonu yoluyla uluslararası ve yerli sermayenin emeğe karşı güçlendirilmesini hedefleyen bir yapısal uyum perspektifi taşımaktadır (Boratav, 1995: 122). Dolayısıyla dışa açık bir ekonomi politikası, hem korumacılık altında güçlenen yerli sermayenin dış piyasalarda rekabetine imkân verecek, hem de yabancı sermayenin Türkiye’de yatırım yapması için birtakım teşvikler (düşük ücret politikası, vb.) sağlayacaktır.

Ancak işçi sınıfının sendikal ve siyasal anlamda örgütlü olduğu bu dönemde 24 Ocak ekonomik kararlarını uygulamak kolay görünmemektedir. Zira işçi sınıfının emek karşıtı siyasalara tepkisi gecikmemiş; 1971–1980 dönemi grevlerinin dörtte biri 1980 yılında gerçekleşmiştir. Dolayısıyla iktisat politikasındaki köklü değişimi öngören programın uygulanabilmesine engel teşkil eden işçi sınıfı örgütlenmelerinin ortadan kaldırılması, ancak 12 Eylül 1980’deki askeri rejim değişikliği ve diktatörlük dönemi uygulamaları ile mümkün olabilmiştir (Boratav, 1995: 122). Bu bağlamda Türkiye’de Keynesçi iktisat politikasından parasalcı rekabetçi iktisat politikasına geçişi öngören dönüşüm, sermaye örgütleri tarafından teşvik edilmiş, sağ odaklı hükümet tarafından formüle edilmiş, IMF tarafından

desteklenmiş ve askeri rejim tarafından hayata geçirilmiştir (Sarımehmet Duman, 2009: 99).

Askeri darbe çerçevesinde gerçekleştirilen sendikaların kapatılması, sınıfsal hak ve özgürlüklerin askıya alınması uygulamaları ile işçi sınıfı hareketi sindirilmiş;

ekonomik program uygulamaya konmuştur. Askeri diktatörlük rejimi süresince alınan kararlar ve 1982 Anayasası içerik olarak incelendiğinde, parasalcı rekabetçi iktisat politikasına geçişte ordunun “hegemonik rolü” net bir biçimde görülmektedir (Tünay, 1993; Yalman, 2002).

*****

Çalışmanın Yunanistan ve Türkiye’de emek-sermaye ilişkilerinin tarihsel gelişim sürecini ve birbirinden farklılık gösteren tarihsel dönemlerde uygulanan Keynesçi iktisat politikasının benzer emek rejimlerini konu alan bu bölümünde, iktisat politikalarındaki dönüşümler, sınıf ilişkileri ve sınıfsal güç dengeleri temelinde incelenmiş; sermaye birikiminin çıkmaza girdiği dönemlerde gerçekleşen iktisat politikası değişikliklerinde askeri darbelerin ve askeri diktatörlük rejimlerinin rolü sorgulanmıştır. Farklı iktisat politikası dönemlerinde işçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlenme kapasitesi, sınıfın ücret ve ücret-dışı haklarının sınırlanmasına karşı direnişi ve bu direnişin iktisat politikaları üzerindeki belirleyiciliği karşılaştırmalı olarak irdelenmiştir.

Yunanistan ve Türkiye’de kapitalist gelişim, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sonrasında sınırların yeniden belirlenmesi ve Yunanistan’la gerçekleştirilen nüfus mübadelesiyle sermaye sahibi Rum azınlıkların Yunanistan’a