• Sonuç bulunamadı

Sanatta, başkaldırı gerçek yaratımda tamamlanır, gerçek yaratımda sürüp gider, eleştiride ya da açıklamada değil. Devrim de yıldırı ya da zorbalıkta değil, bir uygarlıkta kesinlenir ancak. Bundan böyle çağımızın çıkmazdaki bir topluma sorduğu iki soru,

“Yaratmaya olanak var mıdır, devrime olanak var mıdır?” soruları bir tek sorudur, bir uygarlığın yeniden doğuşuyla ilgilidir.

Yirminci yüzyılın devrimi de, sanatı da aynı yoksayıcılığa bağlıdır, aynı çelişki içinde yaşar. Kendi devinimleriyle kesinlediklerini yoksarlar, her ikisi de yıldırıda olanaksız bir çıkış noktası arar. Çağdaş devrim yeni bir dünyayı başlattığını sanır ama eski dünyanın çelişkin sonuçlanışından başka bir şey değildir. Kapitalist toplumla devrimci toplum aynı yola, yani sanayi üretimine, bir de aynı umuda köle oldukları oranda aynı şeydir. Ama cisimlendirme yeteneğinden yoksun bulunduğu, başvurduğu yolla yoksanan biçimsel ilkeler adına umut verir. Ötekiyse, önbiliyi yalnızca gerçek adına doğrular, son anda da gerçeği budar. Üretim toplumu yalnızca üreticidir, yaratıcı değil.

Çağdaş sanat da, yoksayıcı olduğu için, biçimcilikle gerçekçilik arasında çırpınır. Öte

yandan, gerçekçilik sosyalist olduğu oranda da burjuvadır, birincisinde kara, ikincisinde eğitici olur yalnız. Biçimcilik, geleceğin toplumu olduğunu ileri süren toplumun malı olduğu oranda, geçmişin toplumunun da malıdır, birincisinde propagandayı tanımlar, ikincisinde ise nedensiz soyutlamadır. Usdışı yoksamanın yıktığı dil bir söz sayıklaması içinde silinir;

gerekirci düşüngüye boyun eğince, “slogan” olup çıkar. Sanat ikisi arasında yer alır.

Başkaldıran insanın hem hiçlik azgınlığını, hem de tümlüğe boyun eğişi yadsıması gerekirse, sanatçı da hem biçimsel çılgınlıktan, hem tümcü gerçek anlayışından kurtulmalıdır. Bugünün dünyası tektir gerçekten ama birliği yoksayıcılığın birliğidir.

Uygarlık gerçekleşirse, bu dünya biçimsel ilkelerin yoksayıcılığından ya da ilkesiz

yoksayıcılıktan vazgeçip yaratıcı bir bileşimin yolunu yeniden bulunca gerçekleşir. Sanatta da sürekli açıklama ve “röportaj” çağı can çekişir; yaratıcılar çağını muştular o zaman.

Ama, bunun için, sanat ve toplum, yaratma ve devrim, yadsıma ile boyun eğişin, teklik ile evrenselin, birey ile tarihin en sert gerilimde dengelendikleri başkaldırının

kaynağını yeniden bulmalıdır. Başkaldırı kendi başına bir uygarlık öğesi değildir. Ama her uygarlıktan önce gelir. İçinde yaşadığımız çıkmazda, Nietzsche’nin düşünü kurduğu

geleceğe umut bağlamamızı yalnız o sağlar: “Yargıç ve zorba yerine, yaratıcı.”

Sanatçılarca yönetilen bir yurt gibi gülünç bir düşe yol açmayacak bir söz. Tümüyle üretime bağlanmış çalışmanın yaratıcı olmaktan çıktığı çağı, bizim çağımızın dramını

aydınlatıyor yalnız. Sanayi toplumu ancak emekçiye yaratıcının onurunu geri vererek, yani ilgisini ve düşüncesini üretim ölçüsünde çalışmanın kendisine de çevirerek açacaktır

uygarlığın yollarını. Bundan böyle zorunlu duruma gelen uygarlık, bireyde de, sınıflarda da, emekçi ile yaratıcıyı birbirinden ayıramayacaktır; sanat yaratımının da öz ile biçimi, us ile tarihi birbirinden ayırmayı düşünmediği gibi. Herkesin başkaldırıyla kesinlenen onurunu böyle tanıyacaktır. Kunduracılar toplumunu Shakespeare’in yönetmesi bir haksızlık, üstelik ütopya olurdu. Ama kunduracılar toplumunun Shakespeare’den vazgeçtiğini ileri sürmesi de o ölçüde yıkım olur. Kunduracısız Shakespeare zorbalığa suçsuzluk kanıtı sağlar.

Shakespearesiz kunduracı da zorbalığı yaymaya yardım etmedi mi zorbalığa yem olur. Her yaratım efendi ve köle dünyasını yoksar. İçinde yaşamımızı sürdürdüğümüz toplum,

zorbalarla kölelerin bu iğrenç toplumu, ölümü de, değişimi de ancak yaratma düzeyinde bulacaktır.

Ama yaratmanın zorunlu olması olası, olması demek değildir. Sanatta yaratıcı bir çağ bir zamanın düzensizliğine uygulanmış bir biçem düzeniyle tanımlanır. Çağdaşların

tutkularını bir biçim, bir kalıp içine sokar. Öyleyse, bir yaratıcı için, bizim hırçın

prenslerimizin aşka zaman bulamadıkları bir çağda Madame de La Fayette’i yinelemek yetmez. Ortak tutkuların bireysel tutkuları geride bıraktığı günümüzde, aşkın azgınlığını sanatla dizginlemek her zaman olanak içindedir. Ama önlenmez sorun ortak tutkuları ve tarihsel savaşı da dizginleyebilmektir. Öykünücüler ne denli yakınırlarsa yakınsınlar, sanat ruhbilimden insan koşuluna yöneldi. Çağın tutkusu bütün dünyayı tehlikeye düşürünce, yaratım tüm yazgıya egemen olmak ister. Ama aynı anda, tümlük karşısında birliğin kesinlemesini de sürdürür. Yalnız, o zaman ilkin kendi kendisi, sonra da tümlük anlayışı yaratımı tehlikeye atar. Yaratmak, tehlikeli bir biçimde yaratmaktır bugün.

Gerçekten de, ortak tutkuların üstünde kalmak için bunları yaşamak, duymak gerekir, hiç değilse görel olarak. Sanatçı bunları duydu mu içini kemirdiklerini de duyar. Çağımızın

bir sanat yapıtı çağı olmaktan çok, bir röportaj çağı olduğu sonucu çıkıyor bundan.

Zamanını gereğince kullanamaz. Sonra, ortak bir tutkuyu gerçekten yaşamanın tek yolu, onun için, onun elinden ölmek olduğundan, bu tutkuları yaşamanın ölüm olanakları aşk ya da hırs zamanlarındakinden daha fazladır. Bugün en büyük geçerlilik olasılığı sanat için en büyük başarısızlık olasılığıdır. Savaşlar, devrimler ortasında yaratım olanaksızsa, payımıza savaş ve devrim düştüğü için, yaratıcılarımız olmayacak. Bulutun fırtınayı taşıdığı gibi, sınırsız üretim söyleni de savaşı içinde taşır. O zaman savaşlar Batı’yı kasıp kavurur ve Péguy’yi öldürür. Burjuva düzeni, yıkıntılar arasından doğrulur doğrulmaz, devrim

düzeninin kendisine doğru ilerlediğini görür. Péguy’in yeniden doğmasına zaman yoktur;

çevrende beliren savaş Péguy olabilecek kim varsa hepsini öldürecektir. Yaratıcı bir

klasikçiliğe olanak bulunsaydı, bir tek adda da belirse tüm bir kuşağın yapıtı olurdu. Yıkım yüzyılında başarısızlık şansları ancak sayı şansıyla, yani hiç değilse on gerçek sanatçıdan birinin yaşaması, kardeşlerinin ilk sözlerini kendisi üstlenerek yaşamında hem tutku, hem yaratım çağını bulabilme şansıyla karşılanabilir. Sanatçı, istesin, istemesin, bir yalnız kişi olamaz artık, olursa da tüm yaşıtlarına borçlu olduğu hüzünlü yengide olur. Başkaldırmış sanat da en sonunda “Varız”ı, onunla birlikte de yaman bir alçakgönüllülüğün yolunu ortaya koyar.

Bu arada, fetihçi devrim, yoksayıcılığının sapmışlığı içinde, kendisine karşı tümlükte birliği sürdürmeye kalkanları tehdit eder. Bugünün, daha çok da yarının tarihinin

eğilimlerinden biri de sanatçılarla fetihçiler, yaratıcı devrimin tanıklarıyla yoksayıcı

devrimin kurucuları arasındaki savaştır. Savaşın çıkış noktası konusunda, ancak usa uygun düşlere kapılabiliriz. Hiç değilse, bundan böyle onun sürdürülmesi gerektiğini biliyoruz.

Yeni fetihçiler öldürebiliyor ama yaratır görünmüyor. Sanatçılar yaratmasını bilirler,

gerçekten öldüremezler. Sanatçılar arasında katiller bulunması ancak kuraldışı bir şeydir.

Demek devrimci toplumlarımızda sanat ölecek sonunda. Ama o zaman devrim yaşamış olacak. Bir insanda onda saklı sanatçıyı öldürdüğü her seferde, devrim biraz daha tüketir kendini. Fetihçiler en sonunda yasaları önünde dünyaya boyun eğdirtirlerse, niceliğin kral olduğunu değil, bu dünyanın bir cehennem olduğunu kanıtlamış olacaklardır. Bu

cehennemde bile, sanatın yeri yenik düşmüş başkaldırının, umutsuz günlerin çukurunda kör ve boş umudun yeriyle bir olacaktır. Edwin Erich Dwinger, Sibirisches Tagebuch’da (Sibirya Günlüğü), soğuk ve açlığın kol gezdiği bir kampta yıllardır tutsak yaşarken,

kendine tahta tuşlarla, sessiz bir piyano yapmış bir Alman teğmeninden söz eder. Burada yığın yığın düşkünlükler içinde, bir paçavralar kalabalığı ortasında, yalnız kendisinin

duyduğu bir garip müzik besteliyordu. Böylece, cehennem içinde, kaçıp gitmiş güzelliğin gizlemli ezgileri ve acımasız imgeleri, her zaman, suç ve çılgınlık ortasında bile, yüzyıllar boyunca insanın büyüklüğünden yana tanıklık etmiş olan şu uyumlu ayaklanmanın

yankısını getirir bize.

Ama cehennem de gelip geçer, yaşam yeniden başlar bir gün. Tarihin de bir sonu vardır belki; ama bize düşen onu bitirmek değil, bundan böyle gerçek olduğunu

bildiğimize benzer olarak yaratmaktır. Hiç değilse sanat insanın yalnızca tarihle

özetlenmediğini, doğanın düzeninde de bir var olma nedeni bulduğunu öğretir bize. Onun için, büyük Pan ölmemiştir. En içgüdüsel başkaldırısı, bir yandan değeri, herkese özgü onuru kesinlerken, bir yandan da, inatla, gerçeğin adına güzellik denen el değmemiş bir

parçasını ister, birlik susuzluğunu gidermeye çalışır. İnsan tüm tarihi yadsıyabilir ama yine de yıldızların ve denizin evrenine uyabilir. Doğayı ve güzelliği bilmezlikten gelmek isteyen başkaldırmışlar, yapmak istedikleri tarihten emeğin ve varlığın onurunu sürgün ediyorlar ister istemez. Tüm büyük yenileştiriciler, Shakespeare’in, Cervantes’in, Molière’in,

Tolstoy’un yaratmasını bildiği şeyi: Her insanın gönlünde yatan özgürlük ve onur susuzluğunu gidermeye hazır bir dünyayı, tarihte yeniden kurmaya çalışırlar. Güzellik devrimler yapmaz kuşkusuz. Ama bir gün gelir, devrimler ona gereksinim duyar. Onun gerçeğe bir yandan birliğini verirken, bir yandan da ona karşı çıkan kuralı, başkaldırının da kuralıdır. İnsanın yaratılışını, dünyanın güzelliğini selamlamaya da ara vermeden,

durmamacasına yadsınabilir mi adaletsizlik? Yanıtımız “Evet”tir. Ne olursa olsun aynı zamanda hem ayaklanan, hem de bağlı kalan bir aktöre, gerçekten gerçekçi bir devrimin yolunu aydınlatabilecek tek şeydir. Güzelliği alıkoymakla, uygarlığın, biçimsel tarihin ilkelerinden, düşük değerlerinden uzakta, düşüncesinin merkezinde, dünyanın ve insanın ortak onurunu kuracak olan şu canlı erdeme yer vereceği yeniden-doğuş gününü

hazırlıyoruz. Şimdi, kendisini alçaltan bir dünya karşısında, bu erdemi tanımlamaya çalışacağız.

122. Kadın görünümlü, taşıyıcılıktan çok görsel unsur olarak tasarlanmış sütun. (Ç.N.) 123. Stanislas Fumet.

124. Yalnız özlemi, umutsuzluğu, bitmemişi bile söylese, roman yine de biçimi ve kurtuluşu yaratır. Umutsuzluğu adlandırmak, onu aşmaktır. Umutsuz yazın, terimlerde bir çelişkidir.

125. Kuşkusuz 30’lu ve 40’lı yılların “katı” romanı söz konusu değil; on dokuzuncu yüzyılın hayranlık verici Amerikan romanları da söz konusu değil.

126. Bu kuşağın büyük yazarı Faulkner’da bile, iç-konuşma, düşüncenin ancak kabuğunu verir.

127. Bernardin de Saint-Pierre ve Marquis de Sade, farklı eksenlerde, propaganda romanının yaratıcılarıdır.

128. Delacroix, gerçekte “doğruluğuyla nesnelerin görünüşünü bozan şu eğilip bükülmez görünge”yi düzeltmek gerektiğini belirtir. Çok derinlere inen bir gözlemdir bu.

129. Delacroix bunu da derinlikle gösterir: “Gerçekliğin anlamdan yoksun bir sözcük olmaması için tüm insanların aynı usu taşımaları, nesneleri aynı biçimde tasarlamaları gerekirdi.”

130. Düzeltme konulara göre değişir. Yukarıda özelliklerini belirttiğimiz sanat anlayışına bağlı bir yapıtta, biçem konularla değişir, yazara özgü dil, biçem farklarını ortaya çıkaran ortak alan olarak kalır.

V