• Sonuç bulunamadı

21 Ocak 1793’ten önce de, on dokuzuncu yüzyılın kral öldürmelerinden önce de krallar öldürülmüştü. Ama Ravaillac, Damiens ve benzerleri kralın kendisini vurmak istiyorlardı, ilkeyi değil. Başka bir kral istiyorlardı, o kadar. Tahtın uzun süre boş kalabileceğini

düşünemiyorlardı. 1789 yeni çağların başlangıç noktasında yer alır, çünkü bu çağın insanları başka şeyler arasında tanrısal hak ilkesini de yıkmak, son yüzyılların düşünce çekişmelerinde oluşan yoksama ve başkaldırma gücünü tarihe sokmak istemişlerdir.

Böylece, geleneksel zorba-öldürmeye uslamlama sonucu bir tanrı-öldürme eklemişlerdir.

İnançsız denilen düşünce, filozofların ve hukukçuların düşüncesi bu devrime yardımcı olmuştur.38 Bu işin olabilirlik kazanması, kendini yasaya uygun bulabilmesi için, Kilisenin Engizisyon’la gelişen, yersel güçlerle suçortaklığı etmesiyle sürüp giden bir eğilimle, acı çektirme görevini yüklenerek efendilerden yana çıkması gerekmiştir, sonsuz sorumluluğu da budur. Michelet devrim destanında yalnız iki büyük kahraman görmek istemekte

haklıdır: Hıristiyanlık, bir de Devrim. Gerçekten de, 1789, Tanrı iyiliği ve adaletin savaşıyla açıklanır ona göre. Michelet, ölçü tanımaz yüzyılıyla birlikte, büyük kavramlardan hoşlansa bile, burada devrim bunalımının en derin nedenlerinden birini göstermiştir.

Eski yönetimde krallık, yönetiminde her zaman kuralsız olmasa bile, ilkesinde tartışılmaz biçimde böyle olmuştur. Tanrısal hakka dayanıyordu, yani yasallığı

tartışılamazdı. Yine de, özellikle parlamentolarda, bu yasallığa sık sık karşı çıkılmıştı. Ama uygulayıcılar bunu bir belit sayıyor ve öyle gösteriyorlardı. XIV. Louis’nin bu ilke

konusunda ne denli kararlı olduğu bilinir.39 Bossuet de kendisini destekliyor, krallara,

“Sizler birer tanrısınız,” diyordu. Kral, bir yönüyle, dünyasal işlerde, bu arada da adalet konusunda, tanrısal bir görevin yürütücüsüdür. Tanrı’nın kendisi gibi, yoksulluğun ve adaletsizliğin acısını çekenlerin başvurabilecekleri son noktadır. İlke açısından, halk krala başvurarak kendisini ezenlerden yakınabilir. “Kral bir bilseydi, Çar bir bilseydi...”, işte Fransız ve Rus halklarının düşkünlük evrenlerinde sık sık dile getirilen duyguları. Krallığın, hiç değilse Fransa’da, durumu bildiği zaman büyüklerin ve burjuvaların baskısına karşı halk topluluklarını savunmaya çalışmış olduğu doğrudur. Ama buna adalet denilebilir miydi? Çağın yazarlarının görüş açısı olan saltık açıdan, hayır. Krala başvurulabilirse de ilke olarak kral konusunda hiçbir yere başvurulamaz. Yardımını, desteğini, isterse istediği zaman dağıtır.

Kuralsızlık, tanrısal bağışlamanın başlıca niteliklerinden biridir. Dinsel biçimiyle, krallık son sözü her zaman tanrısal bağışlamaya bırakan, onu adaletten üstün tutan bir

yönetimdir. Savualı papaz yardımcısının bildirisininse,40 tam tersine, adalet önünde

Tanrı’nın boyun eğmesini sağlamak, böylece, çağının biraz bön tantanası ile, çağdaş tarihi başlatmaktan başka bir özgünlüğü yoktur.

Gerçekten de, inançsız düşünce, Tanrı’yı tartışma konusu ettiği andan sonra, adalet sorununu baş köşeye çıkarır. Ne var ki, o zamanın adaleti eşitlikte birleşir. Tanrı sendeler;

adalete gelince, eşitlikte kesinlenmek için, doğrudan doğruya yeryüzündeki temsilcisine saldırarak ona son yumruğunu indirmek zorundadır. Tanrısal hukukun karşısına doğa hukukunu çıkarmak ve 1789’dan 1792’ye kadar, üç yıl süresince, onu kendisine katılmaya

zorlamak bile, tanrısal hukuku yıkmaktır. Tanrısal bağışlama, son başvurma noktası olarak, uzlaşamaz. Kimi noktalarda boyun eğebilir, son noktada asla. Ama bu yetmez.

Michelet’ye göre, zindana atılmış XVI. Louis hâlâ kral olmak istiyordu.

Öyleyse, yeni ilkeler Fransası’nda bir yerlerde, yenik düşmüş ilke, sırf var olmasından ve inancından aldığı güçle, bir zindanın duvarları arasında yaşıyordu. Adaletin tanrısal bağışlamayla tek ortak yanı tüm olmak ve saltık bir biçimde egemen kalmak istemesidir.

Uzlaşmazlığa düştükleri andan sonra, ölümüne çarpışırlar. Hukukçu inceliklerinden yoksun olan Danton, “Kralı mahkûm etmek istemiyoruz, öldürmek istiyoruz,” der. Gerçekten de, Tanrı yadsınıyorsa, kral öldürülmelidir. Anlaşıldığına göre, Saint-Just öldürtür XVI. Louis’yi, ama, “Sanığın belki de ölmesini gerektirecek ilkeyi tanımlamak, onu yargılayan toplumu yaşatan ilkeyi tanımlamaktır,” diye haykırdığı zaman, kralı filozofların öldüreceğini ortaya koyar: Kral toplumsal sözleşme adına ölmelidir.41 Ama bu konu da aydınlatılmak ister.

38. Ama krallar da yavaş yavaş politik güce dinsel gücü eklemiş, böylece yasaya uygunluk ilkelerini çürüterek buna yardım etmişlerdir.

39. Birinci Charles, tanrısal hakta o kadar ısrar ediyordu ki, onu yadsıyanlara karşı adaletli ve dürüst olmayı zorunlu bulmuyordu.

40. J.-J. Rousseau’nun Emile’inin önemli bir bölümü söz konusu ediliyor burada. Rousseau burada bir yandan doğaya, bir yandan kişinin iç evrenine dayanan, kişisel bir dinin gerekliliğini kanıtlamaya çalışır. (Ç.N.)

41. Rousseau bunu istemezdi elbette. Bu çözümlemenin başına, onun sınırlarını belirtmek için, Rousseau’nun kesinlikle söylediğini koymak gerekir: “Şu dünyada hiçbir şey insan kanı pahasına alınmaya değmez.”

YENİ İNCİL

Toplumsal Sözleşme her şeyden önce iktidarın yasallığı üzerine bir araştırmadır. Ama bir hukuk kitabıdır, olaylar kitabı değil,42 toplumbilimsel gözlemlere dayanmaz hiçbir zaman. Araştırması ilkelerle ilgilidir. Bu kadarıyla bile bir yadsımadır. Tanrısal

kaynaklardan geldiği kabul edilen geleneksel yasallığın köklü olmadığını varsayar. Demek ki, başka bir yasallığı, başka ilkeleri haber verir. Toplumsal Sözleşme bir din kitabıdır da, bir din kitabının havasını, bir din kitabının kesin dilini içerir. 1789 nasıl İngiliz ve Amerikan devrimlerinin kazançlarını tamamlarsa, Rousseau da Hobbes’ta bulduğumuz sözleşme kuramını mantıksal sınırlarına götürür. Toplumsal Sözleşme, tanrısı doğayla karışmış us, yeryüzündeki temsilcisi ise, kral yerine, genel istemi içinde ele alınan halk olan yeni dine büyük bir anlam genişliği verir, onun inaksal bir açıklamasını yapar.

Geleneksel düzene saldırı öylesine açıktır ki, Rousseau, daha ilk bölümde, halk kavramını yerleştiren yurttaşlar antlaşmasının krallığa temel olan kral-halk

antlaşmasından önce geldiğini kanıtlamaya çalışır. Ona gelininceye dek, Tanrı kralları oluşturuyordu, krallar da halkları. Toplumsal Sözleşme’den sonra, halklar kralları

oluşturmadan önce kendilerini oluştururlar. Tanrı’ya gelince; şimdilik söz konusu olmaktan çıkmıştır. Newton devriminin siyasal alandaki karşılığıdır bu. Öyleyse, iktidarın kaynağı saymacada değil demektir, genel benimsemededir. Başka bir deyimle, olan değildir artık, olması gerekendir. Bereket versin ki, Rousseau için, olan olması gerekenden ayrılamaz.

Halk “yalnızca her zaman olması gereken olduğu için” egemendir. Bu kanıtlamayla, o çağda inatla başvurulan usun burada pek de önemsenmediği söylenebilir. Genel istem de tıpkı Tanrı gibi öne sürüldüğüne göre, Toplumsal Sözleşme’de bir gizemciliğin doğuşuyla karşı karşıya bulunduğumuz açıktır. “Her birimiz kişiliğimizi topluluğa, bütün gücümüzü yüce istemin buyruğuna veririz, her üyeyi de bütünün bölünmez parçası olarak

benimseriz,” der Rousseau.

Egemen olmuş bu siyasal varlık tanrısal bir varlık olarak da tanımlanır. Öte yandan, tanrısal varlığın bütün niteliklerini taşımaktadır. Gerçekten de, egemen, yüce varlık,

kötüyü isteyemeyeceğine göre yanılmaz bir varlıktır. “Usun yasası altında, nedensiz hiçbir şey olmaz.” Saltık özgürlüğün kendine karşı özgürlük olduğu doğruysa, tüm olarak

özgürdür. Rousseau böylece egemen varlığın kendisinin uymazlık edemeyeceği bir yasayı benimsemesinin siyasal yapının özüne aykırı olduğunu bildirir. Aynı zamanda, başkasına da devredilemez, bölünemez de. Sonra büyük dinsel sorunu, yüce-güç ile tanrısal arılık arasındaki çelişkiyi de çözmeye çalışır. Genel istem zorlayıcıdır gerçekten; gücünün sınırı yoktur. Ama kendisine uymayı yadsıyana vereceği ceza bir tür “özgür olmaya zorlama”dan başka bir şey değildir. Rousseau egemen varlığı kaynaklarından koparıp da genel istemi herkesin isteminden ayıracak noktaya geldiği zaman, tanrılaştırma tamamlanmıştır.

Mantığa uygun olarak, Rousseau’nun öncüllerinden çıkarabiliriz bunu. İnsan doğuştan iyiyse, doğa onda usla özdeşleşiyorsa, usun üstünlüğünü de dile getirir. Öyleyse, bundan böyle kararından dönemez artık. Genel istem her şeyden önce evrensel usun anlatımıdır, bu anlatım da kesindir. Yeni Tanrı doğmuştur.

İşte bunun için Toplumsal Sözleşme’de en sık karşılaştığımız sözcükler “saltık”,

“kutsal”, “dokunulmaz” sözcükleridir. Böylece tanımlanan, yasası da kutsal buyruk olan siyasal yapı zamansal Hıristiyanlığın gizemsel yapısının ikincil bir ürününden başka bir şey değildir. Öte yandan, Toplumsal Sözleşme yurttaşlık dininin betimlenmesiyle biter,

Rousseau’yu yalnız muhalefete değil, bağımsızlığa da yer vermeyen çağdaş toplumların öncüsü yapar. Gerçekten de, yeni çağlarda yurttaşlık inancını ilk kez Rousseau kurar. İlk kez, uygar bir toplumda ölüm cezasını ve sultanın sultanlığına uyruğun kesin boyun eğişini doğrular. “İnsanın katil olunca ölmeye razı olması, bir katilin kurbanı olmamak içindir.”

Tuhaf ama sultan buyurunca ölmek, gerekince ona kendi zararına hak vermek gerektiğini sağlam temellere oturtan bir doğrulama. Saint-Just’ün tutuklandığı dakikadan darağacına gittiği dakikaya dek susuşunu bu gizemci kavram açıklar. Uygun biçimde geliştirilirse, Stalin çağının davalarının coşkulu sanıkları da bu kavramla açıklanır.

Kurbanları da, çilecileri de, ermişleri de eksik olmayan bir dinin şafağındayız işte. Bu kutsal kitabın kazandığı etkiyi yargılayabilmek için, 1789 bildirilerinin esinli havası

konusunda bir bilgi edinmek gerekir. Bastille’de ortaya çıkarılan kemik yığınları önünde, Fouchet şöyle haykırır: “Tanrısal esin günü geldi. Fransız özgürlüğünün sesiyle kemikler ayağa kalktı; baskı ve ölüm yüzyıllarına karşı tanıklık ediyor, insan yaratılışının ve

ulusların yaşamının yeniden canlanışını muştuluyorlar.” Sonra önbiliye başlar: “Çağların ortasına ulaştık. Zorbalar olgunlaştı.” Hayran ve cömert inanç dakikasıdır bu, hayranlık verici halkın Versailles’da darağacını devirip tekmelediği dakikadır.43 Darağaçları dinin ve adaletsizliğin sunakları gibi görünür. Yeni inanç hoş göremez onları. Ama bir an gelir, inanç kendi sunaklarını yükseltir, kayıtsız şartsız saygı ister. Darağaçları yeniden belirir o zaman, sunaklara, özgürlüğe, yeminlere ve Us şenliklerine karışır, yeni inancın ayinleri kan içinde kutsanır. Ne olursa olsun, 1789’un “kutlu insanlığının”44, “efendimiz insan türünün”45 saltanatının başladığını belirtebilmek için, düşmüş hükümdarın yok olması gerekir ilkin. Papaz kralın öldürülmesi, bugün hâlâ sürmekte olan yeniçağı berkitecektir.