• Sonuç bulunamadı

Marx aynı zamanda hem bir burjuva peygamber, hem de bir devrimci peygamberdi.

İkincisi birincisinden daha ünlüdür. Ama ikincisinin yazgısının çok yanlarını birincisi açıklar.

Onda Hıristiyan ve burjuva kökenli, tarihsel ve bilimsel bir mutlu gelecek inancı Alman ülkücülüğü ile Fransız ayaklanmalarından doğma devrimci gelecek inancını etkilemiştir.

İlkçağ dünyasıyla karşılaştırılınca Hıristiyan dünya ile Marksçı dünyanın birliği sarsar insanı. Her iki dünyanın ortak yanı kendilerini Helen tutumundan ayıran bir dünya

görüşleri bulunmasıdır. Jaspers çok iyi tanımlar bunu: “İnsanların tarihini kesinlikle tek bir tarih olarak görmek bir Hıristiyan düşüncesidir.” İlk olarak Hıristiyanlar insan yaşamını ve

olaylar dizisini bir kaynaktan bir sona doğru giden bir tarih olarak görmüşler, insanın

kurtuluşu ya da cezayı bu tarih süresi içinde hak ettiğini düşünmüşlerdir. Tarih felsefesi bir Helen kafası için şaşırtıcı olan bir Hıristiyan belirlemesinden doğmuştur. Helenlerin oluşum kavramıyla bizim tarihsel evrim düşüncemizin ortak hiçbir yanı yoktur. İkisi arasındaki fark bir daireyle düz bir çizgiyi birbirinden ayıran farktır. Helenler çevrimsel olarak

tanımlarlardı dünyayı. Kesin bir örnek vermek gerekirse, Aristoteles Troia Savaşı’ndan sonra geldiğini düşünmüyordu. Hıristiyanlık, Akdeniz dünyasına yayılabilmek için,

Helenleşmek zorunda kaldı, bu yüzden öğretisi yumuşadı. Ama özgünlüğü o zamana değin hiçbir zaman birbirine bağlanmamış iki kavramı, tarih ve ceza kavramlarını ilkçağ

dünyasına sokmak oldu. Aracılık düşüncesi bakımından, Hıristiyanlık Helen’dir. Tarihsellik kavramı dolayısıyla Yahudi’dir ve Alman ülkücülüğünde yeniden karşımıza çıkacaktır.

Tarihsel düşüncelerin bir gözlem değil de bir değişim konusu olarak gördükleri doğaya düşmanlıkları göz önüne alınırsa, bu kopma daha iyi fark edilir. Marksçılar için olduğu gibi Hıristiyanlar için de doğayı yenmek gerekir. Helenler ona uymanın daha iyi olduğu

görüşündedirler. İlk Hıristiyanlar ilkçağın acun aşkını bilmezler, üstelik, sabırsızlıkla,

dünyanın iyice yaklaşmış sonunu beklemektedirler. Helencilik, Hıristiyanlıkla birleşince, bir yandan Albi sapkınlığının89 gelişimini, bir yandan da Aziz Francesco’yu doğuracaktır. Ama Engizisyon, bir de Albi sapkınlığının yok edilişi Kilise’yi dünyadan ve dünyanın

güzelliğinden yeniden ayırır, tarihin doğadan üstünlüğü benimsenir. Jaspers yine haklıdır:

“Dünyayı yavaş yavaş özünden boşaltır Hıristiyanlık... öyle ya, bir simgeler bütününe dayanır.” Bu simgeler çağlar içinde süren tanrısal dramın simgeleridir. Doğa bu dramın dekorundan başka bir şey değildir artık. Hıristiyanlık insanla doğanın güzel dengesini, bütün ilkçağ düşüncesini ışıklandıran şu insanın doğayı benimseyişini bozar, bunu da tarih yararına yapar. Dünyayla dostluk gelenekleri bulunmayan Kuzey halklarının da bu tarihe girişi, devinimi hızlandırır. İsa’nın tanrılığının yadsındığı, Alman ülkücülüğünün desteğiyle, İsa’nın yalnızca Tanrı-insanın simgesi olduğu andan sonra, aracılık kavramı silinir, Yahudi bir dünya canlanır yeniden. Orduların dizginlenmez tanrısının saltanatı başlar yine, her güzellik boş hazlar kaynağı diye alçaltılmış, doğa köleleştirilmiştir. Marx, bu açıdan,

tarihsel tanrının Yeremyası, devrimin Aziz Augustinusu’dur. Çağdaşları arasında gericiliğin en akıllı kuramcısı ile basit bir karşılaştırma, öğretisinin özellikle gerici yanlarının bununla açıklandığını göstermeye yeter.

Joseph de Maistre, Hıristiyanca bir tarih felsefesi adına, “üç yüzyıl boyunca

düşünülmüş bütün kötülükler”in özeti olarak gördüğü Jakobenliği ve Calvinciliği çürütür.

Dinsel bölünmeler, sapkınlıklar karşısında, en sonunda Katolik bir kilisenin “dikişsiz giysi”sini yeniden yapmak ister. Ereği –masonluk serüvenleri sırasında görürüz bunu90– evrensel Kilise sitesini kurmaktır. Maistre, ilk biçimdeki Âdem’i ya da Fabre d’Olivet’nin farklılaşmış insanların kökenindeki evrensel insanıyla Kabalacıların Âdem Kadmon’unu düşler. Düşüşten önceki bu insanı yeniden yaratmak gerekmektedir. Kilise bütün dünyayı kapladığı zaman, bir ilk ve son Âdem’e beden verecektir. Les Soirées de

Saint-Pétersburg’da (Petersburg Geceleri) bu konuda birçok sözlere rastlanır, bunların Hegel ve Marx’ın mutlu gelecekle ilgili sözleriyle benzerliği şaşırtır insanı. Maistre’in tasarladığı hem yersel, hem göksel Kudüs’te, “aynı ruhu kavramış olan insanlar birbirlerini anlayacak, birbirlerinin mutluluğunu yansıtacaklardır”. Maistre ölümden sonra kişiliği yadsımaya dek

götürmez işi; yalnız, “kötülük yok edilince, tutkunun da, kişisel çıkarın da kalmayacağı” ve

“çifte yasa silinip de iki merkez birleşince insanın benliğine yeniden kavuşacağı” bir yeniden kazanılmış birlik düşü kurar.

Hegel de çelişkileri usun gözlerinin bedenin gözleriyle birleşeceği saltık bilgi yurdunda uzlaştırıyordu. Ama Maistre’in görüşü “özle varlık, özgürlükle zorunluk arasındaki kavganın sonunu” haber veren Marx’ın görüşüne de yaklaşır. Maistre’e göre, kötülük birliğin

bozulmasından başka bir şey değildir. Ama insan hem yeryüzünde, hem gökyüzünde birliğini bulmak zorundadır. Hangi yollarla? Eski yönetimin gericisi Maistre bu noktada Marx’ tan daha karanlıktır. Bununla birlikte, büyük bir dinsel devrim bekliyordu, 1789 bunun “tüyler ürpertici bir giriş”inden başka bir şey değildi. Gerçeği yapmamızı, yani tümüyle yeni devrim anlayışının izlencesini uygulamamızı isteyen Aziz Yuhanna’yı, “yok edilmesi gereken son düşmanın ölüm olduğunu” haber veren Aziz Paulus’u anıyordu.

İnsanlık, cinayetler, zulümler ve ölümler içinden, her şeyi doğrulayacak olan bu tükenişe doğru yürüyordu. Maistre’e göre yeryüzü “durmadan, dinlenmeden, nesnelerin tükenişine, kötülüğün kazınmasına, ölümün ölümüne dek yaşayan ne varsa hepsinin kurban edilmesi gereken, uçsuz bucaksız bir sunak”tan başka bir şey değildir. Yine de yazgıcılığı etkindir.

“İnsan her şeyi yapabilirmiş gibi eyleme girişmeli, hiçbir şey yapamazmış gibi boyun eğmelidir.” Aynı yaratıcı yazgıcılığı Marx’ta da buluruz. Maistre kurulu düzeni doğrular kuşkusuz. Ama Marx da kendi çağında kurulan düzeni doğrular. Kapitalizmin en güzel övgüsü en büyük düşmanınca yapılmıştır. Marx ancak kapitalizm gününü doldurduğu

oranda kapitalizm düşmanıdır. Başka bir düzen kurulacak ve tarih adına, yeni bir törelere-bağlılık isteyecektir. Bunun yollarına gelince; Marx için de, Maistre için de aynıdır: siyasal gerçekçilik, sıkı düzen, güç. Maistre, Bossuet’nin aşırı düşüncesini yineleyerek, “Sapkın kişi kişisel düşünceleri olan kişidir,” başka bir deyişle, “Sapkın kişi toplumsal ya da dinsel bir geleneğe dayanmayan düşünceleri olan kişidir,” dediği zaman, töreye uyarlıkların en eskisinin ve en yenisinin tanımını verir. Bu yüksek mahkeme savcısı, celladın karamsar ozanı, bizim diplomat savcılarımızı haber verir o zaman.

Söylemek bile fazla, ne Maistre’i bir Marksçı ne de Marx’ı bir Hıristiyan yapar bu benzerlikler. Marksçılıkta tanrısızlık kesindir. Yine de insan düzleminde yüce varlığa yer verir. “Din eleştirisi insanın insan için yüce Varlık olduğu öğretisine varır.” Bu açıdan,

sosyalizm bir insanı tanrılaştırma çabasıdır, geleneksel dinlerin kimi özelliklerini almıştır.91 Ne olursa olsun, bu yaklaştırma, devrimci bile olsa her türlü tarihsel gelecek inancının Hıristiyan kaynakları konusunda aydınlatıcıdır. Tek fark bir gösterge değişikliğindedir.

Marx’ta olduğu gibi Maistre’de de çağların sonu Vigny’nin büyük düşünün, kurtla kuzunun barışmasının, cani ile kurbanın aynı sunağa yürümesinin, bir yeryüzü cennetinin

başlamasının ya da yeniden başlamasının gerçekleşmesi demektir. Marx’a göre, tarihin yasaları özdeksel gerçeği yansıtır; Maistre’e göre de tanrısal gerçeği. Birincisi için, özdek özdür; ikincisi için, Tanrı’nın özü bu yeryüzünde cisimleşmiştir. İlke bakımından,

ölümsüzlük iki düşünürü birbirinden ayırır ama tarihsellik gerçekçi bir sonuçta birleştirir onları.

Maistre Yunanistan’dan nefret eder (aynı ülke güneşle ilgili her güzelliğin yabancısı olan Marx’ı da rahatsız ederdi), Yunanistan’ın bölücülük ruhunu kalıt bırakarak Avrupa’yı çürüttüğünü söylerdi. Aracılardan vazgeçmediği, üstelik Hıristiyanlığın çıkardığı ve dinsel

kaynaklarından koptuktan sonra, bugün Avrupa’yı öldürmek tehlikesi gösteren tarihsel tümlük ruhunu bilmediği için, Yunan düşüncesinin her şeyden önce birlik düşüncesi olduğunu söylemek daha doğru olurdu. “Bir Yunan adı, bir Yunan simgesi, bir Yunan maskesi bulunmayan bir masal, bir çılgınlık, bir sapkınlık mı vardır?” Koyu ilkecinin öfkesine aldırmayalım. Bu şiddetli tiksinti, bütün ilkçağ dünyasıyla bağlarını koparmış olmasına karşılık, Hıristiyanlığı kutsallıktan sıyıracak ve onu fetihçi bir kiliseye bağlayacak olan yetkeci sosyalizmle el ele vermiş yenilik anlayışını dile getirir gerçekte.

Marx’ın bilimsel mesihçiliği ise burjuva kaynaklıdır. İlerleme, bilimin geleceği, teknik ve üretim aşkı on dokuzuncu yüzyılda birer inanç olarak oluşmuş burjuva söylenleridir.

Komünist Manifesto ile Renan’ın Bilimin Geleceği’nin aynı yılda yayımlandıklarını

unutmamalı. Çağımızın okulu için şaşırtıcı olan bu son inanç açıklaması, on dokuzuncu yüzyılda, sanayi ile bilim alanındaki şaşırtıcı ilerlemelerin uyandırdığı bu neredeyse gizemci umutlar hakkında en doğru düşünceyi verir. Bu umut teknik ilerlemeden yararlanan burjuva toplumunun ta kendisinin umududur.

İlerleme kavramı aydınlanma çağı ve burjuva devrimiyle çağdaştır. Hiç kuşkusuz, on yedinci yüzyılda da esinleyicileri bulunabilir bunun; Fransa’daki eskiler ve yeniler kavgası, daha o zamandan, tümden saçma bir sanatsal ilerleme kavramı sokar Avrupa

ülkücülüğüne. Daha ciddi bir biçimde, Descartesçılıktan her zaman gelişen bir bilim görüşü çıkarılabilir. Ama ilk kez Turgot, 1750 yılında, yeni inancın açık bir tanımını yapar. İnsan usunun ilerlemesi konusundaki söylevinde, Bossuet’nin evrensel tarihini yineler. Yalnız, tanrısal istemin yerine ilerleme düşüncesi geçer burada. “Tüm insan türü, birbirini

kovalayan durgunluklar ve çalkantılar, iyilikler ve dertler içinde, ağır adımlarla olsa bile, durmamasıya, daha büyük bir kusursuzluğa doğru yürüyor.” Condorcet’nin, devlet

ilerlemesine bağladığı ilerlemenin resmî kuramcısı, aydınlanma devletince zehir içmek zorunda bırakıldığına göre, aynı zamanda ilerlemenin resmî kurbanı olan Condorcet’nin parlak görüşlerinin özünü de bu iyimserlik sağlar. Sorel92 ilerleme felsefesinin teknik ilerlemelerin ürünü olan özdeksel rahatlığın tadını çıkarmaya can atan bir topluma yaraşan bir felsefe olduğunu söylerken, yerden göğe haklıydı. İnsan, dünya düzeninde, yarının bugünden daha iyi olacağına güvendi mi rahatça gönül eğlendirebilir. Aykırı gibi görünüyor ya ilerleme tutuculuğu doğrulamaya yarayabilir. Geleceğe güvenden alınmış bir senettir, efendinin içinin rahat etmesini sağlar. Köleye, bugün zavallı durumda bulunan, gökte de hiçbir avuntusu bulunmayan kimselere, hiç değilse geleceğin kendileri için olduğu söylenir. Gelecek efendilerin kölelere seve seve bıraktıkları biricik gönençtir.

Bu düşünceler, görüldüğü gibi, bugün de geçerliliğini yitirmiş düşünceler değildi. Ama devrim anlayışı şu çift anlamlı ve kolay ilerleme konusunu yeniden ele almış olduğu için yitirmemişlerdir geçerliliklerini. Aynı ilerleme söz konusu değil kuşkusuz; Marx burjuvaların ussal iyimserliğiyle alay eder durur. Göreceğimiz gibi, onun nedeni farklıdır. Yine de

uzlaşmış bir geleceğe doğru güç bir yürüyüşle tanımlanır Marx’ın düşüncesi. Hegel ile Marksçılık Jakobenlere bu mutlu geleceğin yolunu dümdüz gösteren biçimsel değerleri yıkmıştır. Bununla birlikte, bu ileri doğru gidiş düşüncesini alıkoymuşlar, yalnız bunu toplumsal ilerlemeyle karıştırmış ve zorunlu olduğunu kesinlemişlerdir. On dokuzuncu yüzyılın burjuva düşüncesini sürdürüyorlardı böylece. Gerçekten de, Tocqueville,

coşkunluk nöbetini Marx’ı etkilemiş olan Pecqueur’e bırakmadan önce, gösterişli bir dille şöyle demişti: “Eşitliğin derece derece ve ileriye doğru gelişmesi, insan tarihinin hem geçmişi, hem de geleceğidir.” Marksçılığa varmak için bu eşitliğin yerini üretim düzeyine vermek ve üretimin son basamağında bir değişim olarak uzlaşmış toplumun

gerçekleştiğini tasarlamak gerekir.

Evrimin zorunluluğuna gelince; 1822 yılında tanımladığı üç evre yasası ile, Auguste Comte bunun en dizgesel tanımını verir. Comte’un sonuçları, nedense, bilimsel

sosyalizmin benimseyeceği sonuçlara çok benzer.93 Olguculuk, on dokuzuncu yüzyılın ülkücü devriminin yankılarını büyük bir açıklıkla gösterir, Marx da geleneğe göre dünyanın başlangıcında olan Cennet’i ve Tanrı esinini tarihin sonuna bırakan bu devrimin

temsilcilerinden biridir. Doğaötesi çağ ile dinsel çağın yerini alması kaçınılmaz olan olgucu çağ bir insanlık dininin belirişi olacaktı. Henri Gouhier, Comte’un içinde Tanrı izleri

bulunmayan bir insan bulmak istediğini söylerken, onun giriştiği çabayı tanımlamış olur.

Comte’un her yerde saltığın yerini görele vermek olan ilk ereği, görelliğin tanrılaştırılması sonucunu verdi, hem evrensel, hem de aşkınlıktan yoksun bir dinin öğütlenmesi oldu.

Comte Jakobenlerin us saygısını olguculuğun ilk belirişi olarak görüyor, kendini de, haklı olarak, 1789 devrimcilerinin ardılı sayıyordu. İlkelerin aşkınlığını kaldırıp düzenli bir

biçimde türün dinini kurarak bu devrimi hem sürdürüyor, hem genişletiyordu. “Din adına Tanrı’yı bir yana bırakmak” başka hiçbir anlam taşımıyordu. O gün bugün başarısı gittikçe artan bir manyaklığı başlatarak bu yeni dinin ermiş Paul’ü olmak, Roma Katolikliği yerine Paris Katolikliğini getirmek istedi. Katedrallerde, “Tanrı’nın eski mihraplarının yerinde tanrılaşmış insanlığın heykelini” göreceğini umduğu bilinir. 1860 yılına değin Notre-Dame Kilisesi’nde olguculuk vaazları verebileceğini hesaplıyordu. Göründüğü ölçüde gülünç değildir bu hesap. Kuşatılmış Notre-Dame hâlâ direniyor. İnsanlık dini on dokuzuncu yüzyılın sonunda gerçekten dinsel öğütlerle yayıldı ve Marx, hiç kuşkusuz Comte’u okumamış olmakla birlikte, bu dinin peygamberlerinden biri oldu. Ne var ki, Marx

aşkınlıktan yoksun bir dinin açıkça politika olduğunu anlamıştı. Comte da biliyordu bunu, hiç değilse, dininin her şeyden önce bir topluma tapma olduğunu, politika gerçekliğini, bireysel hakkın yadsınmasını, zorbalığın kurulmasını gerektirdiğini anlıyordu.94 Papazları bilginler olacak bir toplum, özel yaşamın tümden kitle yaşamıyla özdeşleşeceği, her şeye hükmeden büyük rahibe tam bir “eylem, düşünce ve gönül” uyarlığıyla bağlanacak yüz yirmi milyonluk Avrupa üzerinde egemen olacak olan iki bin banker ve teknisyen, işte Comte’un çağımızın yatay dini diye adlandırabileceğimiz şeyi haber veren ütopyası.

Gerçekten de, bilimin aydınlatıcı gücüne inanırken bir polis örgütü öngörmediği için ütopyadır bu görüş. Başkaları daha gerçekçi olacaklardır; insanlık dini de gerçekten kurulacaktır ama insanların kanları ve acıları üzerine...

Marx’ın insanlığın gelişmesinde sanayi üretiminin yeri konusundaki tekelci düşüncesini burjuva iktisatçılara borçlu olduğu, emek-değer kuramının özünü burjuva ve sanayi

devriminin iktisatçısı Ricardo’dan aldığı da bu gözlemlere eklenirse, onun burjuva

önbiliciliğinden söz etmekte haklı olduğumuz kabul edilecektir. Bu yaklaştırmaların ereği, çağımızın taşkın Marksçılarının ileri sürdükleri gibi Marx’ın bir başlangıç ve son değil95, insan doğasına katılan bir düşünür olduğunu gösterir yalnız: Öncü olmaktan önce

kalıtçıdır. Gerçekçi olmasını istediği öğretisi, bilim dini, Darwin evrimciliği, buhar makinesi

ve dokuma endüstrisi çağında gerçekten öyleydi. Yüz yıl sonra, bilim görelcilikle,

belirsizlikle, rastlantıyla karşı karşıya geldi; ekonomi elektriği, demir ve atom üretimini de göz önüne almak zorunda. Birbirini kovalayan bu buluşları toplamak, birleştirmek

konusunda arı Marksçılığın uğradığı başarısızlık Marx’ın çağının burjuva iyimserliğinin de başarısızlığıdır. Bu başarısızlık, Marksçıların yüzyıllık gerçekleri bilimsel olmaktan

çıkarmadan, donmuş durumda sürdürme savlarını gülünçleştirir. On dokuzuncu yüzyılın mutlu gelecek düşüncesi, ister devrimci, ister burjuva olsun, farklı derecelerde ama kendi eliyle tanrılaştırdığı bu bilimin, bu tarihin birbirini kovalayan gelişmeleri karşısında ayakta kalamadı.