• Sonuç bulunamadı

Özgürlük, “sağanakların savaş arabası üzerine yazılmış olan bu korkunç ad”32, bütün devrimlerin özündedir. O olmadı mı adalet düşünülmesi olanaksız bir şey gibi gelir

ayaklanmışlara. Yine de, bir zaman gelir, adalet özgürlüğün bir süre yasaklanmasını ister.

O zaman büyük ya da küçük bir yıldırı gelip devrimi taçlandırır. Her başkaldırı bir suçsuzluk özlemidir, varlığa yönelen bir sesleniştir. Ama bir gün olur, özlem silahları kendi eline alır, tüm suçluluğu, yani öldürmeyi ve şiddeti omuzlarına yüklenir. Böylece, bayağı

başkaldırılar, kral öldüren devrimler, bir de yirminci yüzyıl devrimleri, gittikçe daha tam bir kurtuluşu yerleştirmeye kalktıkları oranda büyüyen bir suçluluğu benimsemişlerdir. Artık göz kamaştırıcı bir duruma gelmiş bir çelişki, Kurucularımızın33 yüzlerinde, söylevlerinde parıldayan mutluluk ve umut havasını bizim devrimcilerimizin de taşımasını önlemektedir.

Kaçınılmaz bir şey midir bu, başkaldırının değerini belirler mi, yoksa onu çelmeler mi, doğaötesi başkaldırı konusunda olduğu gibi, devrim konusunda da sorulacak soru budur.

Gerçekten de, devrim başkaldırının mantıksal bir sonucundan başka bir şey değildir.

Devrim eylemini çözümlerken, yoksadığı şey karşısında insanı doğrulamak yolundaki şu umutsuz ve kanlı çabayı göreceğiz yine. Devrimcilik insanın şu eğilmek istemeyen yanının savunmasını üstlenir. Ama ona zaman içinde egemenlik vermek ister. Kaçınılmaz gibi görünen bir mantıkla, Tanrı’yı yadsıyıp tarihi seçer.

Kuram olarak, devrim sözü gökbilimdeki anlamını sürdürür.34 Halkayı kapatan, yolun tamamlanmasından sonra bir hükümetten başka bir hükümete geçen bir devinimdir bu.

Hükümet değişikliğine başvurulmadan yapılan bir mülk yönetimi değişikliği devrim değil, düzeltmedir. Başvurduğu yollar ister kanlı, ister barışçı olsun, aynı zamanda politik olarak da belirmeyen ekonomik devrim yoktur. Bu bile başkaldırı eyleminden ayırır devrimi. O ünlü “Hayır, ekselans, bir başkaldırı değil bu, bir devrim” sözü de bu temel farkı belirler.

Tam olarak, “yeni bir hükümet kurulacağı kesin” anlamına gelir. Başkaldırı devinimi çabucak duruverir. Tutarlılıktan yoksun bir tanıklıktan başka bir şey değildir. Devrimse, tam tersine, düşünceden yola çıkar. Başkaldırı yalnızca bireysel deneyimden düşünceye götüren devinimler, devrim tarihsel deneyime düşüncenin girişidir. Bir başkaldırı

deviniminin tarihi, her zaman için, bir daha dönmemesiye olaylara bağlanmanın, bir öğreti de, bir neden gerektirmeyen, karanlık bir karşı gelmenin tarihidir. Buna karşılık, devrim bir eylemi düşünceye göre biçimlendirme, dünyayı kuramsal bir çerçeveye uydurma çabasıdır.

Bunun için, başkaldırı insanları öldürür, devrimse hem insanları, hem ilkeleri yok eder.

Ama, aynı nedenlerle, tarihte şimdiye dek bir devrim olmadığı da söylenebilir. Bir devrim olabilir ancak, bu da kesin devrim olur. Halkayı kapatır gibi görünen devinim daha

hükümetin kurulduğu anda bir yenisine başlar. Kargaşacılar, başta da Varlet, dolaysız anlamda hükümet ile devrimin uzlaşmaz olduğunu görmüşlerdir. “Hükümet olması gibi basit bir neden dolayısıyla hükümetin devrimciliği bir çelişkidir,” der Proudhon. Deneyi de yapıldıktan sonra, bir hükümetin ancak bir başka hükümete karşı devrimci olabileceğini ekleyelim buna. Devrimci hükümetler çoğu zaman savaş hükümetleri olmaya zorlarlar kendilerini. Devrim ne denli genişse, varsaydığı savaş payı da o denli büyüktür. 1789’dan çıkan toplum Avrupa için dövüşmek ister. 1917’den doğan devrim de dünya egemenliği için dövüşür. Tümcü devrim dünya imparatorluğunu ister sonunda. Nedenini ileride göreceğiz.

Bu olur mu, olmaz mı, bilinmez ya, oluncaya dek, insanların tarihi, bir anlamda, birbiri

ardından gelen başkaldırıların toplamıdır. Başka bir deyimle, uzamda açık bir anlatım bulan geçiş devinimi, zaman içinde bir yaklaştırmadan başka bir şey değildir. On dokuzuncu yüzyılda, inançla, insan türünün ilerleyen kurtuluşu diye adlandırılan şey, dışarıdan bakıldığı zaman, birbirlerini aşarak düşüncede bir biçime ermeye çalışan ama yerde ve gökte her şeyi kalıcı duruma getirecek, kesin devrime ulaşamamış olan, sonu gelmez bir başkaldırılar dizisi olarak görünür. Yüzeysel bir inceleme, gerçek bir

kurtuluştan çok, insanın kendi kendini kesinlemesi, gittikçe genişleyen ama hiçbir zaman bitmeyen bir kesinleme sonucunu çıkarırdı. Gerçekten de, bir tek devrim olsaydı, artık tarih olmazdı. Mutlu birlik ve doygun ölüm olurdu yalnız. Bu nedenle, tüm devrimciler sonunda dünya birliğine varma ereğini güder, tarihin bir sona ulaşacağına inanıyormuş gibi davranır. Yirminci yüzyıl devriminin özgünlüğü, şimdiye dek ilk kez, hem de açık açık, Anacharsis Cloots’un eski düşünü, yani insan türünün birliğini, aynı zamanda da tarihin kesin taçlanışını gerçekleştireceğini ileri sürmesidir. Başkaldırı devinimi “ya hep ya hiç”e açıldığı, doğaötesi başkaldırı dünya birliğini istediği gibi, yirminci yüzyılın devrim devinimi de, mantığının en açık sonuçlarına varmış olarak, silah elde, tarihsel tümlüğü ister. O zaman başkaldırı, yararsız ya da gününü doldurmuş olmak korkusu altında, devrimci olmaya zorlanır. Başkaldıran insan için, Stirner gibi kendi kendini tanrılaştırmak ya da yalnızca tutumuyla kurtulmak söz konusu değildir artık. Nietzsche gibi türü tanrılaştırmak ve İvan Karamazov’un dileğine uygun olarak herkesin kurtuluşunu sağlamak için üstün-insanlık ülküsünü benimsemek söz konusudur. Cinler ilk kez sahneye çıkar ve çağın en büyük gizlerinden birine ışık tutarlar: usun güç istemiyle özdeşliği. Tanrı öldüğüne göre, dünyayı insanın kendi güçleriyle değiştirip düzenlemek gerekir. İlenç gücü buna

yetmediğine göre, silah gerekir, tümün fethi gerekir. Devrim, her şeyden önce de özdekçi olduğunu ileri süren devrim, doğaötesi bir haçlı seferinden başka bir şey değildir. Ama tümlük birlik midir? Bu denemenin yanıtlaması gereken bir soru bu. Ne var ki, bu

çözümlemenin ereği devrim olgusunu hep yeni baştan betimlemek olmadığı gibi, büyük devrimlerin ekonomik ve tarihsel nedenlerini araştırmak da değil. Kimi devrim olaylarında doğaötesi başkaldırının mantıksal gelişimini, aydınlatıcı örneklerini, sürekli izleklerini

bulmak.

Başlıca devrimler biçimlerini ve özgünlüklerini öldürmeden alır. Hepsi ya da hemen hepsi insan-öldürücü olmuştur. Ama kimileri, fazla olarak, kral-öldürücülükle tanrı-öldürücülüğü de uygulamıştır. Doğaötesi başkaldırı tarihi Sade’la başladığı gibi, gerçek konumuz da kral-öldürücülerle, Sade’ın çağdaşlarıyla, şimdilik ölümsüz ilkeyi öldürmeyi göze alamayıp da Tanrı’yı yeryüzünde cisimlendirene saldıranlarla başlar. Ama insanların tarihi ilk başkaldırı deviniminin karşılığını, yani kölenin başkaldırısını da gösterir bize.

Kölenin efendiye karşı başkaldırdığı yerde, ilkeler göğünden uzakta, acımasız yeryüzünde, bir başkasının karşısına dikilmiş bir insan vardır. Sonuç bir insanın öldürülmesidir yalnızca. Kölelerin çıkardığı kargaşalıklar, kanlı ayaklanmalar,

baldırıçıplakların savaşları, dağlıların başkaldırıları, bütün aşırılıklara, bütün aldatmacalara karşın, devrimci ruhun en arı biçimlerinde, örneğin 1905 yılının Rus yıldırıcılığında

bulacağımız bir eşdeğerlilik ilkesini, yaşama karşı yaşam ilkesini öne sürer.

İsa’dan yirmi, otuz yıl önce, ilkçağın sonunda, Spartacus’un başkaldırısı örnek bir

başkaldırıdır. İlkin bir gladyatörler, insan insana savaşa adanmış, efendilerinin keyfi için, öldürmeye ya da ölmeye yargılanmış köleler başkaldırısının söz konusu olduğunu

belirtmek gerekir. Yetmiş kişiyle başlayan bu başkaldırı sonunda en iyi Roma birliklerini ezen ve ölümsüz kentin üzerine yürümek için İtalya’nın aşağısından yukarısına doğru ilerleyen, yetmiş bin kişilik bir ayaklanmışlar ordusu olur. Yine de, André

Prudhommeaux’nun da belirttiği gibi,35 bu başkaldırı Roma toplumuna yeni hiçbir ilke getirmemiştir. Spartacus’un bildirisinde, kölelere “eşit haklar” vaat edilmekle yetinilir. İlk başkaldırı eyleminden söz ederken çözümlediğimiz bu olgudan hukuka geçiş başkaldırının bu düzeyinde bulabileceğimiz biricik kazançtır gerçekten. Ayaklanmış kişi köleliği yadsır ve efendinin eşitli olduğunu bildirir. Kendisi de efendi olmak ister.

Spartacus’un başkaldırısı hep bu hak isteme ilkesini aydınlatır. Köleler ordusu köleleri kurtarır, hemen sonra da eski efendilerini kendilerine köle olarak verir. Gerçekliği kuşkulu bir anlatıya göre, yüzlerce Roma yurttaşı arasında gladyatör dövüşleri düzenlenmiş,

sıralara da sevinçten ve coşkunluktan çıldıran köleler yerleştirilmiş. Ama insanları

öldürmek daha çok insan öldürmekten başka sonuç vermez. Bir ilkeyi başarıya ulaştırmak için bir başka ilkeyi yıkmak gerekir. Spartacus’un düşlediği güneş ülke ancak ölümsüz Roma’nın, tanrılarının ve kurumlarının yıkıntıları üzerinde yükselebilirdi. Spartacus’un ordusu da suçlarının cezasını ödemenin dehşetine düşmüş Roma’nın üzerine yürür gerçekten, onu kuşatmak ister. Yine de, bu büyük karar dakikasında, kutsal duvarları görünce, ordu durur, geri çekilir, ilkeler önünde, kurum önünde, tanrılar kenti önünde geriler sanki. Bu kent yıkılınca, bu yabanıl adalet isteğinden, şimdiye dek bu mutsuzları ayakta tutmuş olan yaralı ve çılgın aşktan başka ne konulabilirdi yerine?36 Ne olursa olsun, savaşmadan geri döner ordu, garip bir içgüdüyle, köle başkaldırılarının kaynak noktasına dönmeye, utkularının uzun yolunu ters yönden geçerek Sicilya’ya çekilmeye karar verir. Kendilerini bekleyen büyük işler karşısında bundan böyle yalnız ve silahsız kalmış, kuşatılacak gök karşısında cesareti kırılmış bu kısmetsiz kişiler, tarihlerinin en arı ve en sıcak noktasına, ölmenin kolay ve iyi olduğu ilk çığlıklar toprağına dönmektedir sanki.

Bozgun ve ölüm başlar o zaman. Spartacus, son savaştan önce, kendilerini bekleyen yazgı konusunda adamlarına bilgi vermek için bir Roma yurttaşını çarmıha gerdirtir. Savaş sırasında, bir simge sayılmaması olanaksız olan, kudurgun bir eğilimle, Roma birliklerine komuta eden Crassus’a yaklaşmaya çalışır durmadan. Ölmek ister; ama o sırada bütün Romalı efendilerin simgesi olan kişiyle adam adama bir savaşta; ölmek ister ama en yüce eşitlik içinde. Crassus’un yanına varamayacaktır; ilkeler uzaktan çarpışır, Romalı general de kıyıda durur. Spartacus ölecektir istediği gibi ama kendisi gibi köle olan ve onun

özgürlüğüyle birlikte kendi özgürlüklerini de öldüren paralı askerlerin kılıçları altında.

Crassus çarmıha gerilmiş biricik yurttaş için binlerce köleyi öldürtecektir. Bunca haklı başkaldırıdan sonra Kapua’dan Roma’ya giden yol üzerine sıra sıra dikilecek olan altı bin çarmıh köleler kitlesine güç dünyasında denge bulunmadığını, efendilerin kendi kanlarının pahasını en yüksek faiziyle hesapladıklarını kanıtlayacaktır.

Çarmıh, İsa’nın da işkenceyle öldüğü yerdir. Birkaç yıl sonra onun bu köle cezasını sırf bundan böyle alçaltılmış yaratığı Efendi’nin amansız yüzünden ayıran bu korkunç uzaklığı azaltmak için seçmiş olduğu düşünülebilir. Başkaldırı dünyayı ikiye bölmesin, acı göğü de

sarsın, onu insanların lanetlemesinden uzak tutsun diye girer araya, en büyük işkenceyi kendisi de çeker. Daha sonra, devrimci anlayışın, gökyüzüyle yeryüzünün ayrılışını

kesinlemek isteğiyle, işe yeryüzündeki temsilcilerini öldürmekten başlayarak Tanrı’yı cisminden sıyırmakla başlamasına kim şaşar? 1793’te, başkaldırı çağları bir darağacında sona erer, devrim çağları başlar.37

32. Philothée O’Neddy.

33. Burada, 1789 Fransız Devrimi’nin anayasa hazırlayıcılarına göndermede bulunuluyor. (Ç.N.)

34. Révolution (devrim), aynı zamanda, bir gezegenin gökyüzündeki dairesel dolaşımı anlamına gelir. (Ç.N.) 35. La Tragédie de Spartacus (Spartacus’un Trajedisi). Cahiers Spartacus.

36. Spartacus’un başkaldırısı kendisinden önceki köle ayaklanmalarının izlencesini uygular gerçekte. Ama bu izlence toprakların paylaşılması ve köleliğin kaldırılmasıyla özetlenir. Doğrudan doğruya kentin tanrılarına dokunmaz.

37. Bu deneme Hıristiyanlık içindeki başkaldırı anlayışıyla ilgilenmediğinden kilise yetkesine karşı çıkan, daha önceki birçok başkaldırmışlar gibi Réforme da yer almayacaktır burada. Ama Réforme’un dinsel bir devrimciliği hazırladığı ve bir anlamda, 1789’un bitireceği işe başladığı söylenebilir.