• Sonuç bulunamadı

Böyle bir tutumun çağdaş dünyada siyasal bir anlatım bulup bulmadığına gelince;

geleneksel olarak sendikacılık dediğimiz eylemi anabiliriz, üstelik bu yalnızca bir örnek.

Sendikacılık da etkisiz değil mi? Yanıtı basit, bir yüzyıl içinde, on altı saatlik günden kırk saatlik haftaya gelinceye dek, işçi koşulunu olağanüstü ölçüde değiştirmiş olan eylemdir sendikacılık. Düşüngüsel imparatorluk sosyalizmi geriye götürmüş, sendikacılığın başlıca kazançlarını da yıkmıştır. Sendikacılık somut temelden, siyasal düzen için Komün ne ise ekonomik düzen için o olan meslekten, üzerine yapının kurulacağı canlı hücreden yola çıkıyordu, Sezarcı devrimse öğretiden yola çıkar, geçeği zorla sokar öğretiye. Sendikacılık da, tıpkı Komün gibi, soyut merkezciliğin yoksanmasıdır.136 Yirminci yüzyıl devrimiyse, tam tersine, ekonomiye dayandığını ileri sürer ama ilkin bir politika, bir düşüngüdür. İşlevi gereği gerçeğe uygulanan yıldırı ve şiddetten kaçınamaz. Savları ne olursa olsun, gerçeği işlemek için, saltıktan yola çıkar. Başkaldırı ise, gerçeğe doğru sürekli bir çarpışma içinde yol almak üzere gerçeğe dayanır. Birincisi yukarıdan aşağı doğru tamamlanmaya çalışır, ikincisi aşağıdan yukarıya doğru. Başkaldırı, bir romantizm olmak şöyle dursun, sahici gerçekçilikten yola çıkar. Bir devrim isterse, yaşam yararına ister, yaşama karşı değil. Bu nedenle her şeyden önce en somut gerçeklere, varlığı, nesneleri, insanların canlı yüreğini belli eden mesleğe, köye dayanır. Politika bu gerçeklere uymalıdır ona göre. Sonra tarihi ileri götürdüğü, insanların sızısını yatıştırdığı zaman da, bunu şiddetsiz olarak değilse de yıldırısız olarak, en farklı siyasal koşullarda yapar.137

Ama bu örnek göründüğünden daha da ilerilere gider. Sezarcı devrim sendikacı ve özgürlükçü anlayışı yendiği gün, devrimci düşünce bir karşı-ağırlığı yitirdi, bundan sonra düşmemezlik edemezdi. Bu karşı-ağırlık, yaşamı tartan bu anlayış, ta Helenlerden beri, doğayı her zaman oluşla değerlendirmenin çok uzun geleneğidir. Alman sosyalizminin Fransızların, İspanyolların, İtalyanların özgürlükçü düşüncesiyle savaşına sahne olan birinci Internationale’in tarihi, Alman ülkücülüğü ile Akdeniz ruhunun çarpışmalarının tarihidir.138 Devlete karşı Komün, saltıkçı topluma karşı somut toplum, ussal zorbalığa karşı düşünceli özgürlük, kitlelerin sömürgeleştirilmesine karşı elsever bireycilik, ilkçağ dünyasından beri, Batı tarihini canlandıran, ölçü ile ölçüsüzlük arasındaki şu uzun

karşılaşmayı bir kez daha dile getiren karşıtlıklardır. Bu yüzyılın derin uzlaşmazlığı Almanların tarih düşüngüleri ile bir bakıma onun suç ortağı olan Hıristiyan politikası arasında belirmekten çok, Alman düşleri ile Akdeniz geleneği, ölümsüz delikanlılık şiddetleri ile erkek gücü, bilgi ve kitaplarla coşmuş özlemle yaşam koşusunda katılaşıp aydınlanmış cesaret, kısacası tarih ile doğa arasında belirir. Ama Alman düşüngüsü bu konuda bir kalıtçıdan başka bir şey değil. İlkin tarihsel bir Tanrı, sonra da

tanrısallaştırılmış bir tarih adına, doğaya karşı verilmiş, yirmi yüzyıllık bir boşu boşuna savaş onda tamamlanır. Hıristiyanlık ancak Helen düşüncesinden aldıklarını

sindirebildiğince kazanabilmiştir Katolikliğini. Ama kilise, Akdeniz kalıtını dağıttıktan sonra, doğadan uzaklaşarak tarihe yönelmiş, benliğinde bir sınırı yıkarak zamansal gücü, tarihsel dinamizmi gittikçe daha çok istemeye başlamıştır. Gözlem ve hayranlık konusu olmaktan çıkan doğa, kendisini değiştirme ereğini güden bir eylemin gereci olur sonunda.

Yeni çağlarda, Hıristiyanlığın gerçek gücünü oluşturacak olan aracılık kavramları değil de bu eğilimler ulaşır başarıya, Hıristiyanlığı yenmiş olurlar böylece. Gerçekten de, Tanrı bu tarihsel dünyadan kovulduktan sonra, Alman düşüngüsü doğar; bu düşüngüde eylem kusursuzlaşma değil, fetihtir artık, yani zorbalıktır.

Ama tarihsel saltıkçılık, yengileri ne olursa olsun, insan yaradılışının yenilmez bir

gerekliliğine çarpıp durmuştur, bu gerekliliğin gizi de Akdeniz’dedir, usun katı ışıkla kardeş olduğu Akdeniz’de. Başkaldırmış düşünceler, yani Komün’ün ya da devrimci sendikacılığın düşünceleri, hem Sezarcı sosyalizmin, hem de burjuva yoksayıcılığının suratına haykırıp durmuşlardır bu gerekliliği. Yetkeci düşünce, üç savaştan yararlanarak, seçkin bir

başkaldırmışlar kitlesinin yok edilişiyle, bu özgürlükçü geleneği boğmuştur. Ama bu zavallı yengi geçicidir, savaş hep sürüp gidiyor. Avrupa bu savaşta ışıkla karanlık arasındaydı.

Ancak bu savaştan kaçmakla, karanlığın ışığı bastırmasına yol açmakla alçaldı. Bu dengenin yıkılışı en güzel meyvelerini veriyor bugün. Aracılarımızdan yoksun, doğa güzelliğinden sürgün olarak, yeniden Tevrat dünyasına geldik, acımasız firavunlarla amansız gökyüzü arasında sıkışıp kalmış durumdayız.

Ortak düşkünlükte eski gereklilik yeniden doğar; tarihe karşı doğa yeniden ayaklanır.

Hiçbir şeyi hor görmek düşüncesinde değiliz kuşkusuz, bir uygarlığı bir başka uygarlık karşısında yüceltmek düşüncesinde de değiliz, yalnızca bugünün dünyasının daha fazla yoksun kalamayacağı bir düşünce bulunduğunu söylemek istiyoruz. Rus halkında

Avrupa’ya bir özveri gücü verecek öz var kuşkusuz. Amerika’da da zorunlu bir kurma gücü.

Ama dünyanın gençliği hep aynı kıyılarda bulunuyor. Biz, Akdenizliler, ırkların en

gururlusunun güzellikten ve dostluktan yoksun durumda can çekiştiği iğrenç Avrupa’ya atılmış olarak, hep aynı ışık içinde yaşıyoruz. Avrupa gecesinin göbeğinde, güneş

düşüncesi, çift yüzlü uygarlık şafağını bekliyor. Ama gerçek yetkinliğin yollarını şimdiden aydınlatmakta.

Gerçek yetkinlik çağın önyargılarını, hepsinden önce de en derin ve en mutsuzunu, ölçüsüzlükten sıyrılmış insanın yoksul bir bilgeliğe indirgenmesini isteyenini yargılamaktır.

Ölçüsüzlüğün de bir ermişlik olduğu doğrudur ama karşılığı Nietzsche’nin çılgınlığı olursa.

Ekinimizin sahnesinde, boy, beden gösteren ruh sarhoşluğu, hep ölçüsüzlük baş dönmesi, kendisine bir kez olsun kapılmış olanın bir daha acısından kurtulamayacağı olanaksızlık çılgınlığı mı? Prometheus bu demirbaş köle ya da dava vekili suratını hiç taşımış mıdır?

Hayır, korkak ya da kindar ruhların rahatlığı, yaşlı delikanlıların böbürlenme dileği içinde kendi ölümünden sonra yaşıyor uygarlığımız. Tanrı’yla birlikte Şeytan da öldü, artık hangi yola saptığını bile görmeyen bir soysuz cin çıktı onun küllerinden. 1950 yılında, ölçüsüzlük hâlâ bir rahatlık, bazı bazı da bir başarı yolu. Ölçü, tam tersine, saltık bir gerilimdir.

Gülümser hiç kuşkusuz, bağnazlarımız onu bu yüzden küçümserler. Ama tükenmez bir çabanın doruğunda parıldar bu gülümseme: Bütünleyici bir güçtür. Bu cimri suratlı, küçük Avrupalıların gülümseme güçleri kalmamışsa, umutsuz çırpınmalarını ne diye üstünlük örnekleri olarak göstermeye kalkıyorlar?

Gerçek ölçüsüzlük çılgınlığı ya ölür ya kendi ölçüsünü yaratır. Kendisi için bir suçsuzluk kanıtı yaratmak için başkalarını öldürtmez. En son çırpınışında, Kalyalev gibi sınırı bulur, o sınırda kurban eder kendini. Ölçü başkaldırının karşıtı değildir. Başkaldırıdır ölçü olan, tarih ve kargaşalıkları içinde onu düzenleyen, savunan ve yeniden yaratan başkaldırıdır. Bu değerin kaynağı bile, onun ancak acılı olabileceğini kanıtlar bize. Başkaldırıdan doğmuş ölçü ancak başkaldırıyla yaşanabilir. Sürekli olarak beliren, usça dizginlenen bir değişmez uzlaşmazlıktır. Ne olanaksızı yenebilir ne dipsiz uçurumu. Onlarla dengelenir. Ne yaparsak yapalım, ölçüsüzlük insanın yüreğinde, yalnız köşesinde yerini hep koruyacaktır. Hepimiz zindanlarımızı, cinayetlerimizi, yıkımlarımızı kendi içimizde taşırız. Ama görevimiz bunları

yeryüzüne salıvermek değildir; ister kendi içimizde olsunlar, ister başkalarında, onlarla savaşmaktır. Başkaldırı, Barrès’in sözünü ettiği şu çok eski istem, bugün de bu savaşın özüdür. Biçimler anası, gerçek yaşam kaynağıdır, tarihin biçimsiz ve taşkın devinimi içinde hep ayakta tutar bizi.

134. Bu konuda Lazare Bickel’in çok güzel ve tuhaf yazısına bakılabilir: La physique confirme la philosophie.

135. Bugünün bilimi devlet yıldırıcılığının ve güç eğiliminin buyruğuna girmekle kaynaklarına yan çiziyor, kendi kazançlarını yoksuyor. Cezası da, düşkünlüğü de soyut bir dünyada, yalnızca yok etme ya da köleleştirme araçları üretmek. Ama sınıra ulaşıldığı zaman, bilim kişisel başkaldırıya yardım edecek belki. Bu korkunç zorunluluk son dönemeci belirtecek.

136. Tolain, Geleceğin Komüncüsü: “İnsanlar ancak doğal topluluklar içinde kurtuluşa erer,” der.

137. Bir tek örnek verelim: Bugün İskandinav toplumları yalnızca siyasal karşıtlıkların yapmacık ve ölümcül yanını gösteriyorlar. En verimli sendikacılık anayasaca benimsenmiş krallıkla bağdaşıyor burada, aşağı yukarı adil bir toplumu gerçekleştiriyor. Buna karşılık, tarihsel ve ussal devletin ilk işi, meslek örgütünü, Komün bağımsızlığını bir daha dirilmemesiye ezmek olmuştur.

138. Marx, Engels’e yazdığı bir mektupta (20 Temmuz 1870) Prusya’nın Fransa’yı yenmesini dilerken, “Alman

proletaryasının Fransız proletaryasından üstünlüğü aynı zamanda bizim kuramımızın Proudhon’un kuramından üstünlüğü olur,” demektedir.