• Sonuç bulunamadı

Tüm yeni devrimler devletin güçlenmesiyle sonuçlanmıştır. 1789 Napoléon’u getirir, 1848 Üçüncü Napoléon’u, 1917 Stalin’i, 1920 yıllarında İtalya’da çıkan kargaşalıklar Mussolini’yi, Weimar Cumhuriyeti de Hitler’i. Bu devrimler, hele Birinci Dünya Savaşı tanrısal hukukun son kalıntılarını da sildikten sonra, gittikçe artan bir gözükaralıkla,

insansal ülkeyi, gerçek özgürlüğü kuracaklarını ileri sürmekten geri durmazlar. Devletin o gittikçe artan tüm güçlülüğü bu hırsı her seferinde onaylar. Bunun en sonunda

gerçekleşemeyeceğini söylemek yanlış olur. Ama nasıl gerçekleştiği incelenebilir; ders de arkadan gelir belki.

Bu denemenin konusu olmayan birkaç açıklama yanında, yeni devletin görülmedik ve dehşet verici gelişimi, gerçek başkaldırı anlayışına yabancı olmakla birlikte, zamanımızın devrimcilik anlayışını doğurmuş olan, ölçüsüz teknik ve felsefe hırslarının mantığa uygun sonucu olarak görülebilir. Marx’ın önbilimsi düşü, Hegel ya da Nietzsche’nin önceden bildirdikleri, Tanrı ülkesinin kökü kazındıktan sonra, ussal ya da usdışı ama her iki durumda da yıldırıcı bir devlet çıkarır ortaya.

Doğrusunu söylemek gerekirse, yirminci yüzyılın faşist devrimleri devrim diye

adlandırılmaya değmez. Evrensel hırsları eksiktir. Mussolini de, Hitler de bir imparatorluk yaratmaya çalıştı kuşkusuz, nasyonal-sosyalist ülkücüler de, açık açık, dünya

imparatorluğunu düşündü. Alışılmış devrim akımlarından farkları, yoksayıcı kalıtta usu tanrılaştıracak yerde usdışını, hem de yalnız usdışını tanrılaştırmayı seçmiş olmaları.

Böylelikle, evrenselden el çekiyorlardı. Yine de Mussolini Hegel’den, Hitler Nietzsche’den geldiğini söyler; tarihte, Alman ülkücülüğünün bazı önbililerini canlandırırlar. Bu

bakımdan, başkaldırı ve yoksayıcılık tarihinin malıdır. İlk olarak, hiçbir şeyin bir anlamı bulunmadığı, tarihin de gücün rastlantısından başka bir şey olmadığı düşüncesi üzerine bir devlet kurdular. Sonuç da gecikmedi.

Mussolini daha 1914’te “anarşinin kutsal dinini” muştuluyor, her türlü Hıristiyanlığın düşmanı olduğunu bildiriyordu. Hitler’e gelince; onun dini hiç duralamadan Yazgı-Tanrı ve Walhalla’yla85 birleşiyordu. Tanrısı bir toplantı kanıtıydı, söylevlerinin sonunda bir tartışma kızıştırma biçimiydi gerçekten. Başarısını sürdürdüğü sürece, esinli olduğuna inanmayı yeğ tuttu. Bozgun zamanında, halkının ihanetine uğradığı kanısına vardı. Bu arada, kendini herhangi bir ilke önünde suçlu bulmuş olabileceğini gösteren bir şey çıkmadı ortaya.

Naziliğe bir felsefe görünüşü verebilmiş olan biricik üstün bilgili insan, Ernst Junger de yoksayıcılığın kalıplarını seçmiştir: “Usun yaşama ihanetine verilebilecek en iyi yanıt, usun usa ihanetidir ve bu çağın en büyük, en acımasız hazlarından biri de bu yıkma çabasına katılmaktır.”

Eylem adamları, inançsız olunca, eylem devinisinden başka hiçbir şeye

inanmamışlardı. Hitler’in savunulmaz çelişkisi de sürekli bir devinim ve bir yadsıma üzerine değişmez bir düzen kurmak istemiş olmasıdır. Rauschning, Die Revolution des Nihilismus (Yoksayıcılık Devrimi) adlı kitabında, Hitler devriminin saltık bir dinamizm olduğunu söylemekte haklıdır. Bir eşi daha görülmemiş bir savaşla, bozgunla, ekonomik bunalımla kökünden sarsılan Almanya’da hiçbir değer ayakta kalmamıştı. Goethe’nin

“Almanların her şeyi zorlaştırma huyu” dediği şeyi de hesaba katmak gerekse bile, iki savaş arasında bütün ülkeyi sarmış olan intihar salgını kafaların şaşkınlığı konusunda çok şey anlatır. Her şeyden umudu kesmiş olanlara inanç verebilecek olan şey uslamlar değil, yalnız tutkudur, burada ise tutku bile umutsuzluğun, yani alçalışın ve kinin dibinde

yatıyordu. Değer yoktu artık, hem tüm insanların malı, hem de tüm insanların üstünde olan, birbirlerini yargılamalarına olanak veren değer yoktu. Böylece 1933 Almanyası yalnızca birkaç kişinin düşük değerlerini benimsedi, bunları tüm uygarlığa zorla

benimsetmeye çalıştı. Goethe aktöresinin yokluğunda, haydutlar topluluğunun aktöresini seçti, ona katlandı.

Haydudun aktöresi hep yengi ve öç, bozgun ve kindir. Mussolini “kişinin ilkel güçlerini”

göklere çıkardığı zaman, kanın ve içgüdünün yükseltilişini, buyurma içgüdüsünün en kötü ürününün dirimsel doğrulanmasını haber veriyordu. Nuremberg duruşmasında, Frank, Hitler’e hız veren “biçim düşmanlığı”nın altını çizmişti. Doğrudur, bu adam devinim

durumunda bir güçtü yalnız, kurnazlığın, yaman bir taktik açık-görüşlülüğün hesaplarıyla daha da etkili olan bir güçtü. Bayağı olan bedensel biçimi bile kendisine bir sınır değildi, kitlenin içinde eritiyordu onu.86 Yalnız eylem ayakta tutuyordu bu adamı. Var olmak yapmaktı onun için. İşte bu yüzden, Hitler ve yönetimi düşmansız edemezdi. Öfkeyle kendilerinden geçmiş züppeler87 olarak, ancak bu düşmanlara göre tanımlanabilirler, ancak kendilerini devirecek olan bu azgın savaş içinde biçimlenebilirlerdi. Propagandada ve tarihte, Yahudiler, farmasonlar, etkili zenginler, Anglosaksonlar, hayvansı Slavlar, ölümüne doğru yol alan bir kör gücü her seferinde daha bir fazla şahlandırmak üzere birbirini izlemiştir. Sürekli savaş sürekli kışkırtıcılar istiyordu.

Hitler arı durumda tarihti. “Oluşu sürdürmek, yaşamaktan daha iyidir,” diyordu Junger. Böylece, en aşağı düzeyde, hem de her türlü üstün gerçeğe karşı, tüm olarak yaşamın akışıyla özdeşleşmeyi öğütlüyordu. Dirimsel dış politikayı icat etmiş olan yönetim en açık çıkarlarının tersine bir yol tutuyordu. Ama hiç değilse kendi özel mantığına

uymaktaydı. Rosenberg de böylece yaşamdan cafcaflı bir dille söz ediyordu ya: “Yürüyen bir birlik gibi, bu birliğin nereye ve hangi erekle gittiğinin hiç önemi yok.” Sonra bu birlik tarihi yıkıntılarla dolduracak, kendi yurdunu da yerle bir edecektir ama hiç değilse yaşamış olacaktır. Bu dinamizmin gerçek mantığı ya tüm bozgun ya da fetihten fetihe, düşmandan düşmana, kan ve eylem imparatorluğunu kurmaktı. Hitler’in, hiç değilse ilke olarak, bu imparatorluğu tasarlamış olması pek düşünülemez. Bilgisiyle olsun, taktik zekâsı ya da içgüdüsüyle olsun, yazgısının düzeyinde bir adam değildi. Almanya taşra işi bir politika düşüncesiyle bir imparatorluk savaşına giriştiği için çöktü. Ama Junger bu mantığı görmüş, tanımını da vermişti. Bir “evrensel ve teknik imparatorluk”, “Hıristiyanlığa karşı bir teknik din” canlandırdı kafasında, bu dinin bağlıları, bu imparatorluğun askerleri işçiler olabilirdi, çünkü (ve Junger burada Marx’la birleşiyordu), insansal yapısı dolayısıyla işçi evrenseldi.

“Toplumsal sözleşmenin değişmesiyle oluşan boşluğu yeni bir komuta yönetiminin yasası doldurur. İşçi pazarlık, acıma, yazın alanlarından alınarak eylem alanına dek yükseltiliyor.

Hukuk buyrukları askerlik buyrukları durumuna gelmekte.” İmparatorluk, görüldüğü gibi, aynı zamanda hem evrensel fabrika, hem de evrensel kışladır, Hegel’in işçi-askeri burada bir köle olarak egemenliğini sürdürür. Hitler bu imparatorluk yolunda biraz erken

durdurulmuştur. Ama daha ilerilere bile gitmiş olsaydı, yalnızca karşı konulmaz bir

dinamizmin gittikçe daha çok yayıldığı, bu dinamizmi destekleyecek tek ilkeler olan umursamazlık ilkelerinin gittikçe daha çok şiddetlenip güçlendiği görülecekti.

Rauschning, böyle bir devrimden söz ederken, onun kurtuluş, adalet ve us atılımı olmadığını söyler: “Özgürlüğün ölümü, şiddetin egemenliği ve usun köleliği”dir. Gerçekten de, faşizm horgörüdür. Buna karşılık, horgörünün her türü, politikaya girdi mi faşizmi

hazırlar ya da kurar. Faşizmin, kendi kendini yadsımadıkça, başka şey olamayacağını da eklemek gerekir. Burjuva olmaktansa cani olmanın daha iyi olacağını Junger kendi

ilkelerinden çıkarıyordu. O denli yazın yeteneği bulunmayan, ama bu konuda daha tutarlı olan Hitler, yalnızca başarıya inandıktan sonra biri ya da öteki olmanın önem taşımadığını biliyordu. Böylece aynı zamanda her iki niteliği birden benimsemekten çekinmedi. “Olaydır önemli olan, işte o kadar,” derdi Mussolini. Hitler de, “Irk ezilme tehlikesi altında

bulunduğu zaman... yasaya uygunluk ancak ikinci derecede bir önem taşır,” der. Öte

yandan, ırk da var olabilmek için her zaman tehlikede bulunmak gereksiniminde olduğuna göre, hiçbir zaman yasaya uygunluk yoktur. “Her şeyi imzalamaya, her şeyi onaylamaya hazırım... işin içindeki Alman halkının geleceğiyse, bugün tam bir inançla antlaşmalar imzalayabilir, yarın da bunları bozabilirim.” Öte yandan, Führer savaşı başlatmadan önce, yenene gerçeği söyleyip söylemediğinin sorulmayacağını bildirmişti generallerine.

Nuremberg duruşmasında, Goering de savunmasında bu görüşü benimser: “Yenen her zaman yargıç, yenilen de sanık olacaktır.” Bu konu elbette tartışılabilir. Ama o zaman, Nuremberg duruşmasında, bu masalın katilliğe varacağını kestiremediğini söylediği zaman, Rosenberg’i anlamak güçtür. İngiliz savcı ise, tam tersine, “Kavgam’dan Maidanek’in gaz odalarına giden yolun dosdoğru bir yol olduğunu” belirttiği zaman,

duruşmanın gerçek konusuna, yani açık nedenler dolayısıyla Nuremberg’de tartışılmayan tek konuya, Batı yoksayıcılığının tarihsel sorumlulukları konusuna dokunur. Bir duruşma bütün bir uygarlığın genel suçluluğu bildirilerek yürütülemez. Yargılama tüm dünyanın suratına karşı haykıran eylemler üzerine yapılmıştır.

Hitler, her durumda, sürekli fetih devinimini çıkardı, o olmadı mı hiçbir şey olamazdı.

Ama sürekli düşman sürekli yıldırıdır, üstelik bu kez devlet düzeyindedir. Devlet “aygıt”la, yani fetih ve baskı mekanizmalarının bütünüyle özdeşleşir. Yurt içine yönelen fetihin adı propaganda (Frank’a göre, “Cehennem yolunda ilk adım”) ya da baskıdır. Dışarıya doğru yöneltilince, orduyu yaratır. Böylece bütün sorunlar birer askerlik sorunu durumuna

getirilmiş, güç ve etki terimleriyle kurulmuştur. Politikayı da, yönetimin temel sorunlarını da başkomutan kararlaştırır. Strateji konusunda yadsınmaz olan bu ilke sivil yaşamda da genelleştirilmiştir. Tek önder, tek halk, tek efendi ve milyonlarca köle demektir. Bütün toplumlarda özgürlüğün güvencesi olan ara kurumların yerlerini ya sessiz ya da (aynı şey)

“slogan”lar haykıran kalabalıklar üzerinde egemen olan, çizmeli bir Yehuda’yı bırakır.

Önder ile halk arasına bir uzlaşma ya da aracılık örgütü değil, “aygıt”, yani baskı aracı olan parti yerleştirilir. Böylece bu düşük gizemciliğin ilk ve tek ilkesi, yoksayıcılık

dünyasına bir putatapıcılık ve bayağı bir kutsallık getiren Führerprenzip doğar.

Mussolini, bu Latin hukukçusu, devlet nedeniyle yetiniyor, ancak bunu, binbir türlü parlak sözle, bir saltıklık durumuna getiriyordu. “Devlet dışında, devlet üstünde, devlete karşı hiçbir şey olamaz. Her şey devletindir, devlet içindir, devlet içindedir.” Hitler

Almanyası bu sahte nedene gerçek dilini verdi, bu dil de bir dinin diliydi. Bir parti kongresi

sırasında, bir Nazi gazetesi, “Tanrısal görevimiz herkesi kaynaklarına, Analara götürmekti.

Aslında, bu bir Tanrı hizmetiydi,” diye yazıyordu. Kaynaklar ilkel ulumadır o zaman. Peki, söz konusu olan bu tanrı kimdir? Bunu da partinin bildirisi söyler bize: “Biz hepimiz, bu yeryüzünde, Führerimiz Adolf Hitler’e inanıyoruz... ve nasyonal-sosyalizmin halkımızı

kurtuluşa götüren biricik inanç olduğunu söylüyoruz.” O zaman yasayı da, erdemi de kürsü ve bayraklardan oluşmuş bir Sina Dağı üzerinde, projektörlerin alevli fundalığında dimdik duran önderin buyrukları yapar. Ufak üstün-insanlar bir kez cinayeti buyurmayagörsünler, başkandan yarbaşkana, yarbaşkandan daha ufağına derken, cinayet köleye dek iner, köle ise yalnız emir alır, kimseye emir vermez. Sonra da Dachau’nun bir celladı hücresinde ağlar: “Ben yalnız emirleri yerine getirdim. Bunları Führer’le Reichsführer düzenledi yalnız, sonra da çekip gittiler. Gluecks, Kalternbrunner’den emir aldı, ben de kurşuna dizme

emrini aldım sonunda. Bütün yükü benim üstüme yıktılar, çünkü ben bir küçük

Hauptscharführer’den başka bir şey değildim, bu emri daha aşağı sırada bulunan birine iletemezdim. Şimdi asıl benim katil olduğumu söylüyorlar.” Goering, duruşmada, Führer’e bağlılığını yadsıyor ve “bu lanetli dünyada hâlâ onur diye bir şey bulunduğunu”

söylüyordu. Onur bazı bazı cinayetle birleşen boyun eğişteydi. Askerlik yasası emre

uymamayı ölümle cezalandırır, onuru da köleliktir. Herkes asker olunca, asıl cinayet, emir öldürmeyi gerektirdiği zaman öldürmemektir.

Yazık ki, emir iyiyi yapmamızı çok ender olarak ister. Saltık dinamizm iyiliğe yönelmez, etkenliğe yönelir yalnız. Düşmanlar bulunduğu sürece, yıldırı da olacaktır;

dinamizm var oldukça da düşmanlar bulunacaktır, böylece, “partinin yardımıyla Führer’ce yürütülen halk egemenliğine zarar verebilecek bütün etkiler ortadan kaldırılabilecektir”.

Düşmanlar sapkındır, öğüt ya da propaganda yardımıyla yola getirilmeli; Engizisyon ya da Gestapo yardımıyla yok edilmelidir. Sonuç da şudur: İnsan, partidense, Führer’in

hizmetinde bir araçtan, aygıtın bir çarkından, Führer’in düşmanıysa, aygıtın bir tüketim ürününden başka bir şey değildir. Başkaldırıdan doğmuş olan usdışı atılım insanın bir çark olmamasını sağlayan şeyi, yani başkaldırının kendisini indirgemekten başka bir şey

düşünmez artık. Alman devriminin romantik bireyciliği susuzluğunu en sonunda nesneler dünyasında giderir. Usdışı yıldırı insanları birer nesne, Hitler’in deyimiyle birer “gezegen basili” durumuna getirir. Yalnız kişiyi değil, kişinin evrensel olanaklarını, düşünceyi,

yardımlaşmayı, saltık aşka çağrıyı da yok etmeye kalkar. Propaganda ile işkence, dolaysız bozup çürütme yollarıdır; düzenli düşkünleştirme, umursamaz cani ve zorlama suç

ortaklığı karışımıdır. Öldüren ya da işkence eden kişi yalnız bir gölge görür başarısında:

Kendini suçsuz bulamaz. Öyleyse, yönsüz bir dünyada genel suçluluğun artık yalnız gücün kullanılmasını yasaya uygun kılması, yalnız başarıyı kutsaması için, kurbanın kendisinde de suçluluğu yaratmalıdır. Suçsuzluk düşüncesi suçsuzun içinden de silinince, umutsuz dünya üzerinde güç değeri egemen olur. Bunun için, yalnız taşların suçsuz oldukları bu dünya üzerinde, iğrenç ve acımasız bir çiledir sürüp gider. İdamlıklar birbirlerini asmak zorundadır. Analığın arı çığlığı bile öldürülür, kurşuna dizilmek üzere bir subayca üç oğlundan birini seçmeye zorlanan şu Yunan anasında öldürüldüğü gibi. İşte böyle özgür olunur en sonunda. Öldürme ve alçaltma bayağı ruhu hiçlikten kurtarır. O zaman, ölüm kamplarında, tutuklular orkestrasıyla, Alman özgürlüğünün türküsü söylenir.

Hitler cinayetlerinin, bu arada Yahudilerin toptan öldürülmelerinin, tarihte bir benzeri

daha yoktur, çünkü tarih böylesine tüm bir yıkma öğretisinin uygar bir ulusun dümenlerini ele geçirişi konusunda hiçbir örnek vermez. Tarihte ilk kez, hükümet adamları uçsuz

bucaksız güçlerini her türlü aktörenin dışında bir gizemcilik kurmakta toplamışlardır. Bir hiçlik üstüne kurulmuş bir tapınak konusunda bu ilk deneme hiç olmanın ta kendisiyle ödenmiştir. Lidice’in yerle bir edilmesi, Hitlerci eylemin öğretisel ve bilimsel görünüşünün gerçekte yalnız umutsuzluğa ve gurura bağlanabilecek usdışı bir atılımı gizlediğini

gösterir. O zamana değin asi sayılan bir köy karşısında, yenenlerden yalnız iki tutum beklenebilirdi. Ya hesaplı bir baskı ve tutsakların soğukça öldürülmesi ya da kudurmuş askerlerin vahşice ama ister istemez kısa süren saldırıları. Lidice her iki düzenin

birleştirilmesiyle yıkılmıştır. Yalnız evler ateşe verilmekle, köyün yüz yetmiş dört erkeği kurşuna dizilmekle, iki yüz üç kadını sürgüne gönderilmekle, yüz iki çocuğu Führer dinine göre yetiştirilmek üzere başka yere götürülmekle kalınmamış, alanı dinamitle düzlemek, taşları yok etmek, köyün küçük gölünü doldurmak, sonra da yolun ve ırmağın yönünü değiştirmek için aylarca özel takımlar çalıştırılmıştır. Lidice bundan sonra hiçbir şey değildi gerçekten, eylemin mantığına uygun olarak yalnızca saltık bir gelecekti. İşi daha da

sağlama bağlamak için, hâlâ buralarda bir şeyler bulunduğunu anımsatan mezarlık da ölülerinden boşaltılmıştı.88

Hitler dininde tarihsel olarak dile gelen yoksayıcı devrim sonunda kendi kendine yönelen, ölçüsüz bir hiçlik azgınlığından başka bir şey uyandırmadı. Yoksama, hiç değilse bu kez, hem de Hegel’e karşın, yaratıcı olmadı. Hitler tarihte olumlu hiçbir şey bırakmamış tek zorba hükümdar örneğidir. Kendi kendisi için de, ulusu için de, dünya için de,

intihardan ve öldürmeden başka hiçbir şey olamadı. Öldürülmüş yedi milyon Yahudi, öldürülmüş ya da sürgün edilmiş yedi milyon Avrupalı, on milyon savaş kurbanı tarihin yargısı için azdır belki: Tarih katillere alışkındır. Ama Hitler’in son doğrulamaları, yani Alman ulusunun yıkılışı bile, tarihsel varlığı yıllar boyunca milyonlarca insanı büyülemiş olan bu adamı bundan böyle kararsız ve zavallı bir gölge durumuna düşürür. Nuremberg duruşmasında Speer’in tanıklığı, Hitler’in, savaşı tüm yıkımdan önce durdurabilmek

elindeyken, genel intiharı, Alman ulusunun özdeksel ve politik yıkılışını yeğ tuttuğunu göstermiştir. Almanya, savaş yitirdiğine göre, korkak ve haindi, ölmesi gerekirdi. “Alman halkı yenecek güçte değilse, yaşamayı hak etmemiştir.” Böylece Hitler bu halkı ölüme sürüklemeye, Rus topları Berlin saraylarının duvarlarını çatlatırken, intiharını bir ululama yapmaya karar verdi. Hitler, kemiklerinin mermer bir tabuta konulmasını isteyen Goering, Goebbels, Himmler, Ley, yeraltında ya da hücrelerde kendilerini öldürürler. Ama hiç

yoluna bir ölümdür bu, kötü bir düş, dağılan bir duman gibidir. Ne etkilidir ne de bir örnek niteliği taşır, yoksayıcılığın kanlı boş gururunu kesinler. “Özgür olduklarını sanıyorlardı!”

diye haykırır Frank. “Hitlercilikten kurtulunamayacağını bilmiyorlar mıydı!” Bilmiyorlardı, her şeyi yoksamanın bir kölelik, gerçek özgürlüğünse tarihe ve başarılarına göğüs geren bir değere içten bir boyun eğiş olduğunu da bilmiyorlardı.

Ama faşist gizemler yavaş yavaş dünyayı yönetmeyi kurmuş olsalar bile, hiçbir zaman gerçekten evrensel bir imparatorluk kurmaya kalkmadılar. Fazla fazla, kendi yengileri karşısında şaşıran Hitler, eyleminin taşralı kaynaklarından saparak evrensel yurtla hiçbir ilgisi bulunmayan belirsiz bir Alman imparatorluğu düşüne yöneldi. Rus komünizmi ise, tam tersine, açıktan açığa dünya imparatorluğunu ister, kaynaklarında da bu istek vardır.

Gücü, derinliği, tarihimizdeki önemi bundan ileri gelir. Görünüşler ne olursa olsun, Alman devrimi geleceksizdi. Yıkımları tutkunun kendisinden daha büyük olan ilkel bir atılımdan başka bir şey değildi. Rus komünizmi, tam tersine, bu denemenin betimlediği doğaötesi tutkuyu, Tanrı’nın ölümünden sonra, en sonunda tanrılaştırılmış bir insan yurdu kurma görevini yüklendi. Hitler serüveninin kendine mal edemeyeceği devrim adını Rus

komünizmi hak etmiştir, şimdi görünüşte bu adı hak etmese bile, bir gün, hem de bir daha bırakmamasıya hak edeceğini ileri sürmektedir. Tarihte ilk kez, silahlanmış bir

imparatorluğa dayanan bir öğreti ve bir eylem kesin devrimi ve dünyanın en sonunda birleştirilmesini bir erek olarak benimsemektedir. Şimdi bize bu savı ayrıntılarıyla incelemek kalıyor. Hitler, çılgınlığının doruğunda, tarihi bin yıllığına durduracağını ileri sürmüştü. Tam bunu yapmak üzere olduğuna inandığı, yenilmiş ulusların gerçekçi filozoflarının da bunun bilincine varmaya, bunu onaylamaya hazırlandıkları sırada, İngiltere ve Stalingrad savaşı onu ölüme doğru attı ve tarihi bir kez daha ileri itti. Ama insanın tarihi kadar eski tanrılık savı, Rusya’da kurulmuş biçimiyle, ussal devlet görünüşü altında, daha büyük bir ağırlık, daha büyük bir etkinlikle yeniden ortaya çıktı.

85. İskandinav söylenbiliminde, savaşta ölmüş kahramanların kaldıkları yer. (Ç.N.) 86. Bkz: Max Picard’ın güzel kitabı: L’homme du néant (Hiçliğin İnsanı).

87. Goering’in konuklarını bazı bazı Neron kılığında ve yüzü boyanmış olarak kabul ettiği bilinir.

88. Bu canavarlıkların gerçekte usdışı ırk üstünlüğü önyargısına uyan Avrupa uluslarının sömürgelerde yaptıkları zulümleri (1857’de Hindistan’da, 1945’te Cezayir’de) anımsatabileceklerini belirtmek sarsıcıdır.

DEVLET YILDIRICILIĞI VE