• Sonuç bulunamadı

Rimbaud’yu pek söz konusu etmeyeceğiz burada. Her şey söylenmiştir hakkında, yazık ki, fazlası da söylenmiştir. Bununla birlikte, konumuzla ilgili olduğu için,

Rimbaud’nun yalnızca yapıtında başkaldırı ozanı olduğunu belirteceğiz. Yaşamı, yol açtığı söyleni haklı çıkarmak şöyle dursun, yoksayıcılıkların en kötüsüne boyun eğişi canlandırır (Harrar mektuplarını nesnel bir gözle okumak yeter bunu anlamak için). Rimbaud, bu el çekme insanüstü bir erdemin sonucuymuşçasına, kendi dehasından el çekti diye

tanrılaştırılmıştır. Çağdaşlarımızın ileri sürdüğü suçsuzluk kanıtlarını geçersiz duruma soksa bile, dehadan el çekmenin değil, tam tersine, yalnızca dehanın erdemli olduğunu söylemek gerekir. Rimbaud’ nun büyüklüğü Charleville’deki ilk haykırışlarda değildir, Harrar’da giriştiği kaçakçılıklarda da değildir. Başkaldırıya o zamana dek bulamadığı, benzersiz biçimde doğru dili vererek aynı zamanda hem yengisini, hem bunalımını, hem dünyadan uzak yaşamı, hem kaçınılmaz dünyayı, hem olanaksıza seslenişi, hem de kucaklanması zor gerçeği, hem aktöreyi yadsımayı, hem de kaçınılmaz görev özlemini belirttiği anda parlar dehası. Işıklanışı ve Cehennem’i içinde taşıyarak, güzelliği hem

çiğneyip hem selamlayarak indirgenmez bir çelişkiyi bir çifte şarkı biçimine soktuğu anda, başkaldırının ozanıdır, hem de en büyüğü. İki büyük yapıtının tasarlanma sırasının önemi yok ama her iki tasarlama arasında çok az bir zaman farkı olmuştur, üstelik her sanatçı, bir yaşam deneyinden doğan saltık kesinlikle bilir ki, Rimbaud Saison’u (Mevsim) ve Illuminations’u birlikte taşımıştır içinde. Bunları birbiri ardından yazmışsa da sancılarını aynı zamanda çekmiştir. Onun gerçek dehası kendisini öldüren bu çelişkiydi.

Ama çelişkiye sırtını çevirip de acısını sonuna dek çekmeden dehasına sırt çeviren kişinin erdemi nerede kalır? Rimbaud için susmak başkaldırının yeni bir biçimi değildir. Hiç değilse, Harrar mektupları yayımlandıktan sonra söyleyemeyiz bunu. Değişimi gizlemlidir kuşkusuz. Ama evliliğin para makinesi durumuna soktuğu şu parlak kızlara çöken bayağılık da gizlemlidir. Rimbaud konusunda yaratılan söylen Cehennem’de Bir Mevsim’den sonra hiçbir şeye olanak kalmadığını varsayar, kesinlikle de söyler. Yeteneklerle taçlanmış ozan, tükenmez yaratıcı için olanaksız olan ne vardır ki? Moby Dick’ten, Dava’dan,

Zarathoustra’dan, Cinler’den sonra ne tasarlanabilir? Ama bunlardan sonra da büyük yapıtlar doğuyor hâlâ, öğretiyor, düzeltiyorlar, insanın en mağrur yanına tanıklık ediyor, ancak yaratıcının ölümünde sona eriyorlar. Saison’dan daha büyük olup da bir el çekiş yüzünden yoksun kaldığımız bir yapıta kim yanmaz ki?

Etiyopya bir manastır mıdır, İsa mı kapamıştır Rimbaud’nun ağzını? Ama o zaman bu İsa, lanetlenmiş ozanın “sağlam işe yatırıldığını” ve “düzenli kazanç sağladığını” görmek istediği parasından başka bir şeyden söz etmediği o mektuplara bakılırsa, günümüzde

tahtını banka gişelerine kuran İsa’dır.28 İşkenceler altında şarkı söyleyen, Tanrı’ya, güzelliğine söven, adalete ve umuda karşı silahlanan, cinayet havasında anlı şanlı bir biçimde kuruyan kişi şimdi yalnız “geleceği parlak” biriyle evlenmek istemektedir. Bilen, gören kişi, üzerine ikide bir zindanların kapıları kapanan, söz anlamaz tutuklu, tanrısız yeryüzünün kral-insanı, göbeğinin üzerine çökmesinden, dizanteriye yol açmasından dert yandığı bir kuşağın içinde sekiz kilo altın taşır hep. Dünyanın üstüne tükürmeyen ama bu kuşağı düşünmesi bile utançtan ölmesine yol açabilecek bunca genç adama örnek

gösterilen söylen kahramanı bu mudur? Söyleni sürdürmek için, bu önemli mektupları bilmemek gerekir. Bunlar üzerinde bu denli az durulmasının nedeni anlaşılıyor. Kutsala saldırıdır bunlara dokunmak, bazı bazı gerçeklerin yazgısı böyledir. Hayranlık verici büyük ozan, çağının en büyüğü, şimşekler çaktıran ermiş kişi Rimbaud budur işte. Ne var ki, önümüze sürülmek istenen tanrı-insan, yaman örnek, şiir keşişi değildir. İnsan olarak, ancak o hastane yatağında, ruhsal bayağılığın bile dokunaklı olduğu şu zor saatte, ölüm saatinde kavuşmuştur büyüklüğüne: “Ne kadar mutsuzum, ne kadar mutsuzum...

üzerimde de para var, göz-kulak olamıyorum!” Bereket versin ki, bu zavallı saatlerin büyük haykırışı, ister istemez büyüklükle birleşen şu ortak ölçü payını geri verir Rimbaud’

ya: “Hayır, hayır, şimdi de ölüme başkaldırıyorum!” Uçurumun başında diriliverir genç Rimbaud, yaşamı lanetlemenin ölüm umutsuzluğundan başka bir şey olmadığı günlerin başkaldırısı da kendisiyle birlikte dirilir. Öylesine sevmiş olduğumuz bunalımlı delikanlıya o zaman erişir burjuva kaçakçı. Mutluluğa “Merhaba!” demesini bilememiş insanların eninde sonunda karşılaştıkları ürpertide, acı sızıda yetişir ona. Tutkusu ve gerçeği yalnız burada başlar.

Öte yandan, yapıtında Harrar önceden haber verilmişti ama son el çekme biçimi altında. “En iyisi, kıyıda, sarhoş mu sarhoş bir uyku.” Her başkaldırmışta görülen yok oluş öfkesi en genel biçime girer o zaman. Rimbaud’ nun durmamacasına uyruklarını öldüren prensle canlandırdığı biçimiyle cinayet yıkımı, uzun süren, ölçüsüz yaşama,

gerçeküstücülerin yeniden bulacakları başkaldırmışlık izlekleridir. Ama yoksayıcı bitkinlik baskın çıkar sonunda; çarpışma, suç bitkin ruhu bezdirir. Unutmak için içen “gören” kişi, çağdaşlarımızın çok iyi bildikleri derin uykuyu sarhoşlukta buldu sonunda. Uyur insan, kıyıda ya da Cennet’te. Sonra, bu düzen alçaltıcı bile olsa, dünya düzenine boyun eğer, hem de artık etkin biçimde değil, edilgen biçimde. Rimbaud’nun sessizliği, çarpışma dışında her şeye boyun eğmiş ruhların üzerine çökmüş imparatorluk sessizliğine de

hazırlar insanı. Birdenbire paraya boyun eğen bu büyük ruh başka gereklilikleri de haber verir, ilkin ölçüsüz, sonra polise yardımcı olacak gereklilikleri. Hiç olmak, işte kendi

başkaldırılarından usanmış ruhun haykırışı. O zaman ruhun bir intiharı söz konusudur, gerçeküstücülerinki kadar saygıdeğer olmayan ama daha büyük sonuçlara gebe bir

intiharı. Gerçeküstücülük bu büyük başkaldırı deviniminin sonunda, sevgiye değen biricik Rimbaud’yu sürdürdüğü için anlamlıdır. Gören kişi üzerine mektup ile bu mektubun

varsaydığı yöntemden başkaldırmış bir çilecilik kuralı çıkararak şimdiye dek başkaldırının bütün evlerinde karşımıza çıkmış bulunan şu var olma istemi ile yok olma dileği, hayır ile evet arasındaki çarpışmayı canlandırır. Bütün bu nedenlerle, Rimbaud’nun yapıtı

çevresindeki sonu gelmez açıklamaları yinelemektense, onu kalıtçılarında yeniden bulmak ve incelemek daha uygun görünüyor.

Saltık başkaldırı, tüm dikbaşlılık, kurallaşmış kundakçılık, gülmece, uyumsuzluk dini olan gerçeküstücülük, her şeyin her zaman yeniden başlatılması gereken yargılanması biçiminde tanımlanır. Bütün kararlar kesin, sert, kışkırtıcıdır. “Başkaldırı uzmanlarıyız biz.”

Aragon’a göre, kafaları alabora etme makinesi olan gerçeküstücülük, romantik

kaynaklarının da, kansızlaşmış züppeliğinin de gözden uzak tutulmaması gereken “Dada”

akımı içinde oluşmuştur ilkin.29 Anlamsızlık ve çelişki, sırf anlamsızlık ve çelişkidir diye benimsenir o zaman. “Gerçek Dadalar, Dada’ya karşıdır. Herkes Dada yöneticisidir.” Ya da: “İyi nedir? Çirkin nedir? Büyük, güçlü, zayıf nedir?.. Bilmem! Bilmem!” Bu salon yoksayıcıları en sıkı kurallı akımlara uşaklık etmek tehdidi altındaydılar kuşkusuz. Ama gerçeküstücülükte bu gösterişli töreye-uymazlıktan daha fazla bir şey vardı, bu da Breton’un “Her umudu burada mı bırakacağız?” sözüyle özetlediği Rimbaud kalıtıdır.

Olmayan yaşama dönük bir zorlu haykırış içinde bulunulan dünyanın toptan

yadsınmasıyla donanır, Breton’un oldukça güzel bir biçimde söylediği gibi: “Benim için hazırlanmış olan yazgıya boyun eğemiyorum, en yüce bilincim bu adaletsizlikle yaralı, yaşayışımı bu yeryüzündeki her türlü yaşayışın gülünç kurallarına uydurmaya

yanaşmıyorum.” Breton’a göre, ruh ne bu dünyada bağlanacak bir şey bulabilir ne öteki dünyada. Gerçeküstücülük bu dinmez kaygıya yanıt vermek ister. “Ruhun kendine karşı dönen ve bu köstekleri kemirmekte kararlı bir çığlığı” vardır. Ölüme ve iğreti bir koşulun

“gülünç süre”sine karşı haykırır. Demek ki, kızgınlığın buyruğuna girer gerçeküstücülük.

Kırık bir kızgınlık içinde; dolayısıyla, sertlik, mağrur uzlaşmazlık içinde yaşar; bunları da bir aktöre varsayar. Gerçeküstücülük, daha ilk belirlenişlerinde bile, bir düzensizlik Kutsal Kitap’ı olarak, bir düzen yaratma zorunluluğunu duymuştur. Ama ilkin, yalnızca yıkmayı düşünmüştür; ilkin ilenç alanında, şiirle, sonra da gerçek çekiçlerle. Gerçek dünyanın duruşması, mantığa uygun olarak, yaratılışın duruşması olmuştur.

Gerçeküstücü Tanrı-düşmanlığı mantıklı ve yöntemlidir. İlkin, “Tanrı sözüne

katabildiği bütün gücün” kendisine geri verilmesi uygun düşen insanın saltık suçsuzluğu düşüncesi üzerinde toplanır. Tüm başkaldırı tarihinde olduğu gibi, umutsuzluktan fışkırmış bu saltık suçsuzluk düşüncesi, yavaş yavaş ceza çılgınlığı biçimine girdi. Gerçeküstücüler, bir yandan insan suçsuzluğunu göklere çıkarırken, bir yandan da öldürmeyi ve intiharı

göklere çıkarabileceklerini sandılar. Bir çözümden söz eder gibi söz ettiler intihardan ve bu çözümü “en gerçeğe-benzer biçimde doğru ve kesin” bulan Crevel kendini öldürdü, Rigaut ile Vaché de öyle. Daha sonra Aragon, intihar gevezelerini suçlayabildi. Ne var ki, yok oluşu kutlayıp da ötekilerle birlikte ona atılmamak kimseyi onurlandırmaz. Bu noktada, gerçeküstücülük tiksindiği “yazın”ın en kötü kolaylıklarına kapıldı ve Rigaut’nun o altüst edici haykırışını haklı çıkardı: “Siz hepiniz ozansınız, bense ölüm yakasındayım.”

Gerçeküstücülük bu kadarla da kalmadı. Kahraman olarak Violette Nozière’i ya da genel yasanın adsız canisini seçti, böylece, cinayet karşısında, yaratığın suçsuzluğunu kesinlemiş oluyordu. Ama en basit gerçeküstücü eylemin elde tabanca sokağa inip kalabalığa rasgele ateş etmek olduğunu da söyleyebildi. 1933 yılından beri André Breton’un söylediğine pişman olması gereken bir sözdür bu. Birey ile arzudan, bir de bilinçaltından başka her şeyin üstünlüğünü yadsıyan kişi, aynı zamanda topluma ve usa karşı da ayaklanacaktır elbette. Nedensiz eylem kuramı saltık özgürlük isteğini taçlandırır.

Bu özgürlük sonunda Jarry’nin tanımladığı yalnızlıkla özetlense de ne çıkar: “Her türlü

hazzı tadınca, herkesi öldürüp gideceğim.” En önemlisi kösteklerin yoksanması ve yengin çıkan usdışıdır. Gerçekten de, öldürmenin savunulması, anlamsız, onursuz bir dünyada, yalnızca bütün biçimleriyle var olma isteğinin uygun olduğu anlamına gelmez de ne anlama gelir? Yaşam atılımı, bilinçaltının gelişmesi, usdışının haykırışı, desteklenmesi gereken, biricik arı gerçeklerdir. Öyleyse arzunun karşısına dikilen her şey, hepsinden önce de toplum amansızca yok edilmelidir. André Breton’un Sade konusundaki sözü şimdi anlaşılıyor: “Elbette, insan burada doğayla yalnız cinayette birleşmeyi kabul eder; ama bunun sevmenin en çılgın, en tartışma götürmez biçimlerinden biri olup olmadığı belli değil.” Acılı ruhlara özgü olan nesnesiz aşkın söz konusu edildiği seziliyor. Ama bu boş ve obur aşk, bu sahip olma çılgınlığı toplumun önlenmez bir biçimde kösteklediği aşktır.

Bunun için, bu bildirilerin ağırlığını hâlâ üzerinde taşıyan Breton, ihanetin övgüsünü yapabilmiş, en eksiksiz anlatımın şiddet olduğunu bildirebilmiştir (gerçeküstücüler de bunu kanıtlamaya çalışmışlardır).

Ama toplum yalnızca kişilerden oluşmaz. Bir kurumdur da. Gerçeküstücüler, herkesi öldürmeyecek kadar soylu olduklarından, tutumlarının mantığına uyarak arzuyu

serbestliğe kavuşturmak için, ilkin toplumu devirmek gerektiğini düşündüler. Çağlarının devrimine yardımcı olmak yolunu seçtiler. Bu denemenin konusu olan tutarlılıkla, Walpole ile Sade’dan Helvétius ile Marx’a geçtiler. Ama devrimi, Marksçılığı inceledikten sonra seçmedikleri seziliyor.30 Tam tersine, kendisini devrime yönelten gereklilikleri Marksçılıkla uzlaştırmak, gerçeküstücülüğün sonu gelmez çabası olacaktır. Gerçeküstücülerin bugün Marksçılığın en nefret ettikleri yanı yüzünden Marksçılığa geldikleri söylenebilir. İsteğinin özünü ve soyluluğunu bilince, kendisi de aynı bunalımı paylaşınca, André Breton’a,

yarattığı akımın, “insafsız bir yetkenin” ve diktatörlüğün kurulmasını, politik bağnazlığı, özgür tartışmanın yadsınmasını, ölüm cezasının zorunluluğunu birer ilke durumuna getirdiğini anımsatmaya kolayca karar veremiyor insan. Bu çağın sözcükleri karşısında şaşırmamak da elde değil (“kundakçılık”, “ele verici”, vb.), polis devriminin sözcükleridir bunlar. Ama “herhangi bir devrim” istiyordu bu çılgın kişiler, yaşamak zorunda

bulundukları bu dükkâncılar dünyasından, bu uzlaşma dünyasından çıksınlardı da ne olursa olsundu. En iyisini bulamayınca, en kötüsünü de öpüp başlarına koyuyorlardı. Bunda,

yoksayıcıydılar. Aralarında bundan böyle Marksçılığa bağlı kalacak olanların aynı zamanda ilk yoksayıcılıklarına bağlı kaldıklarını fark etmiyorlardı. Gerçeküstücülerin bunca inatla istedikleri şey, yani dilin yerle bir edilmesi, tutarsızlık ya da özdevim (automatisme) değildir; paroladır. Aragon istediği kadar “onur kırıcı deneyci tutumu” yermekle başlamış olsun, aktörenin tüm kurtuluşunu onda bulmuştur, bu kurtuluş başka bir kölelikle birleşmiş bile olsa. O zamanlar, gerçeküstücüler arasında bu sorunu en derin biçimde düşünen kişi, Pierre Naville, devrimci eylemle gerçeküstücü eylemin ortak paydasını ararken, bunu karamsarlıkta, yani “yokoluşunda insana eşlik etmekte, bu yokoluşun yararlı olması uğrunda hiçbir şeyi elden bırakmama ereğinde” buluyordu. Bu Augustincilik ve

Makyavelcilik karışımı, yirminci yüzyıl devrimini açıklar gerçekten; çağımızın yoksayıcılığı bundan daha gözüpek bir biçimde dile getirilemez. Gerçeküstücülükten dönenler çoğu ilkelerinde yoksayıcılığa bağlı kalmışlardır. Bir bakıma, ölmek istiyorlardı. Breton ve başka birkaçı en sonunda Marksçılıkla ilgilerini kesmişlerse, benliklerinde yoksayıcılıktan daha fazla bir şey bulunduğu, başkaldırı kaynaklarının, en arı yanına ikinci bir bağlılıkla bağlı

oldukları için kesmişlerdir; ölmek istemiyorlardı.

Gerçeküstücüler maddecilik öğütleri vermek istediler elbette. Potemkin Zırhlısı başkaldırısının kaynağında şu korkunç et parçasını bulmak hoşumuza gidiyor. Ama

Marksçılarda olduğu gibi onlarda da, düşünce açısından bile olsa bir dostluk yoktur bu et parçasına. Leş başkaldırıyı doğurtan gerçek dünyayı belirtir yalnız ama başkaldırı

kendisine karşıdır. Her şeyi yasallaştırsa bile, hiçbir şeyi açıklamaz. Gerçeküstücüler için, devrim günü gününe, eylem içinde gerçekleştirilen bir erek değildi, avutucu bir söylendi yalnız. Dostu Kalandra’nın bu yaşam yüzünden öleceğini usuna getirmeyen Eluard’ın sözünü ettiği “aşk gibi gerçek yaşamdı.” Dehanın komünizmini istiyordu onlar, ötekini değil. Bu garip Marksçılar tarihe karşı ayaklanma durumunda olduklarını bildiriyor, kahraman bireyi kutluyorlardı. “Tarihi bireylerin alçaklığının koşullandırdığı yasalar

yönetir.” André Breton, devrim ile aşkı, yani iki uzlaşmaz şeyi bir arada istiyordu. Devrim daha var olmayan bir insanı sevmek demektir. Canlı bir varlığı seven kişiye gelince,

gerçekten seviyorsa, ancak bu canlı varlık için ölmeyi kabul edebilir. André Breton için, devrim başkaldırının özel bir durumundan başka bir şey değildi, oysa Marksçılar, genellikle de bütün politik düşünürler için, ancak bunun tersi doğrudur. Breton, eylem yoluyla, tarihi taçlandıracak mutlu yurdu gerçekleştirmeye çalışmıyordu. Öyle ya, gerçeküstücülerin başlıca savlarından biri de kurtuluş diye bir şey bulunmadığıdır. Devrimin üstünlüğü, insanlara mutluluğu şu “tiksindirici yeryüzü rahatlığı”nı vermekte değildi. Breton’a göre, tam tersine, onun acılı koşullarını arıtıp aydınlatacaktı. Dünya devrimi ve bu devrimin gerektirdiği korkunç özveriler yalnız bir iyilik sağlayacaktı: “Toplumun koşulunun tümüyle yapmacık iğretiliğini perdelemesini önlemek.” Ne var ki, Breton’a göre bu ilerleme

ölçüsüzdü. Bu da devrimin bir iç çileciliğe bağlanması, böylece her insanın gerçeği

olağanüstüye çevirebilmesi demekti, “insan imgeleminin gözler kamaştırıcı öç alışı”ydı bu.

Olağanüstü Hegel’de ussalın tuttuğu yeri tutar Breton’da. Öyleyse Marksçılığın politik felsefesine bundan daha karşıt bir şey düşünülemez. Artaud’nun devrimin Amielleri31 diye adlandırdığı kişilerin uzun duralamaları kolayca anlaşılıyor. Gerçeküstücüler örneğin

Joseph de Maistre gibi gericilerden çok daha uzaktılar Marx’tan. Bunlar, devrimi yadsımak, yani tarihsel bir durumu sürdürmek için, yaşam tragedyasından yararlanırlar. Marksçılarsa aynı şeye devrimi uygun göstermek, yani bir başka tarihsel durum yaratmak için

başvururlar. Her ikisi de insan tragedyasını kendi amaçlarını gerçekleştirmede kullanır.

Breton’sa, devrimi tragedyayı tüketme yolunda kullanıyor, dergisinin adı ne olursa olsun, gerçekte devrimi gerçeküstücü serüvenin buyruğuna veriyordu.

Gerçeküstücülerin ölünceye dek usdışını savunmak için ayaklanmalarına karşılık, Marksçıların usdışını dize getirmek istedikleri düşünülürse, kesin kopma açıklanmış olur.

Marksçılık tüm’ü fethetmeye yöneliyordu, gerçeküstücülükse, her ruhsal deneyim gibi, birliğe. Usdışı, dünya imparatorluğunu fethetmeye yeterse, tümlük de usdışına boyun eğdirtmek isteyebilir. Ama birlik isteği daha titizdir. Her şeyin ussal olması yetmez ona.

Her şeyden önce, ussal ile usdışının aynı düzeyde uzlaşmasını ister. Birlik bir sakatlama içeremez.

André Breton’a göre, tümlük ancak birlik yolunda, belki zorunlu ama hiç kuşkusuz yetersiz bir evre olabilirdi. Ya hep ya hiç konusu burada yeniden karşımıza çıkıyor.

Gerçeküstücülük evrensele yönelir, Breton’un Marx’a yaptığı tuhaf ama derin serzeniş de

onun evrensel olmamasıdır. Gerçeküstücüler, Marx’ın “dünyayı değiştirme”siyle Rimbaud’nun “yaşamı değiştirme”sini uzlaştırmak istiyorlardı. Ama birincisi dünya

tümlüğünü fethe götürür bizi, ikincisi ise yaşamın birliğinin fethine. Aykırı gibi görünecek ama her tümlük kısıtlayıcıdır. Sonunda, iki çözüm topluluğu bölmüştür. Breton,

Rimbaud’yu seçmekle, gerçeküstücülüğün eylem değil, çilecilik ve ruhsal deneyim

olduğunu gösterdi. Akımın derin özgünlüğünü sağlayan, başkaldırı üzerine bir düşünce için çok değerli olan şeyi, kutsalın yeniden kuruluşuna ve birliğin fethine ilk yeri verdi. Bu

özgünlüğü ne derece derinleştirdiyse, ilk savlarının kimileriyle birlikte politikacı arkadaşlarından da öyle dönülmezcesine ayrıldı.

Gerçekten de, André Breton, düşle gerçeğin kaynaşmasını, ülkü ile gerçek arasındaki eski çelişkinin yüceltilmesini istemiştir hep. Gerçeküstücü çözüm bilinir: somut-usdışılık, nesnel rastlantı. Şiir “en yüce nokta”nın fethi, hem de olanaklı olan tek fethidir. “Ruhun öyle bir noktası ki, yaşam ile ölüm, gerçek ile düşsel, geçmiş ile gelecek... birbiriyle çelişkin görünmez artık.” “Hegel öğretisinin büyük başarısızlığı”nı belirtecek olan bu en yüksek nokta nedir? Gizemcilere yabancı olmayan uçurum-tepenin aranışı. Başkaldırmışın saltıklığa susamışlığını yatıştıran ve belirleyen, tanrısız gizemcilik söz konusudur gerçekte.

Gerçeküstücülüğün temel düşmanı usçuluktur. Breton’un düşüncesi, özdeşlik ve karşıtlık ilkeleri zararına durmamacasına örnekseme ilkesinin desteklendiği, garip görünüşlü bir Batı düşüncesidir. Karşıtlıkları arzuyla aşkın ateşinde eritmek, ölümün duvarlarını yıkmak söz konusudur. Büyü, ilkel ya da arı uygarlıklar, ateş çiçekleri ya da ak geceler yazını, birlik yolunda, her madeni altın eden taş yolunda birer evredir. Gerçeküstücülük dünyayı değiştirememişse de Helenlerin dönüşünü haber veren Nietzsche’yi bir dereceye kadar haklı çıkaran kimi garip söylenler getirmiştir ona. Ancak bir dereceye kadar, çünkü

“karanlığın Yunanistanı”, gizlemlerin, “kara tanrıların Yunanistanı” söz konusudur.

Sonunda, Nietzsche’nin deneyimi öğle ışığının benimsenmesinde taçlandığı gibi, gerçeküstücülük deneyimi de gece yarısının övülmesinde, inatla, bunalımla fırtınaya tapmada en yüce noktasına ulaşır. Breton, kendi sözlerine bakılırsa, ne olursa olsun, yaşamın bize verilmiş olduğunu anlamıştır. Ama katılışı bizim gereksinimini duyduğumuz tüm ışığın katılışı olamazdı. “Tüm katılışın insanı olamayacak kadar kuzeyliyim,” demişti.

Gene de sık sık kendi kendine karşı çıkarak yoksama payını azalttı, başkaldırının olumlu isteğini gün ışığına çıkardı. Sessizlikten çok, kesinliği, Bataille’a göre de, ilk

gerçeküstücülüğü canlandıran “aktörel uyarma”yı seçti: “Bütün dertlerimizin nedeni olan yürürlükteki aktöre yerine yeni bir aktöre getirmek.” Bu yeni aktöreyi bugün hiç kimse kuramadığı gibi, o da kuramadı kuşkusuz. Ama bunu başarmaktan da hiçbir zaman

gerçeküstücülüğü canlandıran “aktörel uyarma”yı seçti: “Bütün dertlerimizin nedeni olan yürürlükteki aktöre yerine yeni bir aktöre getirmek.” Bu yeni aktöreyi bugün hiç kimse kuramadığı gibi, o da kuramadı kuşkusuz. Ama bunu başarmaktan da hiçbir zaman