• Sonuç bulunamadı

Sanat da şu aynı zamanda hem yücelten, hem yoksayan eylemdir. “Hiçbir sanatçı gerçeği hoş görmez,” der Nietzsche. Doğrudur; ama hiçbir sanatçı gerçeksiz de edemez.

Yaratma hem birlik gerekliliği, hem de dünyanın yadsınmasıdır. Ama dünyayı kendisinde eksik olan şey adına yadsır, bazı bazı da olduğu şey adına. Burada başkaldırı tarih dışında, arı durumunda, ilk karışıklığı içinde incelenebilir. Öyleyse sanat bize başkaldırının özü

konusunda son bir görüş sağlayacaktır.

Ama bütün devrimcilerin sanata gösterdikleri düşmanlığı da belirtmeliyiz. Platon ılımlılardan sayılır. Dilin yalancı işlevi üzerinde durur yalnız, cumhuriyetinden de yalnız ozanları kovar. Bunun dışında, güzelliği dünyadan üstün tutar. Ama yeni çağların devrimci eylemi sanatı yargılar durur, yargılaması hâlâ bitmemiştir. “Reform” aktöreyi seçip

güzelliği sürgün eder. Rousseau toplumun doğaya getirdiği bozulmuşluğu görür sanatta.

Saint-Just gösteri sanatlarını yerer, “Us Bayramı” için yaptığı güzel izlencede, usu “güzel olmaktan çok erdemli” bir kişinin cisimlendirmesini ister. Fransız Devrimi hiçbir sanatçı çıkarmaz, büyük bir gazeteci olan Desmoulins’i, bir de yasalara aykırı ve gizli bir sanatçıyı, Sade’ı çıkarır çıkara çıkara... Zamanının biricik ozanını da giyotinden geçirir. Biricik büyük düzyazı sanatçısı Londra’ya göç edip Hıristiyanlık ve eski yasaları savunur. Bir zaman sonra da Saint-Simoncular “topluma yararlı” bir sanat isteyeceklerdir. “İlerleme için sanat’, tüm yüzyıl boyunca ağızdan ağıza dolaşmış bir beylik sözdür, Hugo da bunu

benimsemiş, inandırıcı kalmayı başaramamıştır. Yalnız Vallès sanatın lanetlenmesine bir ilenç havası getirir, bu ilenç de sanatın geçerliliğini kanıtlar.

Bu ses Rus yoksayıcılarının da sesidir. Pisarev, olgusal değerler yükselirken, sanatsal değerlerin düştüğünü bildirir. “Bir Rus kunduracısı olmayı, bir Rus Raffaellosu olmaya yeğ tutarım.” Ona göre, bir çift çizme Shakespeare’den daha yararlıdır. Yoksayıcı Nekrassov, o büyük ve acılı ozan, bir parça peyniri Puşkin’e yeğ tuttuğunu söyler. Tolstoy’un da sanatı nasıl aforoz ettiği bilinir. Büyük Petro’nun Petersburg’daki yazlık bahçesine getirttiği ve hâlâ İtalya güneşinin yanıklığını taşıyan Apollon ve Venüs mermerlerine devrimci Rusya sırtını çevirir. Yoksulluk mutluluk görüntülerine arkasını döner bazı bazı.

Alman düşüngüsünün suçlamaları da bunlardan geri kalmaz. Görüngübilimin devrimci yorumcularına göre, barışmış toplumda sanat olmayacaktır. Güzellik yaşanacaktır,

tasarlanmayacaktır artık. Tümüyle ussal gerçek bütün susuzlukları tek başına giderecektir.

Biçimsel bilincin ve kaçış değerlerinin eleştirisi sanatı da kapsar kuşkusuz. Sanat tüm çağların sanatı olamaz, tam tersine, çağıyla belirlenir, Marx’a göre de egemen sınıfın ayrıcalıklı değerlerini belirtir. Öyleyse bir tek devrimci sanat vardır, bu da devrimin

buyruğuna verilmiş sanattır. Öte yandan, sanat tarih dışında bir güzellik yaratarak ussal olan biricik çabayı: Tarihin saltık güzelliğe dönüşmesini çelmeler. Rus kunduracısı,

devrimcilik görevinin bilincine vardıktan sonra, kesin güzelliğin gerçek yaratıcısıdır.

Raffaello ise ancak geçici bir güzellik, yeni insan için anlaşılmaz olacak bir güzellik yaratmıştır.

Marx, Helen güzelliğinin bizim için hâlâ nasıl güzel olabileceğini sorar, orası da öyle.

Verdiği yanıt şudur: Bu güzellik bir dünyanın bön çocukluğunu dile getirir, biz de olgun insan çarpışmalarımız arasında bu çocukluğun özlemini duyarız. Ama İtalyan

Rönesansı’nın yapıtları, Rembrandt, Çin sanatı bizim için hâlâ nasıl güzel olabiliyor? Ne çıkar! Sanatın yargılanması kesin olarak başlamıştır, bugün de kendi sanatlarına, kendi

kafalarına kara çalan sanatçı ve aydınların suç ortaklığıyla sürüp gitmektedir. Gerçekten de, Shakespeare ile kunduracı arasındaki bu çekişmede, Shakespeare ya da güzelliği lanetleyenin kunduracı değil, tam tersine, yine Shakespeare’i okuyan, çizme yapmayı seçmeyen, bunu hiçbir zaman da yapmayacak olan kişiler olduğu gözden kaçmayacaktır.

Çağımızın sanatçıları on dokuzuncu yüzyılın pişmanlık getirmiş beyzadelerine benzerler;

içlerinin rahat olmayışı bağışlatma nedenlerini oluşturur. Ama pişmanlık bir sanatçının kendi sanatı karşısında duyabileceklerinin sonuncusudur. Güzelliği de çağların sonuna atmak, bu arada herkesi, hatta kunduracıyı da kendisinin yararlandığı bu tamamlayıcı ekmekten yoksun bırakmak, basit ve gururlu alçakgönüllülüğü aşmaktır.

Yine de bu çileci çılgınlığın nedenleri vardır, hiç değilse bu nedenler bizi ilgilendirir.

Devrimle başkaldırı arasındaki şu daha önce anlattığımız savaşı sanatsal düzlemde dile getirirler. Her başkaldırıda doğaötesi bir birlik zorunluluğu, bunu kavramanın olanaksızlığı, hatta hazır evrenin yerini tutacak bir evren kurma görülür. Başkaldırı bu açıdan, evren yapıcıdır. Sanatı da bu tanımlar. Doğrusunu söylemek gerekirse, başkaldırı gerekliliği biraz da sanatsal bir gerekliliktir. Gördüğümüz gibi, bütün başkaldırmış düşünceler bir söz

sanatı ya da kapalı bir evren içinde belirlenir. Lucretius’ta surlar benzetmesi, Sade’da manastırlar ve sürgülü şatolar, romantiklerin adaları ya da kayaları, Nietzsche’nin herkesten uzak suçları, Lautréamont’un ilkel okyanusu, Rimbaud’nun barbataları,

gerçeküstücülerin bir ırmak fırtınasıyla dövülerek batıp batıp yeniden beliren, dehşet verici şatoları, zindan, surlar arasına kapatılmış ulus, toplama kampı, özgür köleler

imparatorluğu, her biri kendi yordamınca bir tutarlılık ve birlik gereksinimini belirtir. İnsan bu kapalı dünyalar üzerinde en sonunda hüküm sürebilir, bilgiye erebilir.

Bu eğilim bütün sanatların da eğilimidir. Sanatçı kendi hesabına yeniden kurar

dünyayı. Doğanın senfonileri durmak bilmez. Dünya hiçbir zaman sessiz değildir; susuşu bile, bizim kavrayamadığımız titreşimlere göre, hep aynı notaları yineler. Bizim

algıladıklarımıza gelince; sesler verir bunlar bize, ender olarak da bir uyum verir, hiçbir zaman bir ezgi vermez. Yine de müzik vardır, senfoniler onda tamamlanır, ezgi kendi başlarına bir biçimi olmayan seslere biçimini verir, sonra notaların ayrıcalıklı bir düzeni, doğa kargaşalığından kafa ve yürek için yeterli bir birlik çıkarır.

“Tanrı’yı bu dünyaya bakarak yargılamamak gerektiğine gittikçe daha çok

inanıyorum,” diye yazar Van Gogh. “Başarısız bir taslağı bu onun.” Her sanatçı bu taslağı yeniden yapmaya, eksiğini tamamlayarak ona bir “biçem” katmaya çalışır. Bütün

sanatların en büyüğü, en tutkulusu heykelcilik insanın kaçıp giden görüntüsünü üç boyut içinde dondurmak, devinimlerin düzensizliğini büyük “biçem”e getirmek için çabalar.

Heykelcilik benzerliği atmaz, tam tersine, benzerlik gereklidir kendisi için. Ama ilk aradığı benzerlik değildir. Onun aradığı, büyük evrelerinde, dünyanın bütün devinimlerini, bütün bakışlarını özetleyecek devinimdir, yüzün havası ya da bakıştır. İstediği öykünmek değil,

“biçemleştirmek”tir. Bedenlerin geçici taşkınlığını ya da duruşların sonsuz dönüşünü belirtici bir anlatım içine kapatmaktır. Ancak o zaman, gümbürtülü kentlerin alınlığında, örnekçeyi, “tip”i, insanların dinmez ateşini bir an için yatıştıracak olan kımıltısız

kusursuzluğu yükseltir. Aşktan yoksun kalmış âşık, kadının yüzünde ve bedeninde, her türlü düşüşten sonra da yaşayan şeyi kavramak için Helen karyatitlerinin122 çevresinde dönebilecektir en sonunda.

Resmin de ilkesi bir seçimdedir. “Deha, kendi sanatı üzerinde düşünürken,

genelleştirme ve seçme vergisinden başka bir şey değildir,” diye yazar Delacroix. Ressam işleyeceği konuyu başka şeylerden ayırır, ilk birleştirme yordamı budur onun. Görünümler kaçar, bellekten silinir ya da birbirlerini yıkar. Bunun için, görünüm ya da nature morte ressamı, doğal olarak ışıkla döneni, sonsuz bir “görünge”de yiteni ya da başka değerlerin çarpmasıyla görünmez olanı uzam ve süre içinde ayırır. Görünüm ressamının ilk işi,

tuvalini çerçevelemektir. Seçtiği kadar da eler. Konu resmi de, hem uzam, hem süre içinde, doğal olarak başka bir eylem içinde silinip giden şeyi ayırır. Resim bir dondurma işlemi yapar o zaman. Büyük yaratıcılar, Piero della Francesca gibi, dondurma işlemi daha yeni tamamlanmış, yansıtma aracı daha yeni ayarlanmış izlenimini veren yaratıcılardır. O zaman, sanatın bir mucizesiyle, bütün kişiler hâlâ canlıymış izlenimini verir, aynı zamanda da geçici olmaktan çıkarlar. Rembrandt’ın filozofu, ölümünden bunca zaman sonra, ışıkla gölge arasında, hep aynı sorun üzerinde düşünür.

“Hoşumuza gitmeyecek nesnelere benzerliğiyle hoşumuza giden resim ne boş şeydir!”

Pascal’in sözünü anan Delacroix, haklı olarak “boş” yerine “tuhaf” sözünü kullanır.

Kendilerini görmediğimize göre, hoşumuza gidemezdi bu nesneler; sürekli bir oluş içinde kefenlenmiş ve yoksanmışlardır. Kırbaçlama sırasında celladın ellerine, Çarmıh yolunda zeytin ağaçlarına kim bakıyordu? Ama işte “acı”nın artsız arasız devinimden koparılmış, belirlenmişlerdir, İsa’nın acısı, bu şiddet ve güzellik resimleri içine kapatılmıştır, müzelerin soğuk salonlarında her gün yeniden haykırmaktadır. Bir ressamın “biçem”i doğayla tarihin bu birleşmesinde, hep olmakta olana benimsetilen bu varlıktadır. Sanat, görünüşte hiçbir çaba harcamadan, Hegel’in düşünü kurduğu şu tek ile evrenselin uzlaşmasını

gerçekleştirir. Bizim çağımız gibi birlik delisi çağların “biçemleştirme”nin daha zorlu, birliğin daha kışkırtıcı olduğu ilkel sanatlara yönelmelerinin nedeni budur belki de. En güçlü biçemleştirmelere sanat çağlarının başında ve sonunda rastlanır her zaman; tüm yeni resim, varlığa ve birliğe doğru düzensiz bir atılımla ayaklanmış yoksama ve yer değiştirme gücüyle açıklanabilir. Van Gogh’un hayranlık verici yakınması tüm sanatçıların gururlu ve umutsuz haykırışlarıdır. “Yaşamda da, resimde de Tanrı’dan pekâlâ

vazgeçebilirim. Ama ben, acı çeken kişi, benden daha büyük olan, yaşamımın kendisi olan şeyden, yaratma gücünden nasıl vazgeçebilirim?”

Ama sanatçının gerçeğe karşı başkaldırısı tümcü devrime kuşkulu görünen bir şey olur o zaman, ezilmişin başkaldırısının taşıdığı kesinlemeyi taşır. Tüm yoksamadan doğmuş devrimci anlayış sanatta yadsımadan başka bir de boyun eğiş bulunduğunu; gözlemin eylemi, güzelliği, adaletsizliği dengelendirmek tehlikesini gösterdiğini, güzelliğin de bazı durumlarda kendi başına, temelli bir adaletsizlik olduğunu içgüdüyle sezmiştir. Bu

nedenle, hiçbir sanat tüm yadsımayla yaşayamaz. Her düşünce, hepsinden önce de

anlamsızlık düşüncesi bir anlam taşıdığından, anlamsızlığın sanatı olamaz. İnsan dünyanın tümsel adaletsizliğini suçlayabilir, yalnız kendi yaratabileceği bir tüm adalet isteyebilir.

Ama dünyanın tümüyle çirkin olduğunu söyleyemez. Güzelliği yaratmak için, hem gerçeği yadsıması, hem de onun kimi yanlarını yüceltmesi gerekir. Sanat gerçeğe karşı çıkabilir ama gerçekten kaçamaz. Nietzsche bu aşkınlığın bu dünyayı, bu yaşamı kötülemeye

götürdüğünü söyleyerek her türlü aktörel ya da tanrısal aşkınlığı yadsıyabiliyordu. Ama bir canlı aşkınlık vardır belki de, güzelliği umudu olan, bu ölümlü ve sınırlı dünyayı sevdirten,

onu her şeyden üstün gösteren bir aşkınlık. Böylece sanat, sürekli oluş içinde kaçıp giden ama sanatçının önceden sezip tarihten koparmak istediği bir değere biçimini vermeye çalıştığı ölçüde, başkaldırının kaynaklarına götürür bizi. Oluşuma kendisinde eksik olan,

“biçem”i vermek için oluşumun içine girmek isteyen sanat, yani roman üzerinde düşünürken daha iyi anlayacağız bunu.