• Sonuç bulunamadı

Gerçekten de, tümlük inanmışlarla başkaldırmışların şu eski ortak düşünden başka bir şey değildir ama bu düş, Tanrısız bir yeryüzünde, yatay olarak kurulur. O zaman, her türlü değerden vazgeçmek, imparatorluğu ve köleliği benimsemek üzere başkaldırıdan

vazgeçmek anlamına gelir. Biçimsel değerlerin eleştirisi özgür düşünceye de dokunmazlık edemezdi. Romantiklerin düşünü kurdukları özgür bireyi yalnızca başkaldırı gücüyle

yaratmanın olanaksızlığı kabul edildikten sonra, özgürlüğün kendisi de tarihin devinimine katılır. Savaşan bir özgürlük olmuştur, var olmak için oluşmak zorundadır. Tarihin

dinamizmiyle özdeşleştiğine göre, ancak Evrensel Yurt’ta, tarih durduktan sonra

çıkaracaktır kendi tadını. O zamana değin, her bir yengisi bir karşı çıkışa yol açacak, bu da kendisini gereksiz kılacaktır. Alman ulusu birleşmiş ezicilerinden kurtulur ama her Alman’ın özgürlüğü pahasına. Tümcü yönetimde, toplumsal insan kurtulmuş olsa bile, bireyler

özgür değildir. Sonunda, imparatorluk bütün insan türünü azatlayınca, özgürlük köle

sürüleri üzerinde egemen olacaktır, bu sürüler hiç değilse Tanrı’ya, genellikle de her türlü aşkınlığa karşı özgür olacaklardır. Eytişim mucizesi, niceliğin nitelik durumuna gelmesi burada aydınlanıyor: Tüm köleliğe özgürlük deme yolu seçilmekte. Hegel’in ve Marx’ın andığı örneklerde de olduğu gibi, nesnel değişim değil, öznel adlandırma değişimi söz konusudur. Mucize yoktur. Yoksayıcılığın biricik umudu, bir gün milyonlarca insanın bir daha dönülmemesiye azatlanmış bir insanlık oluşturabilecekleriyse, tarih umutsuz bir düşten başka bir şey değildir. Tarihsel düşüncenin insanı Tanrı’nın uyduluğundan kurtarması gerekirdi; ama bu kurtuluş da oluş karşısında en saltık boyun eğişi ister. O zaman, tapınağın sunağına atılırcasına, partinin sürekliliğine koşulur. Bunun için, çağların en başkaldırmışı olduğunu söylemek gözüpekliğini gösteren çağ törelere uygunluklardan başka bir şey sunmuyor bize, başka seçim bırakmıyor. Yirminci yüzyılın gerçek tutkusu köleliktir.

Ama tüm özgürlüğü fethetmek bireysel özgürlüğü fethetmekten daha kolay değildir.

Yeryüzünde insan imparatorluğunu gerçekleştirmek için, imparatorluğa sığmayan, nicelik saltanatına girmeyen her şeyi dünyadan ve insandan uzaklaştırmak gerekir: Bu işin de sonu yoktur. Tarihin üç boyutunu oluşturan şeyleri, uzamı, zamanı, kişileri kapsamalıdır.

İmparatorluk aynı zamanda hem savaş, hem bilgisizlik, hem de zorbalıktır; ama

umutsuzca, kardeşlik, özgürlük ve gerçek olacağını söyler: Konutlarının mantığı zorlar onu buna. Bugünün Rusyası’nda, hatta komünizminde, Stalin düşüngüsünü yadsıyan bir gerçek vardır hiç kuşkusuz. Ama onun da kendi mantığı vardır, devrim anlayışının kesin düşüşten kurtulması isteniyorsa, bunu ayırmak, öne çıkarmak gerekir.

Batı ordularının aldırmazlıkla Sovyet Devrimi’ni önlemeye çalışması, başka şeyler arasında, savaş ile ulusçuluğun da tıpkı sınıf çelişkileri gibi birer gerçek olduğunu gösterdi

Rus devrimcilerine. Proleterler arasında, kendiliğinden işleyen bir uluslararası yardımlaşma olmadıkça, hiçbir iç devrim uluslararası bir düzen kurulmadan

işleyebileceğini düşünemezdi. Bu günden sonra, Evrensel Yurt iki koşulla kurulabilirdi ancak. Ya bütün büyük ülkelerde hemen hemen aynı sırada yapılacak devrimler ya da savaşa başvurularak burjuva ulusların elenmesi; ya sürekli devrim, ya sürekli savaş.

Biliyoruz, birinci noktanın başarıya ermesine ramak kalmıştı. Almanya’nın, İtalya’nın, Fransa’nın devrim eylemleri, devrim umudunun en yüksek noktaları olmuştu. Ama bu devrimlerin ezilmesi, buna karşılık kapitalist yönetimlerin güçlenmesi, savaşı devrimin gerçeği durumuna getirdi. Aydınlanma felsefesi karartma Avrupasıyla sonuçlandı o zaman.

Alçalmışların kendiliklerinden ayaklanmalarıyla gerçekleşecek olan Evrensel Yurt, tarihin ve öğretinin mantığıyla, zor yollarıyla kabul ettirilen imparatorlukla kaplandı yavaş yavaş.

Engels, Marx’ın desteğiyle, Bakunin’in Slavlara çağrı’sına yanıt olarak, “Gelecek dünya savaşı dünya yüzeyinden yalnız gerici sınıfları ve hükümdar soylarını değil, bütün gerici halkları da silecektir. Bu da ilerlemenin bir başka yanıdır,” diye yazdığı zaman, böyle bir tasarıyı soğukkanlılıkla benimsemişti. Bu ilerleme, Engels’in düşündüğüne göre, Çarlık Rusyası’nı ortadan silecekti. Bugün, Rus ulusu ilerlemenin yönünü tersine çevirdi. Savaş ister soğuk, ister ılık olsun, dünya imparatorluğu köleliğidir. Ama, imparatorluğa

bağlandıktan sonra, devrim bir çıkmazdadır. Başkaldırının kaynaklarına dönmek üzere, yanlış ilkelerinden vazgeçmezse, kapitalizm kendiliğinden eriyinceye dek, birçok kuşaklar için yüzlerce milyon insan üzerinde tüm bir diktatörlüğün sürdürülmesinden başka anlam taşımaz; insan yurdunun kuruluşunu çabuklaştırmak istemesi ise, patlamasını istemediği ve patlamasından sonra her türlü yurdun ancak yıkıntılar üzerinde parlayabileceği atom savaşı demektir. Dünya devrimi, önlemsizce tanrılaştırdığı tarihin yasasına uygun olarak, polise ya da bombaya adanmıştır. Böylece, ikinci bir çelişkiyle karşı karşıya gelir.

Aktörenin ve erdemin kurban edilmesi, durmamacasına izlenen erekle doğrulanan her türlü yolun benimsenmesi, olabilirliği akla yatkın bir erek için benimsenebilir ancak. Silahlı barış, diktatörlüğün sonsuzca ayakta tutulması dolayısıyla, bu ereğin sonsuzca yadsınması demektir, savaş tehlikesi, gerçekleşme olanağı çok zayıf olan bu ereğe de zarar verir.

İmparatorluğun dünyayı kaplaması, yirminci yüzyıl devrimi için kaçınılmaz bir

zorunluluktur. Ama bu zorunluluk son bir ikilemle karşı karşıya getirir onu: ya yeni ilkeler uydurmak ya da tümüyle egemen olmalarını istediği adalet ve barıştan vazgeçmek.

İmparatorluk, uzamı buyruk altına almayı beklerken, zaman üzerinde de egemen olmak zorunda olduğunu görür. Her türlü kalıcı gerçeği yadsıdığı için, gerçeğin en bayağı biçimini, tarihin gerçeğini bile yadsımaya dek gitmesi gerekir. Şimdilik dünya düzeyinde olanaksız bulunan devrimi yoksamak istediği geçmişe götürür. Bu da mantığa uygundur.

Geçmişle insan geleceği arasında tümüyle ekonomik olmayan her türlü tutarlılık bir insan yaratılışını düşündürtebilecek bir değişmezlik gerektirir. Bir kültür adamı olan Marx’ın

uygarlıklar arasında sürdürdüğü derin tutarlılık savını aşabilir, ekonomik süreklilikten daha geniş olan bir doğal sürekliliği gün ışığına çıkarabilirdi. Rus komünizmi, yavaş yavaş,

köprüleri yıkmaya, geleceğe bir süreklilik çözümü sokmaya yöneldi. Sapkın dehaların (hemen hepsi sapkındır) yoksaması, tarihe sığmayan sanatın, uygarlığın getirdiklerinin yadsınması, yaşayan geleneklerden vazgeçilmesi, çağdaş Marksçılığı en dar sınırlar içine kapattı yavaş yavaş. Dünya tarihinde öğretinin sindiremediği şeyleri yoksamak ya da

bunların hiç sözünü etmemek de, çağdaş bilimin kazançlarını tepmek de yetmedi ona.

Tarihi de yeni baştan yapması gerekti, hatta en yakın, en iyi bilinen tarihi, örneğin partinin ve devrimin tarihini bile. Yıldan yıla, bazı bazı da aydan aya, Pravda kendi

yanlışlarını düzeltiyor, resmî tarihin yeniden düzeltilmiş baskıları birbirini kovalıyor, Lenin sansür ediliyor, Marx yayımlanmıyor. Bu noktada, dinsel bilisizcilikle bir karşılaştırma yapmak bile haksızlık olur. Kilise hiçbir zaman tanrısal belirtinin iki, sonra dört ya da üç, sonra yine iki kişide gerçekleştiğini birbiri ardından kararlaştırmaya dek vardırmadı işi.

Çağımıza özgü hızlanma gerçekler üretmeye dek gidiyor, gerçek de, bu hızla, kuru hayalet olup çıkıyor. Bütün bir kentin tezgâhlarının kralı giydirmek için boşluk dokuduklarını

anlatan halk masalında olduğu gibi, bunu meslek edinmiş binlerce insan, daha o akşam yok oluveren bir boş tarihi her gün yeniden dokuyor, birdenbire bir çocuğun dingin sesi kralın çıplak olduğunu söyleyinceye dek de dokuyacaklar. Başkaldırının bu ince sesi

herkesin şimdiden görebileceğini söyleyecek o zaman: Sürebilmek için evrensel iççağrısını yoksamak ya da evrensel olmak için, kendi kendinden vazgeçmek zorunda olan bir

devrim, yanlış ilkeler üzerinde yaşıyor demektir.

Bu ilkeler milyonlarca insan üzerinde yine işlemekte. Zamanın ve uzamın

gerçeklerinin bastırdığı imparatorluk düşü özlemini kişiler üzerinde gideriyor. Kişiler yalnızca birey olarak düşman değildir imparatorluğa: Geleneksel yıldırı yetebilirdi o zaman. Bugüne dek hiçbir zaman yalnızca tarihle yaşamadıkları, herhangi bir yanlarıyla ona sığmadıkları ölçüde de düşmandırlar. İmparatorluk bir yoksamayı ve bir kesinliği gerektirir; insanın sonsuzca işlenebilirliğinin kesinliğiyle insan yaratılışının yoksanmasını.

Propaganda teknikleri bu işlenebilirliği ölçmeye yarıyor, koşullandırılmış içgüdüyle düşünceyi birleştirmeye çalışıyor. Yıllar boyunca ölümcül düşman diye gösterilenle bir anlaşma imzalamaya izin veriyorlar. Daha da iyisi, böylece elde edilen ruhbilimsel etkiyi yıkmayı ve bütün bir halkı, yeniden, aynı düşmana karşı ayaklandırmayı sağlıyorlar. Deney sonuçlanmadı daha ama mantığa uygun. İnsan yaratılışı diye bir şey yoksa, insanın

işlenebilirliği gerçekten sonsuzdur. Bu noktada, politik gerçekçilik dizginlenmez bir romantizmden, bir etkenlik romantizminden başka bir şey değildir.

Rus Marksçılığının usdışı dünyasından yararlanmasını bilmesine karşın onu tümüyle yadsıması anlaşılıyor böylece. Usdışı, imparatorluğa yardımcı olabileceği gibi, onu

çürütebilir de. Usdışı hesaba sığmaz, imparatorlukta ise yalnız hesap egemen olmalıdır.

İnsan usa uygun biçimde etkilenebilecek bir güçler düzeninden başka bir şey değildir.

Düşüncesiz Marksçılar öğretilerini örneğin Freud’un öğretisiyle uzlaştırabileceklerini sandılar. Kendilerine işin içyüzü çok iyi, hem de çok çabuk gösterildi. Freud sapkın ve

“küçük burjuva” bir düşünürdür, çünkü bilinçaltını ortaya çıkarmış, ona en az üst-ben, toplumsal ben ölçüsünde gerçeklik vermiştir. Bu bilinçaltı, tarihsel ben’e karşıt bir insan yaradılışının özgünlüğünü tanımlayabilir. İnsan, tam tersine, toplumsal ve ussal ben’le özetlenebilir, yani bir hesap konusu olabilir. Böylece, yalnızca her insanın yaşamını değil, beklenişi bütün yaşamı boyunca insana eşlik eden en usdışı ve en yalnız olayı da

boyunduruk altına almak gerekmiştir. İmparatorluk kesin ülkeye yönelmiş esrimeli çabasında, ölümü de kendi benliğine katmaya yönelir.

Canlı bir insan boyunduruk altına alınabilir, nesnenin tarihsel durumuna indirgenebilir.

Ama yadsıyarak ölürse, nesneler düzenini tepen bir insan yaratılışını yeniden kesinler.

Bunun için, sanık ancak ölümün haklı ve nesneler imparatorluğuna uygun olduğunu söylemeye razı olunca ortaya çıkar ve öldürülür. Ya onurunu yitirmiş olarak ölmek ya da artık var olmamak gerekir, ne ölümde ne yaşamda. Bu son durumda, ölünmez, yok

olunur. Yine böylece, mahkûm bir ceza çekerse, cezası sessizce karşı çıkar ve tümlükte bir çatlak yaratır. Ama mahkûm cezalandırılmamışsa, yeniden tümlük içine yerleştirilmiştir, imparatorluk aygıtını kurar. Üretim çarkı durumuna girer, öylesine vazgeçilmez bir çark olur ki, sonunda, üretimde suçlu olduğu için kullanılmayacak, üretimin kendisine

gereksinimi bulunduğu için suçlu görülecektir. Rusların toplama kampı dizgesi kişiler hükümetinden nesneler yönetimine eytişimsel geçişi gerçekten gerçekleştirmiştir ama kişiyle nesneyi birbirine karıştırarak.

Düşman bile yardımcı olmalıdır ortak yapıta. İmparatorluk dışında kurtuluş yoktur. Bu imparatorluk dostluğun imparatorluğudur ya da olacaktır. Ama nesnelerin dostluğudur bu dostluk, çünkü dostluk ülkesinden olmayan her şey karşısında, ölünceye dek, özel

bağlılıktır, başka tanımı yok bunun. Nesnelerin dostluğu genel olarak dostluktur, herkesle dostluktur, kendisini koruması gerektiği zaman başkasının ele verilmesini varsayan bir dostluktur. Erkek ya da kadın dostunu seven kişi şimdiki zaman içinde sever onu, devrimse yalnızca daha ortada bulunmayan bir insanı sever. Sevmek, bir bakıma, devrimle doğacak tam insanı öldürmektir. Gerçekten de, günün birinde yaşaması için, daha bugünden, her şeye yeğ tutulmalıdır. Kişiler saltanatında, insanlar sevgiyle bağlanır birbirlerine; nesneler imparatorluğunda, insanlar hafiyelikle birleşirler. Böylece, kardeşçil olmak isteyen yurt yalnız insanlarla dolu bir karınca yuvası olur.

Başka bir düzlemde, insanlara boyun eğdirtmek için onlara acımasızca işkence etmek gerektiğini bir kaba kişinin usdışı azgınlığı tasarlayabilir ancak. Kişilerin iğrenç

çiftleşmesinde bir başkasını boyunduruk altına alan bir insandan başka bir şey değildir o zaman. Ussal tümlüğün temsilcisi ise, tam tersine, insanda kişiyi nesneye boğdurtmakla yetinir. O zaman en üstün kafa polisin karıştırma tekniğiyle en bayağı kafa düzeyine indirilir. Sonra beş, on, yirmi uykusuz gece uydurma bir kanının üstesinden gelecek, dünyaya yeni bir ölü can getirecektir. Bu açıdan, çağımızın biricik ruhbilim devrimini Freud’dan sonra NKVD119 ve genellikle siyasal polisler yapmıştır. Bu yeni teknikler gerekirci bir varsayımı izlediler, ruhların zayıf noktalarını ve esnekliklerini hesaplayarak insanın sınırlarından birini daha da gerilere ittiler, bireysel hiçbir ruhbilimin özgün

olmadığını, kişiliklerin ortak ölçüsünün nesne olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar. Tam bir ruh fiziği yarattılar.

Bundan sonra, geleneksel insan ilişkileri değişti. Avrupa’nın farklı derecelerde yaşadığı ussal yıldırı dünyasını bu gittikçe artan değişmeler niteliyor. Söyleşimin, kişilerin ilişkisinin yerini propaganda ya da polemik, yani tekli konuşmanın iki türü aldı. Güç ve hesap

dünyasına özgü soyutlama, ten ve usdışı alanına giren gerçek tutkuların yerine geçti.

Ekmeğin yerini alan karne, öğretiye boyun eğen aşk ve dostluk, plana boyun eğen yazgı, kural olan ceza, canlı yaratışın yerini alan üretim, bu yengin ya da köleleştirilmiş güç hayaletleriyle dolu, kavruk Avrupa’yı oldukça güzel betimliyor. “Celladı en iyi savunma aracı olarak tanıyan bu toplum ne kadar zavallı!” diye haykırıyordu Marx. Ama o zamanlar cellat filozof cellat değildi daha, üstelik evrensel insanseverlikten de dem vurmuyordu.

Ne olursa olsun, tarihin tanıdığı en büyük devrimin en son çelişkisi sonu gelmez bir

adaletsizlik ve şiddet alayı içinde adalet taslama değil yine de. Kölelik de, aldatmaca da her çağda rastlanan bir mutsuzluk. Tragedyası yoksayıcılığın tragedyası. Evrensel olayım derken insanın sakatlıklarını, eksikliklerini çoğaltan çağdaş düşünceyle birleşir. Tümlük birlik değildir. Sıkıyönetim, bütün dünyayı da kapsasa, uzlaşma olamaz. Evrensel yurt savı ancak dünyanın üçte ikisini bir yana atarak, tarih yararına doğayı ve güzelliği yadsıyarak, insanın tutku, kuşku, mutluluk, tekil buluş gücünü, kısacası büyüklüğünü defterden silerek ayakta kalabiliyor bu devrimde. İnsanların benimsedikleri ilkeler, onların en soylu

niyetlerini aşıyor. Karşı çıkışlar, sonu gelmez çarpışmalar, polemikler, çekilen zulümler, aforozlamalar zoruyla, özgür ve kardeş insanların evrensel yurdu yavaş yavaş uzaklaşıp gidiyor, tarih ile etkenliğin en yüce yargıç durumuna gelebilecekleri biricik evrene, dava evrenine bırakıyor yerini.

Her din suçsuzluk ve suçluluk kavramlarının çevresinde döner. Yine de Prometheus, ilk başkaldıran, cezalandırma hakkını yadsıyordu. Zeus’un kendisi, evet, herkesten önce Zeus da bu hakkı alabilecek ölçüde arı değildir. Demek ki, başkaldırı, daha ilk atılımında, cezanın yasaya uygunluğunu yadsır. Ama bitirici yolculuğun sonunda, son cisimleniminde, başkaldırı dinin ceza kavramını benimser, evrenin merkezi yapar onu. Yüce yargıç

göklerde değildir artık, tarihin kendisidir, amansız bir tanrı olarak cezalandırır. Gerçek ödül ancak tarihin sonunda kazanılacağına göre, tarih, kendine özgü biçimiyle, uzun bir

cezadan başka bir şey değildir. Besbelli, Marksçılığın ve Hegel’in çok uzaklarındayız; ilk başkaldırmışlardansa çok daha uzaklarda. Yine de tümüyle tarihsel olan her düşünce bu uçurumlara açılır. Marx’ın sınıfsız yurdun kaçınılmaz gerçekleşimini muştuladığı, böylelikle de tarihin iyi niyetini onayladığı kurtarıcı yürüyüşte her gecikme insanın kötü niyetine yüklenecekti. Marx Hıristiyanlıktan kopmuş dünyaya suçu ve cezayı yeniden soktu ama tarih karşısında suçu ve cezayı. Marksçılık, bir yönüyle, insan için bir suçluluk, tarih için bir suçsuzluk öğretisidir. Tarihsel belirtisi, iktidardan uzakta, devrimci şiddetti; iktidarın

doruğunda, yasal şiddet, yani yıldırı ve dava olma tehlikesini gösteriyordu.

Öte yandan, din evreninde gerçek yargı daha sonraya bırakılmıştır; suçun süre bırakmadan cezalandırılması, suçsuzluğun onaylanması zorunlu değildir. Yeni evrende, tam tersine, tarihin yargısı hemen açıklanmalıdır, çünkü suçluluk başarısızlık ve ceza ile özdeşleşir. Tarih Bakunin’i yargıladı, çünkü öldürdü onu. Stalin’in arılığı ilan ediliyor: Stalin gücün doruğundadır. Suçluluğu tarihsel suç filozofları için ancak katilin çekici başına

indikten sonra iyice aydınlanan Troçki gibi Tito da davalı durumda. Suçlu olup olmadığını bilmediğimiz Tito için de durum bu. Suçlandı, yıkılamadı daha. Yere vurulduğu zaman, suçluluğu kesinleşmiş olacak. Öte yandan Troçki ve Tito’nun geçici arılıkları büyük ölçüde coğrafyaya bağlıydı, coğrafyaya bağlıdır; yeryüzü adaletinin elinden uzaktalar. Bunun için, bu elin erişebileceği kişileri beklemeden yargılamalıdır. Tarihin kesin yargısı bugünden o güne değin verilecek sayısız yargılara bağlıdır, o gün doğrulanacak ya da yadsınacaktır bunlar. Böylece dünyanın kendisiyle birlikte dünya mahkemesinin de kurulacağı gün haksızlıkların düzeltileceği vaat edilir. Aşağılık ve hain olduğu bildirilmiş biri, “İnsanlar Pantheonu”na girecek. Bir başkası tarih cehennemine atılacak. Ama kim yargılayacak o zaman? İnsanın kendisi, tanrılığını gerçekleştirmiş insan. Şimdilik önbiliyi tasarlamış olanlar, yani tarihte tarihe kattıkları anlamı okuyabilecek biricik varlıklar verecek kararı, kararlar suçlu için ölümcül, yargıçlar içinse geçici olacak. Ama, Rajk gibi, yargılayanların

da yargılandıkları olur. Bunların tarihi doğru okuma yeteneğini yitirdiklerini mi düşünelim?

Yenilgisi ve ölümü bunu kanıtlar gerçekten. Bugünkü yargıçların yarın birer hain

olmayacaklarını, bulundukları kürsünün tepesinden beton mahzenlere atılıp burada can vermeyeceklerini kim söyleyebilir? Biricik güvence yanılmaz açık görüşlülükleridir. Kim kanıtlar bunu? Sürekli başarıları. Başarıyla suçsuzluğun birbirlerini doğruladıkları, bütün aynaların aynı aldatmacayı yansıttıkları, çevrimsel bir dünyadır dava dünyası.

Anlaşılan, tarihin de bir yargılaması var,120 ereklerini yalnızca iktidar seziyor,

imparatorluk uydularına üstünlük sağlıyor ya da onları aforoz ediyor. Gelgeç isteklerini yerine getirtmek için yalnız inanç var elinde, hiç değilse, Aziz Ignacio de Loyola’nın Exercitia spiritualia’sında (Manevi Deneyler) böyle tanımlanmıştır: “Hiçbir zaman yolumuzu şaşırmamak için, kilise büyükleri aka kara dediği zaman, gözümüzün ak gördüğünün kara olduğuna inanmaya hazır olmalıyız.” Uyruk, tarihin gizlemli

yıkımlarından kurtulabilmek için, gerçeğin temsilcilerine böylesine etken bir inançla bağlanmalıdır. Tarihsel korku ile bağlı olduğu dava dünyasından yakayı kurtaramamıştır daha. Ama, bu inanç olmadı mı, her zaman için, istemeden, hem de dünyanın en iyi niyetlerini beslemekle birlikte, nesnel bir suçlu olmak tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Dava evreni bu kavramda en yüksek noktasına ulaşır. İnsan suçsuzluğu adına

başlamış bu uzun ayaklanmanın sonunda, köklü bir yoldan sapmayla, genel suçluluğun kesinlenişi belirir. Her insan, suçluluğundan habersiz bir suçludur. Nesnel suçlu da

suçsuzluğuna inanmış olandır. Kendi öznel açısından, eylemini zararsız, hatta adaletin geleceği bakımından yararlı buluyordu. Ama bunun bu geleceğe nesnel olarak zarar

vermiş olduğu kanıtlanır kendisine. Bilimsel bir nesnellik midir söz konusu? Hayır, tarihsel bir nesnellik. Örneğin günümüzün bir adaletsizliğini ölçüsüzce yermenin adaletin

geleceğini tehlikeye düşürdüğü nereden belli? Gerçek nesnellik, olaylar ve yönelimleri konusunda bilimsel olarak varılan sonuçlara göre yargılamak olabilir. Ama nesnel suçluluk anlayışı, bu acayip nesnelliğin en azından 2000 yılının biliminin erişebileceği sonuçlara ve olaylara dayandığını kanıtlamaktadır. Şimdilik, kendini başkalarına nesnellik diye kabul ettirtmek isteyen şey tükenmez bir öznellikten başka bir şey değil; yıldırının felsefedeki tanımıdır bu. Betimlenebilir bir anlamı yoktur bu nesnelliğin ama iktidar

beğenmediklerinin suçluluğuna karar vererek ona bir içerik kazandıracaktır. Böylece, tarih önünde bir tehlikeyi göze aldığını, nesnel suçlunun bilmeden yaptığını kendisinin bilerek yaptığını söylemeye razı olarak, hiç değilse imparatorluk dışındaki filozofların bunu

beğenmediklerinin suçluluğuna karar vererek ona bir içerik kazandıracaktır. Böylece, tarih önünde bir tehlikeyi göze aldığını, nesnel suçlunun bilmeden yaptığını kendisinin bilerek yaptığını söylemeye razı olarak, hiç değilse imparatorluk dışındaki filozofların bunu