• Sonuç bulunamadı

Gerçekten, Herzen, basmakalıp düşüncelerden kurtulmak için de olsa, yoksayıcı akımın savunmasını yaparken, “İhtiyarın ortadan kaldırılışı geleceğin yaratılışıdır,” diye haykırdığı zaman, Bielinski’nin dilini kullanacaktır. Kotliarevski, köktenciler diye de

adlandırılan kişilerden söz ederken, “geçmişten tümüyle vazgeçerek insan kişiliğini başka bir örnek üzerine kurmayı düşünen” havariler diye tanımlıyordu onları. Her türlü tarihi teperek geleceği artık tarihsel anlayışa değil de kral-insana göre kurma kararında, Stirner’in savı yeniden belirir. Ama kral-birey kendi başına iktidara yükselemez.

Başkalarına da gereksinimi vardır. O zaman da yoksayıcı bir çelişkiye düşecektir. Pisarev, Bakunin ve Neçayev, yıkma ve yoksama alanını her biri biraz daha genişleterek bu

çelişkiyi çözmeye çalışacaklar ama bu genişletme, yıldırıcılığın aynı zamanda beliren özveri ve öldürme içinde çelişkinin de öldürülmesine kadar varacaktır.

1960’lı yılların yoksayıcılığı hepten bencil olmayan her türlü eylemi tepti, böylece yoksamaların en kökteniyle başladı görünüşte. Yoksayıcılık deyimini kahramanı bu tür bir insan olan Babalar ve Oğullar adlı romanında Turgenyev’in uydurduğu bilinir, Pisarev, bu kitap için yazdığı bir yazıda, Bazarov’u kendilerine bir örnek olarak tanıdıklarını bildirmişti.

“Biz var olanın kısırlığını bir dereceye kadar anlamış olmanın kısır bilinciyle övünebiliriz yalnız,” diyordu Bazarov. “Yoksayıcılık dedikleri bu mudur?” diye soruyorlardı kendisine.

“Yoksayıcılık dedikleri budur.” Pisarev bu örneği över, daha da aydınlatmak için şöyle tanımlar onu: “Kurulu düzen karşısında bir yabancıyım, ona katılmam gerekmez.” Öyleyse biricik değer ussal bencilliktedir.

Pisarev ben’i doyurmayan her şeyi yadsır, felsefeye, saçmalıkla nitelenen sanata, yalancı aktöreye, dine, hatta göreneklere, nezakete bile savaş açar. Bizim

gerçeküstücülerimizin yıldırıcılığını düşündürten, ussal bir yıldırıcılık kurar. Kışkırtma öğreti durumuna getirilir ama Raskolnikov örneğinin çok iyi belirttiği bir derinlik taşır. Pisarev, bu güzel atılımın doruğunda, hiç gülmeden, insanın kendi annesini öldürüp öldüremeyeceğini sorar, sonra da yanıtı verir: “Neden olmasın, bunu arzuluyorsam, yararlı buluyorsam, neden olmasın?”

Bundan sonra, yoksayıcılarımızın servet ya da önemli yerler kapmaya, önlerine çıkan her şeyin alaycı bir biçimde tadını çıkarmaya çalışmamalarına şaşıyor insan. Doğrusunu söylemek gerekirse, toplumun iyi yerlerine yerleşmiş yoksayıcılar da az değildir. Ama bunlar alaycılıklarını kurama dökmezler, her fırsatta erdeme tutarsız bir saygı, görünüşte kalan bir saygı sunmayı yeğ tutarlar. Söz konusu yoksayıcılara gelince; topluma meydan okuyuşlarıyla, tek başına bir değerin kesinlenmesi olan bu meydan okuyuşla kendi

kendileriyle çelişkiye düşüyorlardı. Özdekçi olduklarını söylüyorlardı, başucu kitapları Buchner’in Kraft und Stoff’uydu (Güç ve Özdek). Ama içlerinden biri, “Hepimiz de Moleschott ve Darwin için darağacına gitmeye, kellemizi vermeye hazırdık,” diyordu, böylece öğretiye özdeğin çok daha üstünde bir yer veriyordu. Öğreti bir din, bir bağnazlık durumuna gelmişti. Pisarev’e göre, Darwin haklı olduğuna göre, Lamarck bir haindi. Bu çevrede, herhangi bir kimse ruhun ölümsüzlüğünden söz etmeye kalktı mı hemen aforoz edilirdi. Öyleyse Wladimir Weidle75 yoksayıcılığı usçu bir bilgisizcilik diye tanımlamakta haklıdır. Bunlarda us inancın önyargılarını garip bir biçimde kendine katıyordu; us örneği olarak en bayağı bilimciliği seçmek bu bireycilerin çelişkilerinin en küçüğü değildir. Her şeyi yoksuyorlardı, en yadsınacak değerler, M. Homais’nin76 değerleri kalıyordu yalnız.

Yine de yoksayıcılar, yerlerini alacak olanlara, usların en darını bir inanç durumuna getirmeleriyle örnek olacaklardır. Ustan ve çıkardan başka bir şeye inanmıyorlardı. Ama kuşkuculuk yerine havariliği seçtiler, sosyalist oldular. Çelişkileri buradadır. Bütün delikanlı kafalar gibi, aynı zamanda hem inanma gereksinimi, hem kuşku duyuyorlardı. Kişisel

çözümleri, yoksamalarına inancın uzlaşmazlığını, tutkusunu vermektir. Ama bunda şaşılacak ne var? Weidlé, filozof Soloviev’in bu çelişkiyi ortaya koyan, küçümseyici

tümcesini anar: “İnsan maymundan gelir; öyleyse birbirimizi sevelim.” Bununla birlikte, Pisarev’in gerçeği buradadır. İnsan, Tanrı’nın yansımasıysa, insanın insan aşkından yoksun kalmasının önemi yok demektir, bir gün gelecek, doyacaktır. Acımasız ve sınırlı bir koşulun karanlıklarında nereye gittiğini bilmeden dolaşan, kör yaratıksa, benzerlerine, onların

ölümlü aşklarına gereksinim duyacaktır. Acıma tanrısız dünyaya değil de nereye sığınabilir? Ötekinde, Tanrı iyiliği herkesin gereksinimini karşılar, hiçbir gereksinimi

bulunmayanların bile. Her şeyi yoksayanlar yoksamanın bir düşkünlük olduğunu anlarlar hiç değilse. O zaman başkasının düşkünlüğüne açılabilir ve sonunda kendi kendilerini yoksayabilirler. Pisarev, düşüncede, bir annenin öldürülmesi önünde gerilemiyordu, yine de adaletten söz etmek için en uygun sözcükleri buldu. Bencil yaşamın tadını çıkarmak istiyordu ama zindanın acısını çekti, sonra da çıldırdı. Gözler önüne serilen bunca

pervasızlık onu aşkı tanımaya, aşktan sürgün edilmeye, işi intihara vardırtacak ölçüde acı çekmeye götürdü sonunda, böylece, yaratmak istediği kral-birey yerine, büyüklüğü tarihi tek başına aydınlatan, düşkün ve acılı ihtiyar adamı buldu.

Bakunin de aynı çelişkileri cisimleştirir ama başka türlü bir gösterişlilikle. Yıldırı destanının eşiğinde ölür.77 Bireysel saldırıları önceden yadsımış, zamanın Brutuslarını yermiştir. Ama 1866’da Çar II. Aleksandr’a ateş eden Karakosov’un başarısızlığa uğramış saldırısını açıkça eleştiren Herzen’i ayıpladığına göre, yine de onlara saygı gösterdiği anlaşılıyor. Bu saygının nedenleri vardır. Tıpkı Bielinski ve yoksayıcılar gibi Bakunin de olayları bireysel başkaldırı yönünden değerlendirdi. Ama daha fazla bir şey de getirdi:

Neçayev’de öğreti olarak donacak ve devrim akımını son noktasına dek götürecek olan bir siyasal aldırmazlık tohumunu.

Bakunin, daha delikanlılıktan çıkar çıkmaz, Hegel felsefesiyle altüst olur, korkunç bir sarsıntıya uğramışçasına kökünden sökülür. Gece gündüz dalar bu felsefeye, kendi

deyimiyle, “çıldırasıya” dalar. “Hegel’in ulamlarından başka hiçbir şeyi gördüğüm yoktu.”

Yeni dönmelerin coşkunluğuyla çıkar bu çıraklıktan. “Kişisel benliğim bir daha

dirilmemesiye öldü, yaşamım gerçek yaşam artık. Bir bakıma saltık yaşamla özdeşleşti.”

Bu rahat konumun tehlikelerini sezmesi için biraz zaman gerekecektir. Gerçeği anlamış olan kimse ona karşı ayaklanmaz, ondan sevinç duyar; işte herkesin uyduğuna

uyuvermişti. Bakunin bekçi köpeği felsefesine bağlanacak adam değildi. Almanya yolculuğunun ve Almanlar konusunda vardığı olumsuz kanının onu, ihtiyar Hegel’le

birlikte, Prusya devletinin usun ereklerinin ayrıcalıklı güvencesi olduğunu benimsemeye iyi hazırlamamış olması da olanaklıdır. Evrensel düşlere dalardı ya, Çar’dan daha Rus’tu, ne olursa olsun, “Başka halkların hiçbir hakkı yoktur, çünkü evrensel istemi Prusya halkı temsil eder,” diyecek ölçüde ters bir mantığa dayanan Prusya savunmasına katılamazdı.

Öte yandan, Bakunin, 1840 yıllarında, kimi eğilimlerine aracılık edeceği Fransız sosyalizmiyle anarşizmini tanımaya başlıyordu. Ne olursa olsun, Bakunin Alman

ülkücülüğünü gümbürtüyle yadsır. Saltığa gitmişti o, tıpkı tüm yok edişe gideceği gibi, aynı tutkulu atılımla, benliğinde en arı durumda bulunan “ya hep ya hiç” kızgınlığı içinde.

Bakunin, Saltık Birliği övdükten sonra, en ilkel iyilik-kötülük karşıtlığı düşüncesine sarılır. Kuşkusuz, “özgürlüğün evrensel ve gerçekten demokratik kilisesi”ni ister. Dini budur; yüzyılının insanıdır. Yine de bu konuda inancının tam olduğu kesin değildir. Birinci Nikola’ya İtiraf’ında son devrime ancak “olağanüstü ve acılı bir çabayla, umutların

saçmalığını fısıldayan iç sesi zorla boğarak” inanabildiğini söylediği zaman içten görünür.

Buna karşılık, kuramsal aktöre düşmanlığı çok daha köklüdür, bu alanda, atılgan bir

hayvanın rahatlığı ve sevinciyle zıpladığı görülür. Yalnız iki ilke yön verir tarihe, devlet ve toplumsal devrim, devrim ve karşı devrim, bunları uzlaştırmak söz konusu değildir,

ölümüne bir savaşa girişmişlerdir. Devlet suçtur. “En küçük, en zararsız devlet bile düşlerinde suçludur.” Öyleyse devrim iyiliktir. Politikayı aşan bu çarpışma, şeytansı ilkelerin tanrısal ilkeye karşı savaşıdır da. Bakunin, açıkça, romantik başkaldırının

konularından birini başkaldırı eylemine yeniden sokar. Daha önce de Proudhon, Tanrı’nın Kötülük olduğuna karar kılıyor, “Gel, Şeytan, küçüklerin ve kralların kara çaldıkları

Şeytan!” diye haykırıyordu. Bakunin, siyasal bir başkaldırının bütün derinliğini belli eder.

“Kötülük, Şeytan’ın tanrısal yetkeye karşı başkaldırmasıdır, biz de bu başkaldırıda bütün

insan kurtuluşlarının verimli tohumunu görüyoruz. Devrimci sosyalistler, on dördüncü yüzyıl Bohemyası’nın Fraticellisi gibi, şu sözcüklerle tanınıyor bugün: “Kendisine büyük bir kötülük edilmiş olan adına.”

Öyleyse yaratılışa karşı savaş amansız ve aktöresiz olacaktır, biricik kurtuluş da yok etmektir. “Yıkma tutkusu yaratıcı bir tutkudur.” Bakunin’in 1848 Devrimi konusundaki ateşli sayfaları78 bu yıkma sevincini tutkuyla haykırır. “Başı sonu olmayan bayram,” der.

Gerçekten de, bütün ezilmişler için olduğu gibi, onun için de devrim sözcüğünün kutsal anlamıyla bayramdır. Hurrah, ou la révolution pour les cosaques adlı kitabında Kuzey göçebelerini her şeyi yakıp yıkmaya çağıran Fransız anarşist Coeurderoy79 geliyor insanın aklına. O da, “baba evine ateş götürmek” istiyor, insan tufanıyla kargaşadan başka hiçbir şeye umut bağlamadığını haykırıyordu. Başkaldırı bu belirtiler içinde arı durumunda,

dirimsel gerçeğiyle belirir. Bu nedenle Bakunin çağında bilginler hükümetini olağanüstü bir derinlikle eleştiren tek insan olmuştur. Her türlü soyutlamaya karşı çıkmış, başkaldırısıyla tümden birleşmiş, tüm insanı savunmuştur. Haydutları, kanlı ayaklanmalara önder olanları göklere çıkarması, gözde örneklerinin Stenka Razin ile Pugaçev olması, bu insanların

hiçbir öğretiye, hiçbir ilkeye bağlanmadan, bir arı özgürlük ülküsü uğrunda dövüşmüş olmalarından ileri gelir. Bakunin devrimin canevine başkaldırının çıplak ilkesini sokar.

“Fırtına ve yaşam, işte bize gereken budur. Yasasız, dolayısıyla özgür bir yeni dünya.”

Ama yasasız bir dünya özgür bir dünya mıdır, işte her başkaldırının sorduğu soru.

Bunun yanıtı Bakunin’den istenseydi, bu yanıt hiç de kuşkulu olmazdı. Her durumda, hem de en büyük açık görüşlülükle, baskıcı sosyalizme karşı çıkmış olmakla birlikte, çelişkiye aldırmadan, geleceğin toplumunu bir diktatörlük olarak tanımlar. Kendi eliyle yazdığı Uluslararası Kardeşlik Yasaları (1864-1867), daha o zamandan, bireyin koşulsuz olarak merkez kuruluna bağlanmasını ister. Devrimi izleyecek zaman için de aynı şey. Kurtulmuş Rusya için “güçlü bir diktatör iktidarı... yandaşlarıyla çevrili, kurullarıyla aydınlatılmış, özgür işbirlikleriyle köklenmiş ama hiçbir şeyle, hiçbir kimseyle sınırlanmamış bir iktidar”

umar. Bakunin de düşmanı Marx kadar hizmet etmiştir Leninci öğretiye. Öte yandan, Bakunin’in Çar katında belirttiği biçimiyle devrimci Slav imparatorluğu düşü, sınır

ayrıntılarına varıncaya dek Stalin’in gerçekleştirdiği düşün ta kendisidir. Çarlık Rusyası’nın temel yürütme gücünün korku olduğunu söyleyebilmiş ve Marksçı bir parti diktatörlüğünü yadsımış bir insandan gelince, bu gibi anlayışlar çelişkili görünebilir. Ama bu çelişki,

öğretilerinin kaynaklarının biraz da yoksayıcı olduklarını gösterir. Pisarev Bakunin’i doğrular. Hiç kuşkusuz tüm özgürlüğü istiyordu o. Ama bu özgürlüğü tüm bir yıkmada arıyordu. Her şeyi yıkmak, temelsiz bir kurmaya bağlanmaktır; sonra duvarları ayakta tutmak gerekir, kollar üzerinde. Devrimi canlandırmaya yarayabilecek yanlarını bile bırakmadan, bütün geçmişi yadsıyan kişi yalnız gelecekte bir doğrulama bulmaya boyun eğer, bu arada geçiciyi doğrulamak için, polisi görevlendirir. Bakunin diktatörlüğü haber veriyordu ama yıkma isteğine karşı çıkarak değil, onunla el ele vererek. Aktöre değerleri de tüm yoksamanın korları içinde erimiş olduğuna göre, bu yolda hiçbir şey durduramazdı onu. Zindandan kurtulmak için, pohpohlayıcı bir dille yazdığı Çar’a İtiraf’ında, işin içine devrimci politikanın çifte oyununu sokar. İsviçre’de Neçayev’le birlikte yazdığı sanılan Devrimcinin Anahtar Kitabı’nda ise, sonradan yadsıyacak olmakla birlikte, şu siyasal aldırmazlığa biçim verir. Bu aldırmazlık eğilimi bundan böyle devrim akımlarının üzerinde

sürekli olarak ağırlığını duyuracak, Neçayev de bunun kışkırtıcı örneklerini verecektir.

Bakunin ölçüsünde bilinmeyen, ondan daha gizlemli ama konumuz açısından daha anlamlı olan Neçayev ne denli ileri götürülebilirse o denli ileri götürür yoksayıcılığın

tutarlılığını. 1866’ya doğru devrimci aydın çevrelerinde görünmeye başlar, 1882 yılında da karanlık bir biçimde ölür. Bu kısa zaman içinde, hep çekici bir insan olarak kalmıştır:

Üniversiteliler, Bakunin, göç etmiş devrimciler, hatta yattığı zindanda çılgınca bir

kundakçılığa sokmayı başardığı gardiyanlar, herkes, herkes çevresindedir. Ortaya çıktığı zaman, kararını çoktan vermiştir. Bakunin’in kendisine düşsel görevler vermeye razı olacak ölçüde onun büyüsüne kapılması, bu dizginlenmez insanda gerçekleştirilmesini öğütlediği, kendisi de olmak isteyip de yüreğinden kurtulamadığı için olamadığı kişiyi bulmasındandır. Neçayev, “haydutların yabanıl evrenine, Rusya’nın bu gerçek ve biricik devrimci çevresine” katılmak gerektiğini söylemekle de, tıpkı Bakunin gibi ve bir kez daha, bundan böyle politikanın din, dinin de politika olacağını yazmakla da yetinmemiştir.

Umutsuz bir devrimin acımasız keşişi olmuştur; desteklemeye karar verdiği kara

tanrısallığı yaymayı, onu en sonunda başarıya ulaştırmayı sağlayacak öldürücü düzeni kurmak Neçayev’in en belirgin düşüydü.

Evrensel yıkma konusunda düşünce yürütmekle kalmadı, büyük bir soğuklukla,

kendilerini devrime adayanlar için “her şeye izin vardır”ı istemek, kendi davranışlarında da hiçbir şeyden sakınmamak başlıca özgünlüğüydü. “Devrimci önceden yargılı bir insandır.

Ne gönül ilişkileri olmalıdır ne sevdiği nesneler, sevdiği varlıklar. Adından bile sıyrılmalıdır.

Her şeyi bir tek tutkuda: Devrimde toplanmalıdır.” Tarih, her türlü ilkenin dışında,

devrimle karşı-devrim arasında bir savaştan başka bir şey değilse, bu iki değerden birini benimsemekten başka çıkar yol yoktur, ölüm de buradadır, diriliş de, Neçayev bu mantığı son noktasına götürür. Devrim, ilk onunla, aşktan ve dostluktan açıkça ayrılır.

Hegel düşüncesinden gelme saymaca ruhbilimin sonuçlarını sezeriz onda. O bilinçlerin birbirlerini tanımalarının aşkla karşı karşıya gelişte gerçekleşebileceğini benimsemişti hiç değilse.80 Ne olursa olsun, çözümlemesinde, “olumsuzun gücünü, sabrını, çalışmasını”

taşımayan bu “olgu”ya baş yeri vermek istememişti. Bilinçleri en sonunda ölümüne bir çarpışmaya girişmek üzere denizlerin kumunda bocalayan kör çağanozların savaşı içinde göstermeyi seçmiş, aynı ölçüde geçerli bir başka benzetmeyi, karanlıkta güçlükle, birbirini arayan daha büyük bir ışık vermek üzere birbirine göre düzenlenen fenerler benzetmesini bile bile bir yana bırakmıştı. Birbirlerini sevenler, âşıklar, dostlar bilirler ki, aşk yalnız bir şimşek çakması değil, aynı zamanda kesin tanımayı, kesin barışmayı sağlamak üzere karanlıklarda el ele ve acılı bir çarpışmadır. Ne olursa olsun, tarihsel erdem sabrıyla tanınırsa, gerçek aşk da kin kadar sabırlıdır. Öte yandan, adalet isteği yüzyıllar boyunca devrim tutkusunu haklı çıkaran tek istek değildir, devrim aynı zamanda herkese karşı bir acılı dostluk gereğine dayanır, hele ve her şeyden önce düşman bir gök altında. Adalet için ölenler, bütün çağlarda, birbirlerine “kardeş” demişlerdir. Şiddet, hepsi için, ezilmişler topluluğu yararına, düşmana yöneltilir. Ama devrim tek değerse, her şeyi ister, hatta hafiyeliği, dolayısıyla dostluğun kurban edilmesini bile. Bundan böyle şiddet, soyut bir düşünce yararına, dost, düşman demeden herkese yönelecektir. Devrimin kurtarmak istediği şeyden bile önce gelmesi, şimdiye dek bozgunların yüzünü değiştiren dostluğun feda edilmesi ve şimdilik görünmeyen bir utku gününe bırakılması gerektiğinin

söylenebilmesi için, cinlilerin saltanat gününü beklemek gerekmiştir.

Neçayev’in özgünlüğü kardeşlere uygulanan şiddeti doğrulamasıdır. Bakunin’le

birlikte, Din Kitabı’nı ortaya koyar. Ama Bakunin, bir tür şaşkınlık içinde, kendisine yalnız düşlerinde var olan bir Avrupa Devrimciler Birliği’ni Rusya’da temsil etme görevini

verdikten sonra, Neçayev Rusya’yı gerçekten avucunun içine alır, kendi Balta Birliği’ni kurar, yasalarını da kendisi tanımlar. Burada, bir askerlik ya da bir politika eylemi için zorunlu olan gizli merkez kurulunu görürüz hiç kuşkusuz, herkes bu kurula koşulsuz olarak bağlı kalacağına ant içmek zorundadır. Ama Neçayev, kendilerine bağlı kimseleri

yönetmek için şiddetten ve yalandan yararlanmanın önderlerin hakkı olduğunu

benimsedikten sonra, devrimi bir asker devrimi biçimine sokmaktan da fazlasını yapar.

Gerçekten de, daha var olmayan merkez kurulunun yetkilisi olduğunu söylediği, girişmeyi düşündüğü eyleme çekingenleri de çekmek için bu kurulu sınırsız kaynakları bulunan bir kurul diye tanıttığı zaman, daha başlangıçta yalan söylemiş olacaktır. Devrimcileri

ulamlara ayırmakla daha da fazlasını yapar. Ona göre, birinci ulamdan olanlar (yani önderler) ötekileri istendiği gibi “harcanabilecek bir sermaye” olarak görme hakkını taşırlar. Tarihin bütün önderleri böyle düşünmüşlerdi belki de ama bunu

söyleyememişlerdi. Ne olursa olsun, Neçayev’den önce hiçbir devrimci önder bunu bir davranış ilkesi olarak benimsemeyi göze alamamıştı. O zamana değin hiçbir devrim, insanın bir araç olabileceğini yazmamıştı yasalarına. Eskiden beri, yürekliliğe, özveri anlayışına seslenilerek yandaş toplanırdı. Neçayev çekingenlere şantaj yapılabileceği, yıldırılabilecekleri, güvenlerinde aldatılabilecekleri kararına varır. Düzenli bir biçimde en tehlikeli işlere itilirlerse, yalancı devrimciler bile işe yarayabilir. Ezilmişlere gelince, kendilerini temelli kurtarmak söz konusu olduğuna göre, daha da ezilebilirler. Onların yitirdiklerini, geleceğin ezilmişleri kazanacaktır. Neçayev, hükümetleri baskı önlemlerine doğru itmek, onun halkça en çok nefret edilen temsilcilerine hiçbir zaman dokunmamak gerektiğini, gizli birliğinde kitlelerin acılarını ve yoksulluğunu artırmak için elinden geleni yapmak zorunda bulunduğunu bir ilke olarak öne sürer.

Bu güzel düşünceler bugün bütün anlamlarını kazandı ya, Neçayev ilkelerinin

başarısını göremedi. Ama hiç değilse üniversite öğrencisi İvanov’un öldürülüşü sırasında uygulamak istedi bu ilkeleri. İvanov’un öldürülmesi günün insanlarını öylesine sarstı ki, Dostoyevski Cinler’in ana konularından biri yaptı bunu. Biricik kusuru Neçayev’in yetkilisi bulunduğunu söylediği merkez kurulundan kuşku duymak olduğu anlaşılan İvanov, bu kuralla özdeşleşmiş kişiye karşı çıktığına göre, devrime karşı çıkıyor demekti. Öyleyse ölmeliydi. Neçayev’in arkadaşlarından biri, Uspenski, “Bir adamın yaşamına son vermeye ne hakkımız var?” diye soruyordu. Aldığı yanıt şuydu: “Hak değil söz konusu, savımıza zarar veren her şeyi yok etme görevimiz.” Gerçekten de, tek değer devrim oldu mu hak yoktur, görevler vardır yalnız. Ama insan, birdenbire bir tersine dönüşle, bu görevler adına bütün hakları kendi avucuna alır. Böylece, hiçbir zorba hükümdarın canına kastetmemiş olan Neçayev, sav adına, İvanov’u bir pusuda öldürür. Sonra Rusya’dan ayrılır, gidip Bakunin’i bulur. Bakunin sırt çevirir ona, bu “tiksindirici taktiği” yadsır. “Yıkılmaz bir birlik kurabilmek için, temel olarak Machiavelli’nin politikasını alıp Cizvitlerin öğretisini

benimsemek gerektiğine inandı yavaş yavaş: beden için yalnız şiddet, ruh için de yalan,”

diye yazar Bakunin. İyi görmüştür durumu. Ama Bakunin’in ileri sürdüğü gibi, devrim

biricik iyilikse, bu taktiğin tiksindirici olduğuna ne adına karar vermeli? Neçayev gerçekten devrimin hizmetindedir, hizmet ettiği kendi kendisi değil, savdır. Rusya’ya gönderildikten sonra, yargıçlarına hiçbir şey bırakmaz. Yirmi beş yıl ceza giydikten sonra da zindanlar üzerinde hüküm sürer, gardiyanları örgütleyerek gizli bir birlik kurar, Çar’ın öldürülmesini

biricik iyilikse, bu taktiğin tiksindirici olduğuna ne adına karar vermeli? Neçayev gerçekten devrimin hizmetindedir, hizmet ettiği kendi kendisi değil, savdır. Rusya’ya gönderildikten sonra, yargıçlarına hiçbir şey bırakmaz. Yirmi beş yıl ceza giydikten sonra da zindanlar üzerinde hüküm sürer, gardiyanları örgütleyerek gizli bir birlik kurar, Çar’ın öldürülmesini