• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM

2.2. Klasik Yaklaşım

Klasik İktisat Okulu, rasyonel bireyi temel alan, ekonomideki dinamikleri düzenleyen ve tüm dengeleri sağlayanın serbest piyasa modeli olduğu savunan, Adam Smith’in ‘’Ulusların Zenginliği’’ isimli kitabına dayanan modern iktisat tarihinin ilk ve en büyük adımıdır.

Klasik iktisatçılar, piyasa ekonomisine uyulduğu takdirde, ekonomik sorunların kendiliğinden ve eldeki imkanlar çerçevesinde en etkin biçimde çözümleneceğini savunmuşlardır. Neo-klasik iktisatçılar ise bu görüşleri marjinalist yaklaşım çerçevesinde daha etkin bir şekilde incelemişler, Klasik iktisatçıların cevaplayamadığı bazı soruları da böylece cevaplamaya çalışmışlardır. (Ardıç ve Aydın, 2011, s. 9)

Klasik İktisat Teorisi piyasaların sürekli temizlendiğini, yani mal, para ve emek piyasalarının sürekli dengede olduğunu savunur. Bu nedenle klasikler işsizlik sorunuyla

ilgilenmemiş ve işsizliğin ancak gönüllü olabileceğini düşünmüşlerdir. (Talas’tan aktaran: Alp, 2010, s.20) Çünkü Klasik Okul, varsayımlarını ortaya koyar ve tam istihdam, görünmez el ve milli gelir kavramlarını açıklarken, çalışmak isteyen herkesin, içinde bulunduğu ekonomide iş bulabileceğini savunur ve zenginliğin kaynağı olarak emeği işaret eder.

A. Smith’e göre, zenginliğin asıl kaynağı emek olduğuna göre, bir ülkede insanlar ne kadar çok çalışırlarsa ve üretimin örgütlenişimde işbölümü ve uzmanlaşmaya ne derecede önem verebilirlerse millet olarak o kadar zenginleşebilecektir. (Üstünel, 2001, s.89)

İnsan, çevresini yaşanabilir hale getirmek için emek vermiş, emeğini verimli hale getirmeye çalışmıştır. Emeğin verimini artırmak için kullanılan aletler de emek ürünü olduğu için Smith, yaratılan değer ölçüsünün emek olduğunu kabul etmiştir.

Emek bütün şeylere ödenen ilk fiyat, gerçek satın alma parasıydı. Dünyanın bütün serveti aslında altın ve gümüşle değil emekle satın alındı diye ifade etmiştir. (Erim, 2013, s. 41) Klasik analizdeki tam istihdam varsayımı üç temel kuram üzerine bina edilmiştir. Bunlar; mahreçler yasası, faiz teorisi ve ücret teorisidir. (Alp, 2010, s. 29)

2.2.1. Mahreçler (Say) Yasası

İnsanların, kendi bireysel çıkarları doğrultusunda faydalarını maksimize etmeye çalışırken, içinde yaşadıkları toplumun da refahının yükseleceğini belirten Smith başta olmak üzere Klasik iktisatçıların temel tezi, tam rekabet koşullarında, serbest piyasa ekonomisinde kaynakların tam olarak kullanılıp, kendiliğinden dengeye ulaşılacağıdır.

Ücret ve fiyatlar esnek olduğu sürece, her zaman tam istihdam düzeyinde genel dengeye ulaşılacağı varsayılır. (Ardıç ve Aydın, 2011, s. 60) Bu anlamda ekonominin üretim, yani arz tarafıyla ilgilenen Klasik iktisatçılardan Say,‘’Her arz, kendi talebini yaratır.’’

gibi bir yorum ile aslında Klasik Okul’un piyasa koşulları ile ilgili varsayımını da destekliyordu. Başka bir deyişle, ekonomide bulunan her arzın kendine talep yaratabilmesi, ekonomide mal ve hizmet ile talep arasındaki dengenin oluşması anlamına gelmekteydi ki; bu ne arz, ne de talebin eksik ya da artık olmaması anlamına gelmekteydi.

Varsayımları özetlemek gerekirse, Klasik iktisatçıların bu görüşleri J. Baptiste Say’ın Mahreçler Teorisi’nde, ‘’mal ve hizmet satanlar, ellerine geçen para ile mal ve hizmet satın alırlar’’; ‘’her arz kendi değerine eşit bir talep yaratır’’; ‘’mallar mallarla

değiştirilir, para sadece bir değişim aracıdır’’ şeklinde ifade edilmiştir. (Zaraoğlu, 1981, s.97)

2.2.2. Faiz ve Ücret Teorisi

Say tasarrufların tüketimi azaltıcı etkisi olmayacağını ve tüm tasarrufların değişik şekillerde de olsa mutlaka tüketileceğini öne sürmüştür. Bu yaklaşıma göre tasarruf yapılması durumunda talep yetersizliği ortaya çıkar ve faaliyet hacmi tam istihdam düzeyinin altına iner. (Aren’den aktaran: Alp, 2010, s. 20) Ancak bu durum, tasarrufların faiz ile birlikte yatırımlar dönüşmesi sonucu ortadan kalkar. Bu da tasarrufun faizin fonksiyonu olduğu anlamına gelmektedir. Ücret teorisi incelendiğinde ise, Klasik Okul’un, emeğin talep edilebilirliği varsayımından yola çıkarsak, ücret düşüşünün istihdamı artırıcı bir etki yaratacağını savunduğunu söyleyebiliriz.

Ekonomide ücretin bağımsız değişkeni olarak etkilediği bir dengesizlik durumunda, piyasa ekonomisi çalışmaya başlar ve ücretler ekonomiyi tam istihdam seviyesine getirecek şekilde esneyerek dengesizliği ortadan kaldırır.

2.2.3. Emek-Değer Teorisi

Üç sınıftan oluşan bir toplumda, fiyatların oluşumunu açıklamak üzere kurulmuş bir teoridir. Smith’in kurmuş olduğu değer teorisi kendinden sonraki klasik iktisatçılara ve Marks’a kaynaklık etmiştir. Smith emek-değer teorisini kurarken değeri ikiye ayırmıştı (kullanım değeri yani fayda ve mübadele değeri yani fiyat). Ricardo buradaki çelişkiyi ortadan kaldırdı. Bir malın mübadele değerinin olması için, kullanma değerinin olması gerektiği belirtti. (Erim, 2007, s. 61)

Klasik değer teorisi; kapitalist bir ekonomide, piyasadan gelir elde eden üç üretim faktörünün getirisiyle, üretim maliyetinin gerisindeki ‘’reel fedakarlık, çabayı’’

bağdaştırma denemesidir. (Kazgan, 2000, s.74) .

Ricardo’nun emek-değer teorisinin dayandığı varsayımlar şunlardır (Bocutoğlu, 2012, s.133):

1. Bütün ekonomi tek bir tarımsal çiftlik gibi kabul edilir.

2. Bütün üretim dallarında sermaye/emek oranı sabittir. Misal olarak 1 işçiye 1 kürek gibi. Burada 1 işçi emeği, 1 kürek de sermayeyi temsil etmektedir.

3. Emek homojendir, yani türdeştir. Bununla birlikte bir kol işçisi ile bir mühendisin emeği homojen olmadığı için, mesela bir mühendis dört kol işçisine eşit sayılarak, bir kol işçisi ile bir mühendisin toplam emeği 5 kol işçisi (biri kol işçisinin, dördü mühendisin olmak üzere toplam 5 kol işçisi)olarak türdeş hale getirilebilir.

4. Hiç rant getirmeyen topraklarda tahıl üretimi, sadece emek ve sermaye tarafından gerçekleştirilir. Toprak sahiplerinin üretime katkısı yoktur.

Buna göre, üretimde göreceli olarak fazla emek kullanılmışsa malın maliyeti (fiyatı) yüksek, az miktarda kullanılmışsa düşük olur. Bu açıklamalardan, Klasik iktisatçıların maliyeti oluşturan öteki faktörlerin farkında olmadıklarını sanmak doğru değildir. Gerçekte, doğal kaynakları tanrının insanlara bir bağışı olarak kabul ederler.

Bunların üretilmemiş olması, yani toplumun bunlar için bir emek harcamak gibi bir fedakârlıkta bulunmamış olmasından dolayı, doğal kaynakları maliyeti oluşturan etkenlerden birisi olarak saymamışlardır. (Seyidoğlu, 2013, s. 26)

Sermayenin kaynağı içinse, emek faktörünü işaret eden Klasik Okul, sermayenin kaynadığını da emek faktörü olarak göstererek, sermaye üretimine konu olan üretimin değerinin, bu üretimde kullanılan emek faktörü ile ölçüleceğini söylemiştir.

Sonuç olarak, emek-değer teorisini, emeğe ve değere ayrı ayrı değinerek, bu tanımlamalar ile ifade edebiliriz. Ancak emeğin, Klasik Okul sonrasındaki yorumcusu D. Ricardo ve hatta Karl Marx için bile ekonominin sürükleyici faktörü olması, ortaya bir çelişkiyi çıkarmaktadır. Bu çelişki, fiyatlar ve ücretler arasındaki ilişkide ortaya çıkmaktadır. Öyle ki, bir malın asıl değerinin o malın üretiminde kullanılan emek miktarı ile ölçülmesi, yani emek faktörünün bu denli önemsenmesi durumunun, emeğin üretim sürecinden alacağı pay olan ücret tanımına gelindiğinde, ortadan kaybolduğunu görmekteyiz. Bu teori ile fiyat mekanizması arasındaki ilişkiyi/çelişkiyi görmek için, ücretlerin Klasik Okul yorumuna bakmak ve şu tanımlamayı ortaya koymak gereklidir:

‘’Adam Smith, ücretleri iki farklı ücret tanımı ile açıklamaya çalışmıştır. (Birincisi, gerçek ücret olup, işçinin kendisini ve ailesini geçindirecek düzeydeki ücreti ifade eder ve asgari bir düzeyi vardır. İkincisi ise piyasa ücreti olup, arz ve talep şartlarına göre oluşan ve esasta gerçek ücretler etrafında dolaşan ücrettir)’’ (Tekeoğlu, 1993, s.69)