• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM

2.3. Keynesyen Yaklaşım

2.3.1. Keynesyen İktisat ve Ortaya Çıktığı İktisadi Ortam

Modern Ekonomi Tarihi’nin başlangıcı olarak kabul ettiğimiz Klasik (Liberal) İktisat Doktrin’i, yaşanan ağır sosyolojik ve getirdiği ekonomik travmalar ile 1929 yılına gelindiğinde, sonraları ‘’Kara Perşembe’’ olarak adlandırılacak, kapitalizmin yaşadığı en derin ve uzun kriz ile karşı karşıya geliyor ve dönemin etkin olan iktisat okulu olarak, bu krizi çözmekte büyük aksaklıklar yaşıyordu. Çok genel bir yargı olarak, borç krizi şeklinde tanımlanabilecek bu kriz, ABD-New York Borsası’nın çöküşü ile resmen etkilerini göstermeye başlamıştı. Merkez etkilerini her ne kadar İngiltere ve ABD olarak seçse de, kriz, gittikçe daha da küresel hale gelen ekonomilerin büyük bölümünü ağır bir biçimde etkiliyor, binlerce banka batıyor ve sayısız insan işsiz, evsiz kalarak boyutları açlığa kadar varan çok ciddi ekonomik sonuçlar doğuruyordu.

Hatta krizin bazı dönemlerinde insanlar, yalnızca meyve sebze üretip satarak hayatta kalmaya çalışıyor, piyasadaki paranın bir anda yok olması ile birlikte takas yöntemine başvuruyordu.

Kriz sonucunda fiyatlardaki sürekli düşüşler %40, sanayi üretimindeki düşüşler

%35 ve ticaret hacimlerindeki gerileme %50’lerin üzerine çıkmıştır. Ayrıca kriz sonrasında yaklaşık 50 milyon insan istihdam dışında kalmış ve işsizlik sorunu sonraki uzun yılları da kapsayacak şekilde kendini göstermişti.

Krizin dünya ekonomilerini getirdiği nokta, şu yorumunda gayet açık bir şekilde kendini göstermektedir: (Pecchi ve diğerleri, 2012, s. 21)

‘’Şu anda ağır bir ekonomik karamsarlık nöbetinden muzdaribiz. 19. yüzyıla damgasını vuran dev ilerleme çağının sona ermiş olduğunu, yaşam standardında görülen hızlı iyileşmenin en azından Büyük Britanya’da artık yavaşlayacağını, önümüzdeki on yıl içinde ekonomik refahta bir gerilemenin bir iyileşmeden daha yüksek bir olasılık olduğunu sağda solda sürekli duyuyoruz.’’

Klasik İktisat Okulu’nun ortaya koyduğu varsayımlardan olan ‘’Görünmez el’’

kavramının, piyasada meydana gelen tüm iktisadi olayları dengeye getiren çizgiden oldukça uzaklaşmış olması, yeni ve çağa uygun bir iktisat anlayışını gerektiriyordu.

İşte böyle bir ortamda John Maynard Keynes ismindeki bir iktisatçı, İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi isimli kitabı ile 1936 yılında ortaya çıkarak bütün dünyayı derinden sarsacak bir şekilde literatürdeki yerini alıyordu. Bu anlamda Keynes,

20. yüzyıl ekonomilerinin derin bir şekilde eğilim gösterdiği iktisat politikalarının büyük bölümünde yer almıştı.

2.3.2. Keynesyen Yaklaşımın Temel Varsayımları

Keynes ve fikirlerinin iktisat tarihinin ekonomik koşullarına baktığımızda, Klasik Okul’un en ciddi varsayımlarından olan Say Kanunu’nun yani, her arzın kendi talebini doğurması önermesinin artık pratik bulamadığı bir dönemle karşılaşmaktayız.

Yalnızca bu yargı üzerinde Keynes’in iktisadi düşüncelerini açıklamaya başlamak tesadüf değildir. Çünkü O, ekonomideki daha önce var olduğuna inanılan denge varsayımlarının, bulunulan dönem itibariyle artık pratik bulamadığını görmüş ve eserinde de bunun üzerinde durmuştur. Keynesyen İktisat, açıklamalarını yaparken Klasik İktisat’ın varsayımlarından beslenir ve ortaya koyduğu yeni ideolojileri bunun üzerinden düzenleyici bir etki ile ilerlemeye devam eder.

Keynesyen İktisat için, ‘’talep yönlü bir iktisat anlayışıdır’’cümlesini kurmak biraz cömertçe olsa da, bu anlayışın içerisini ciddi derecede doldurabilecek bir yargıdır.

Açıklamalara Say Kanunu üzerinden başlamamızın sebebi de budur. Keynes, ekonomik problemlerin temelinde bu dengesizliğin yattığını ileri sürmektedir. Keynes, ‘’Genel Teori’’ kitabında bunu, şu kelimeler ile ifade etmektedir: ‘’Klasik teorinin önermelerinin genele değil de, sadece özel bir duruma ilişkin uygulanabilirliğinin olduğunu, varsaydığı durumların mümkün olan denge konumları açısından sınırlayıcı bir nokta olma özelliğine sahip olduğunu göstereceğim. Bundan başka, Klasik teori tarafından varsayılan özel durumun niteliklerinin, şu anda içinde yaşadığımız iktisadi toplum açısından hiçbir geçerliliği yoktur. Öyle ki, söz konusu varsayımları deneyimle elde edilen gerçeklere uyguladığımızda yanlış bir öğretiye neden olacak ve iş felaketle sonuçlanacaktır.’’ (Keynes, 2008, s. 13)

Keynes, Klasik iktisat ile ortak bir yön olarak, emeğin aldığı ücret ile istihdamın hacmi arasında ters yönlü bir ilişki olduğunu savunmuştur. O, kapitalist büyümede adaletsiz bir büyümenin olduğunu açıklama girişiminde de bulunmuştur. İşsizlik konusunda değinildiğinde, işsizlik problemi, günümüzde çok ciddi bir problem olarak iktisatçıları yeniden bu problem üzerinde durmaya zorlamıştır ve iktisatçıların tutarlı fikirleri ile 19. yüzyıl kapitalizminin düşünceleri günümüzde devre dışı kalmıştır.

(Klein, 1968, s.165-166)

Genel Teori’nin ortaya koyduğu amaç, bir bütünlük içerisinde istihdam ve üretim seviyelerinde meydana gelen değişimleri oluşturan faktörlerin makro analiz çerçevesinde incelenmesidir.

Keynes’in emek ve işgücü ile ilgili olarak, ücret konusunda da Klasik İktisat ile ciddi ayrılıklar yaşadığı görülmektedir. Çünkü Klasik İktisat Okulu, piyasa kendi kendine çalışmak üzere müdahalesiz bırakıldığında, ücret ve fiyat seviyesinin esnek olduğu bir ortamda, yüksek işsizliğin ücretleri düşüreceğini, bu ücret düşüşünün de piyasa reaksiyonu olarak maliyetleri düşürüp emek talebi artışı yaratacağını ve dolayısı ile emek piyasasının da yeniden dengeye geleceğini söylemiştir. Ancak Keynes bu kadar iyimser değildi. O, emek piyasasında oluşan ücretlerin, sendikalar ve işverenler arasında yapılan toplu sözleşmeler ile belirlendiğine ve yüksek işsizlik ya da yetersiz emek talebi olması durumunda, ücretlerin bu denli bir düşüş yaşamayacağını işaret etmiştir.

Sonuç olarak, Keynesyen Teori, ekonomik problemlerin temelinde var olan bir talep yetersizliğinden söz eder ve bu yetersizliği giderecek olan piyasa aktörünün de kamu kaynakları ile devlet olacağını ileri sürer.

Şekil 2:Keynesyen İktisat ve İstihdam Seviyesi

Kaynak: (Stewart’tan aktaran: Alp, 2014, s. 23).

Keynesyen Teori’ye göre resesyonların temel özelliği yetersiz emek ve ürün talebinin birbirini takviye etmemesidir. Daha açık bir ifadeyle, durgunluk dönemlerinde ürün talebi az olduğundan firmalar mal ve hizmet üretemezler. Üretimin azalması ise işsizliğe, işsizlik de satın alma gücünü düşürerek talep yetersizliğine sebep olur. Buna göre mal ve hizmet piyasası ile emek piyasası arasındaki hareketlenmeler aşağıya ve yukarıya birlikte gerçekleşir. İki piyasa arasında bağlantıyı kuran şey ücret ve fiyatların

ağır hareket etmesidir. Ürün talebindeki bir düşme -eğer ücretler yeterince düşmezse- emek talebinin azalmasında; aynı şekilde emek talebindeki bir düşme -eğer fiyatlar azalma yönünde hareket ediyorsa- ürün talebinin düşmesine sebep olacaktır.

(Snower’dan aktaran: Biçerli, 2004, s. 14)

Keynesyen işsizliğin ayırt edici niteliği, işsizliğin toplamda talepteki yetersizliğe bağlanmış olmasıdır. Bu koşul, Neo-Klasik analizdekinden farklı bir işgücü arzı tanımlamasının bir sonucudur. (Oktay, 2006, s. 197) Son olarak Keynes, işsizliği açıklarken ekonominin yalnızca talep cephesinde yer almış ve sermaye yetersizliği, arzsal nedenler gibi konular üzerinde durmamıştır.

2.3.3. Orijinal Phillips Eğrisi

Phillips Eğrisi ile ilgili ilk çalışma 1950’li yıllarda Alban William Phillips tarafından, fiyat değişmeleri ile işsizlik ve üretim seviyesi arasındaki ilişkiden yola çıkılarak yapılmıştır. Bu ilişki, ilk aşamada faktör fiyatları yani ücret üzerindeki bir değişimin, sonrasında, ürün fiyatları üzerinde yaratacağı etki üzerine yorumlanmıştır.

Phillips bu çalışmasında, işsizlik oranı ile parasal ücretlerdeki değişme oranı arasında doğrusal olmayan, ters yönlü ve istikrarlı bir ilişkinin olduğunu ortaya koymuştur.

(Büyükakın, 2008, s. 136) Parasal ücretin değişim oranı, doğrudan, fiyatların beklenen değişim oranına bağlıdır. (Tobin, 1975, s. 11)Şekil 3’te Phillips Eğrisi’nin orijinal şekli gösterilmektedir. Yatay eksen (u) işsizlik, dikey eksen (W) parasal ücretlerdeki değişme oranını ifade etmektedir:

Şekil 3: Orijinal Phillips Eğrisi

Görüldüğü üzere parasal ücretler ile işsizlik arasında negatif bir ilişki bulunmaktadır. Yani, parasal ücretlerde meydana gelecek bir artış ya da azalış, -sırasıyla- işsizlikte, azalış ya da artış meydana getirecektir.

Literatür konumuna bakıldığında, Orijinal Phillips Eğri’si, bir ispat çalışması değil, bu iki ekonomik kavram arasında istikrarlı bir ilişki olduğunu ortaya koyma anlamında bir yenilik çalışmasıdır. Aynı zamanda Keynesyen bir araç olan eğrinin ampirik ispatının yapılması, çok uzun ve birikerek ilerleyen bir süreci kapsamaktadır.

Ancak, yukarıda da bahsedildiği üzere, özellikle 1960’lı yıllarda Phillips Eğrisi üzerinde o kadar yoğun çalışmalar yapılmıştır ki, eğri, farklı yorumlar ile yeniden karşımıza çıkmıştır. Lipsey’in Talep Fazlası Modeli yani Neo-Klasik Okul’un emek arzı ve talebini belirleyen ana faktörün reel ücret olduğu varsayımı ile çakışarak, parasal veya nominal ücretlerden bahseden düşünceleri, Samuelson ve Solow’un parasal ücretlerdeki değişme ve işsizlik yerine, artık enflasyon ve işsizlik ilişkisini (Emsen ve diğerleri, 2003, s. 86) konu alan yaklaşımları, bu yeni yorumların yalnızca bazılarıdır.