• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM

2.9. Sosyalist Yaklaşım

18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tartışma konularının odağına bakıldığında Sosyalist Yaklaşım’ın varsayımlarını görmekteyiz. Bu yaklaşımın ortaya koymaya çalıştığı sistem için; ‘’üretim, dağıtım ve değişim araçlarının millileştirilerek devletin yönetiminde olduğu sistem’’ (Ekelund ve Herbert’ten aktaran: Ersoy, 2008, s.407) tanımını yapabiliriz. O döneme kadar birçok iktisadi (çoğu kapitalizm temelli) düşünce ekonomilerde yadsınamayacak derecede büyük bir refah ve büyüme artışı yaratmıştı.

Ancak böyle olmasına rağmen bu düşüncelerin herkes tarafından destek gördüğünü söylemek mümkün değildir. Öyle olacak ki, birçok iktisatçı, birçok yönünü ele alarak kendilerinden önceki iktisadi düşünceleri eleştirmiş, kendi fikirlerine hayat vermeye çalışmıştır. Ancak bizler bu fikir ve eleştirilerin yalnızca istihdama ve emeğe değinen kısımları üzerinde duracağız.

Ütopyacı Sosyalist Yaklaşımı’nın düşünürü Charles Fourier üretim ve etkinlik konusu üzerine ‘’Herkese kendi yetenek ve uzmanlığına göre iş verilecektir. Kişi başına düşen milli gelir artacak ve insanlar refah içinde yaşayacaklardı.’’

(Hamitoğlulları’ndan aktaran: Ersoy, 2008, s. 413) yorumunu yapmıştır. Sismondi’ye göre, kapitalist gelir, kapitalist tüketim ve gereken ücretteki artış ya da azalışa bağlıdır.

Bu denklemde yer alan gereken ücretlerdeki artış ya da azalış tasarruf ya da yatırımı oluşturur. Bu da sermaye sahiplerinin gelirlerinin tamamını lüks harcamalar için değil, bir kısmını emeği istihdam edecek kadar ücrete ayırırsa milli gelir artacaktır. Yani başka bir bakış açısı ile, fonların milli geliri artırıcı bir rol oynayacağını belirtmiştir.

Robert Owen, 1821 yılında yayınlanan ‘’Lanark Mahalli İdaresine Sunulan Rapor’’ (Report of the Country of Lanark) adlı yazısında işsizliğin nasıl önleneceği konusunda bazı öneriler ileri sürdü. Ona göre işsizler kendi başlarına terk edilmeleriyle işsizlik sorunu çözümlenemez. İşsizler, işe ve boş toprağa yerleştirilmeleri gerekir.

(Ersoy, 2008, s. 145)

Sosyalist Düşünce’nin en öne çıkan üyesi Karl Marx’ın düşüncelerine baktığımızda emek, üretim güçleri olarak sosyal yapının en altında yer aldığını görmekteyiz. Bu sosyal yapının oluşturduğu sınıflar ve mücadeleleri, işçi-burjuva çatışmasında kendini daha belirgin olarak göstermiştir. O’na göre işçi, iktisadi olarak emeğinden başka hiçbir şeye sahip olmayandır. Durkheim, Toplumsal İşbölümü isimli kitabında sınıf çatışmasını şöyle ifade etmektedir: ‘’Geleneğin ya da yasanın verdiği iş payından (rolden) memnun olmayan aşağı sınıflar, kendilerine yasaklanan işlevleri yapmak ve yapanların elinden o işleri almak istemektedirler.’’ (Durkheim, 2006, s. 427) Karl Marx emek ile ilgili görüşlerini belirtirken, ilk olarak Klasik İktisat Yaklaşımı’nda rastladığımız emek-değer teorisi ile karşılaşmaktayız. Marx da, bu konudaki fikirlerini açıklarken tam istihdama doğru ilerleyen bir ekonomik model zemininde yorumunu yapmıştır. Klasik Okul’dan farklı olarak bir malın değerinin emek ya da teknoloji yoğun üretim olması durumuna göre değişeceğini belirtmiştir. Oysa Ricardo’nun emek-değer teorisi, bir malın değerinin yalnızca o malı üreten emeğin maliyetine bağlı olarak oluşacağını ifade etmekteydi. Marx’a göre sermaye ‘’ölü emek’’tir ve tıpkı vampir gibi yeni (canlı) emeğin kanını emerek yaşar. (Tekeoğlu, 1993, s. 111)

2.10. Insider-Outsider (İçerdeki-Dışardakiler) Teorisi

İçerdekiler-dışardakiler kavramı içerdekiler ve dışarıdakiler arasındaki çıkar çatışması ile ilgilidir. İçerdekiler; görevde bulunan ve işgücü ciro maliyetleri tarafından korunan bir pozisyona sahip çalışanları ifade etmektedir. Dışardakiler ise işsiz ya da emek piyasasındaki rekabet sonucunda resmi olmaksızın çalışanları ifade eder.

(Lindbeck ve Snower, 2002, s. 1)

Firmalar genellikle ücret maliyetlerini düşürmek için, işsiz insanlara mevcut işçilerine ödedikleri ücretin altında bir ücret teklif etmemektedir. Bu açıklama içerdekiler dışarıdakiler teorisi olarak adlandırılan ve verimli olabilmek için yeni işçilerin yani dışarıdakilerin, mevcut işçilerden yani içerdekilerden iş eğitimi konusunda bir şeyler alma gerekliliğini vurgulayan yaklaşımdır. Bu yaklaşım, içerdekilerin aldığı mevcut ücretlerden daha az bir ücretle çalışmaya razı olan işçilere rağmen istek dışı işsizliğin varlığını açıklamaktadır. (Lindback ve Snower’dan aktaran: Yüksel, 2006, s.

36)

Bu teorinin daha net bir biçimde açıklanması için sendikaların veya içerdekileri dışarıdakilerle değiştirmenin maliyetlerinin daha net bir biçimde ortaya konulması gereklidir. Kısaca değinmek gerekirse, dışarıdakilerin içerdekilerden daha düşük bir ücret talep etmesi firmaların maliyetlerini düşürmesi yönü ile firmaların böyle bir eğilime sahip olması öngörülebilir. Ancak içerdekilerin böyle bir değişimin maliyetinin farkında olması bu davranışın önünü kesmektedir. Bu maliyet yalnızca daha önce belirlenmiş yasal haklar ya da anlaşmalar ile sınırlı değildir. Özellikle pratik ile oluşturulan uzmanlıkların, bu aşamada dışarıdakilerin istihdamı sonucunda ortadan kalkması, yani verimliliğin kaldığı yerden devam edememesi, daha düşük bir ücret talebi yaratsa da, bu maliyetin karşılanamaması yönüyle önemli bir gerekçedir. Tek cümle ile, verimlilik ve yasal sebepler ile oluşacak maliyetlerin, ücretlerin düşüşü ile oluşacak negatif maliyetten daha büyük olması sebebiyle ücrete duyarsız bir durum ortaya çıkmaktadır.

Ücret katılıklarının sebeplerine daha önce Keynesyen Yaklaşım çerçevesinde değinmiş ancak ayrıntılarına çok fazla değinmemiştik. Bu katılığın sebeplerinden ilki için asgari ücret uygulamasını söyleyebiliriz. Ücret katılığının ikinci nedeni sendikaların tekel gücüdür. Amerika Birleşik Devletleri’nde işçilerin sadece %18’inin ücreti toplu pazarlık sonucunda belirlenmektedir. Çoğu Avrupa ülkesinde ise sendikalar çok daha önemli bir role sahiptirler. (Mankiw, 2009, s. 189)

3. BÖLÜM

TEORİDEN PRATİĞE GEÇİŞ: 2008 KRİZİ VE AVRUPA

Neo-Klasik iktisadın varsaydığı temel iktisat fikirlerinin pratikteki uygulanma süreci incelendiğinde, her sürecin ciddi bir refah artışı ile ortaya çıktığı ancak bunun aksine benzer büyüklükte bir yıkım/kriz ile sona erdiği görülmektedir. Öyle ki, bu krizler tarihsel süreçte yalnızca sebepleri noktasında değişiklik göstermiş olsa bile, küreselleşmenin en üst demlerine vardığı bir iktisadi ortamda, sistem, kendini bu noktaya taşımaktadır. Özellikle bilginin her ne kadar herkes için ulaşılabilir olduğu varsayılsa da, iktisadi aktörler/ekonomiler arasında ciddi asimetrik bilgi sorunları yaşanmaktadır. Bu durumu, ayrıca az gelişmiş ya da gelişmemiş ülkeler için anlamaya çalışırsak, teknolojik ilerlemenin kapitalizmi, sözü geçen eşitsizlikteki var olan farkı, artan haliyle bizlere göstermektedir. Söz konusu ortamda, iktisadi gelişmeleri etkileyen çok fazla faktörün bulunması, sistemin gitmesi muhtemel sonuçları anlamamıza biraz daha yardımcı olacaktır.

Unutulmamalı ki, içerisinde yaşadığımız liberal ağırlıklı kurallarla yönlendirilen iktisadi dünya, sistemin temellerinde yer alan talep yaratma arzusuyla, olası bir iktisadi politika hatası durumunda, -bir benzetme olarak- kendi ayağına çelme takmış olacaktır.

Öyle olacak ki, herhangi bir ekonomide oluşacak problemler, o ülke ekonomisiyle ilişki içerisinde olan herkese –arz ya da talep ağırlıklı olsun- ciddi olumsuz etkiler yaratacaktır.

Tarihsel süreç incelendiğinde, kapitalizmin yaşadığı ilk ve en büyük kriz olan 1929 Krizi’nin nedenlerinden biri (belki de en önemlisi), bildiğimiz üzere küreselleşmenin yarattığı etkilerden oluşmuştur.

Diğer tarafta, yüzyılın ikinci yarısından sonra ortaya çıkan petrol arzı krizi, her ne kadar politik iktisat ile ilişkilendirilebilecek olsa da, temelde küreselleşmenin yarattığı arz ya da talep yönlü bağımlılıklarla ilgilidir. D. Ricardo’nun ortaya koyduğu uzmanlaşma kavramı, ortaya çıktığı iktisadi koşullar altında ciddi destek bulsa da, günümüzdeki ülkelerin kırılganlıkları, üstünlüğe sahip oldukları üretim alanlarında uzmanlaşarak diğer alanlardaki üretim mallarını benzer konumdaki ülkelerden ithal etmeleri, herhangi bir ülkenin birçok muhtemelen sebebe bağlı olarak kriz yaşaması durumunda işleri bir domino etkisi ile bozacağından bu kuram bu çağda üzerinde tekrar düşünülmeyi gerektiriyor olabilir. ‘’Daha düşük bir refah seviyesini göze alarak, bir

alanda uzmanlaşmayıp, göreceli olarak daha az uzman olunan alanlara da kaynak ayırarak olası krizleri minimize etmek mümkün değil midir?’’ sorusu bağımlılıklar ve krizin yarattığı krizler açısından yorumlanmaya değerdir.

Elbette ki bu açıklamaların ele aldığı konular, tesadüfi olarak seçilmemişlerdir.

İnceleyeceğimiz 2008 Krizi’nde göreceğimiz üzere İktisadi Tarih bir noktada kendini yinelemektedir. Bu tekrarı küreselleşme ve talep yaratma noktasında tekrar ele aldığımızda Avrupa Birliği’ne varan etkilere daha net bir göz ile ulaşabileceğiz.

3.1. 2008 Küresel Krizi

Amerika Birleşik Devletleri’nde başlayan bir kriz olarak kayıtlara geçen 2008 Krizi, önceki yılın ikinci çeyreğinde konut sektöründe yaşanan problemlerle ilerlemiş ve sonraki yılda küresel hale dönüşmüştür.

Elbette ki küresel çaptaki bu krizin etkileri birçok ülke, grup için kendini ilerleyen yıllarda daha da hissettirmiş ve ekonominin kritik kavramları üzerinde ciddi oranda olumsuz etkiler yaratmıştır. Ek olarak, finansal bir kriz olarak ortaya çıkan bu durum reel piyasaları da kısa sürede etkisi altına almıştır. Zaten bu, finansal krizlerin ortak özelliklerindendir.

Konut sektöründe doğduğunu söylediğimiz bu kriz, ABD’deki likidite ve kredi bolluğu ile sebeplendirilebilir. İlerleyen dönemlerde, elde edilen kredileri finanse edecek bir gelire sahip olmayan bireylerin dahi bu kredi bolluğundan nasiplenmiş olması olayın çıkış noktası olmuştur. Dünya’nın en güçlü kredi sağlayıcılarından olan Lehman Brothers yatırım bankasının iflasını açıklaması ilk fitili ateşlemiş ve ilerleyen yıllarda büyük bir yangına sebebiyet vermiştir. Daha önce belirttiğimiz ve 1929 Krizi ile ilişkilendirdiğimiz büyük kurumların yaşayabilecekleri sorunların küresel dünyada büyük çaplı bir krize dönüşmesi durumu tam olarak bununla ilgilidir. Çünkü Amerika Ekonomisi dünya ekonomileri üzerinde dominant bir güçtür ve onun yaşadığı aksaklıklar tüm dünyayı etkileyebilmektedir. Nitekim sonuçlar incelediğinde, gelişmiş birçok ülkenin dünyadaki ortalama büyüme rakamını yakalayamadığı görülmüştür.

3.2. Finansal Krizler ve 2008

ABD’de 2008 yılında ortaya çıkan krizin finansal piyasalarda belirdiğini, daha sonra da reel piyasalara doğru bir eğilim sergilediğini belirtmiştik. Öyleyse bu krizi anlayabilmek için finansal krizlerin ne olduğunu iyi anlamak gereklidir.

Bu durumu Avrupa Birliği için değerlendirecek olursak, bölge ekonomilerinin koordinasyonu amacıyla 1998 yılında kurulan Merkez Bankası, ardından ortak para birimi olarak oluşturulan Avro’nun bölgedeki farklı iktisadi koşullara sahip ülkelerin entegrasyonu için önemli adımlar olmuşlardır. Ancak bu varsayımlar ve ümit edilen olumlu gelişmeler bölgesel ya da küresel şartların olağan işleyişi içerisinde tasarruf edilmiştir. Ancak yaşanan kriz, sık sık bahsettiğimiz küreselleşmenin de etkisi ile bölgeyi etkilemiş ve reel sektörlere kayan sorunların patlak vermesine neden olmuştur.

ABD’de meydana gelen kriz Avrupa Birliği üzerindeki etkilerini ilk olarak Yunanistan aracılığıyla göstermiştir. Her ne kadar Yunanistan’da kriz bir gelenek olsa da bu durumun ilerleyen kısa dönemde birçok ülkede oluşacak olması krizin etkilerinin genişliğini ciddiye alır duruma getirmiştir. Bölge ve bu ülkelerdeki kriz ise kendisini borç krizi olarak göstermiştir. Nitekim, Birlik içerisindeki dominant ülkelerin bu ülkelere (İtalya, İrlanda, İspanya, Belçika ve Portekiz) yardım edilmesi konusundaki çekimser tavırları sorunu derinleştirmiştir. Daha sonra değineceğimiz üzere 2008 Krizi’nin bu etkileri Avrupa Birliği’nin varlığını sorgulanır hale getirmiştir. Başlangıçta hedeflenen entegrasyon sürecinin bu problemlerle sekteye uğraması, ülkeler arasındaki sosyal ve ekonomik gelişmişlik farklarının artmasına sebep olmuştur.

Ancak süreç, yardım konusundaki çekimser tavırların bir kenara bırakılması gerektiğini birçok iktisadi gösterge ile Avrupalı ülkelere göstermiştir. Bunun sonucu olarak da Yunanistan için oluşturulan yardım paketi Yunanistan’ın bütçesine eklenmiştir. Aksi bir durumda, yalnızca ekonomik olarak değil, kültürel olarak da değerli bir konumda olan bu ülkelerin, oluşabilecek art arda krize sürüklenme ihtimallerini AB göze alamamıştır. Bu karardan sonraki süreçlerde İrlanda ve Portekiz ile başlayan kurtarma paketleri kriz ülkelerine ulaştırılmıştır.

Bu açıklamalardan sonra Yunanistan ekonomisine ayrı bir parantez açmak gereklidir. Sürekli bir kriz ihtimali ile varlığını sürdüren bu ekonominin yaşadıklarının başka ülkelerce de yaşanıyor olması, sorunun gün yüzüne çıkartılabilmesi açısından değerlidir.

Öyleyse Yunanistan ekonomisinin verileri üzerine eğilmek gereklidir. Daha sonraki bölümlerde inceleneceği için bu süreç genel bilgiler halinde incelenecektir.

Bunu bakış açısı ile birlikte görüyoruz ki, kamu geliri ve gideri arasında, gelire oranla ciddi ve artmaya devam eden bir harcama fazlalığı görülmektedir. Bu durum istihdam üzerinde ciddi baskılar oluşturmuştur. Ayrıca krizin etkileri ile, önemli bir gelir kalemi olan turizm gelirlerinin azaldığı izlenmektedir. Çünkü krizi yaşayan

ülkelerdeki gelir azalışı, birçok ülkede olduğu gibi Yunanistan’da da turizm anlamında talep yönlü bir şoku meydana getirmiştir. Önemli diğer nokta olarak belirtilmelidir ki, bütçe açığı, kamu borç stokunun GSYİH’ya oranı, Birlik’in kuruluş manifestosu olan Maastricht Kriterleri ile örtüşememektedir.

Öz olarak söylenmesi gereken, finansal krizlerin ilerleyen süreçlerde reel krizlere dönüştüğü ve ülkeler arasındaki ilişkilerden dolayı herhangi bir ekonomiye bağımlılığı olan ülkelerin problemlere karşı müdahale şansının olmaması anlamına gelmesidir. Böylelikle hayata geçirilmiş/geçirilecek reformların bu varsayım üzerine kurulacak olması hiç olmadığı kadar büyük önem arz etmektedir.

3.3. 2008 Sonrası Avrupa Birliği

Bilindiği üzere, işsizlik kavramı birçok farklı sebebe bağlı olarak, farklı şekillerde ortaya çıkabilmektedir. Bu durum, özellikle Avrupa Bölgesi’nde çok daha muhtemeldir.

Avrupa Birliği, içerdiği birçok ülke/ekonomisi ile, bugün ve yakın geçmişi kapsayarak, işsizlik sorununu ciddi boyutlarda yaşamaktadır. Emek piyasasında yaşanan bu kriz, işsizlik problemini birçok yönü ile AB’nin en öncelikli olarak ilgilenmesi gereken konularından biri haline getirmiştir.

Emek ekonomisinde, piyasa içerisinde fazla bir emek arzı bulunduğunda, işsizliğin meydana gelmesi olağan bir durumdur. Başka bir deyişle, işsizlik, aktif bir şekilde iş arayan birisi için bu mümkün olmadığında ortaya çıkar. (Tvrdoň, 2016, s. 4) Bizler işsizliğin asıl nedenlerinin ne olduğunu anlamaya çalıştığımızda genellikle farklı konular ve yaklaşımlarla karşı karşıya gelmekteyiz. Örneğin, nitelikli nüfusun eksikliği, resesyonlar, krizler ve özellikle AB için bağımsız bir para politikasının olmaması gibi nedenler işsizliğin nedenleri arasında gösterilebilir. Eğer ki politikalar bu sorunların çözmeye yönelik olacaksa, problemlerin ne olduğunu geniş ölçüde belirleyebilmek oldukça önemli bir adım olacaktır. Çünkü işsizlik yalnızca ekonomik değil ayrıca sosyal ve psikolojik bir problemdir.

3.4. Avro Bölgesindeki Verilere Genel Bakış

Avrupa Birliği, 28 ülke -İngiltere ayrılma sürecindedir- ve yaklaşık 500 milyon insanı içeren geniş bir siyasi ve ekonomik birliktir. Ancak şu nettir ki, tüm ülkeler birbirinden oldukça farklı ekonomik, politik ve sosyal gerçekliklere sahiptir. İşte bu

anlamda dahi olmak üzere işsizlik, bu farklılıkların doğurduğu sorunlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Yalnızca bu değil, ayrıca bu farklılıklar işsizliğin de çok farklı şekil ve boyutlarda olması sonucunu doğurmaktadır.

Veriler bizlere gösteriyor ki, işsizlik oranı/işsiz insan sayısı 2008 ve 2014 yılları arasında dramatik bir şekilde artış göstermiştir. Her ne kadar son yıllarda bir azalma trendi yakalamış olsa da bu sayıl referans yıllar içerisinde 10 milyon işsiz insan sınırına dayanmış ve yaklaşık olarak %9,6 dolaylarında oluşmuştur. Ancak buradaki önemli nokta elbette ki 2008 yılıdır. Çünkü bu yıldan itibaren borç krizi olarak da adlandırılabilecek büyük bir finansal kriz ortaya çıkmış ve birçok ülke için bu durum derinlemesine yaşanmıştır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu krizin özellikle işsizlik ile olan ilişkisini görebilmek için 2008 ve sonrasındaki gelişmeleri kendimize odak noktası olarak seçmeliyiz. Aşağıdaki şekil, AB içerisinde bu etkisi en çok hisseden ekonomilerin verileri göstermektedir:

Şekil 8: AB İçindeki İşsiz Kişi Sayısının Yıllara Göre Dağılımı (Birim: Bin Kişi,)

Kaynak: Eurostat, Erişim Tarihi: 22.10.2016.

(http://appsso.eurostat.ec.europa.eu/nui/submitViewTableAction.do)

3.5. Avrupa Birliği’nde Borç Krizi

Dönemin şartlarını açıklamak adına şu söylenebilir ki; hem hane halkı hem de işverenlerin emek piyasasının durumu ile ilgili beklentileri hızla kötüye gidiyor ve Mart 2009’a gelindiğinde eşi benzeri görülmemiş karamsarlık seviyelerine ulaşıyordu. Bu durum, aslında Avro Bölgesi’nde yaşanan borç krizinin bir sonucu olarak görülebilirdi.

EU28 0

10.000 20.000 30.000

2008 2009 2010

2011 2012 2013 2014 2015

EU28

EU28

Dahası, kriz ilk olarak Yunanistan’da ortaya çıkarken, bu, bir bakış açısı olarak, Keynesyen politikaların çökmesi anlamına geliyordu. Krizin ciddi anlamda etkilediği ülkeler olarak, Portekiz, İrlanda, İtalya ve İspanya (Kısaca PIIGS ülkeleri de denilmektedir.), bu borçluluğun yarattığı ciddi ekonomik problemlerle karşı karşıya kalmışlardır. (Bu noktada asıl odak noktamız, AB’deki emek piyasası etkileri olacağından 2008 küresel krizine değinilmeyecektir.) Bu ülkelerde yaşanan talep şokları, parasal birlikteki bazı ülkeler üzerinde bulaşıcı bir etkiyle yayılan borç krizinin bir sonucudur. (Eroğlu, 2016, s. 60) Buradan yola çıkarsak, krizin en fazla etkilediği ülkelerin verilerini incelediğimizde şunları görmekteyiz:

Tablo 1:

AB’deki Bazı Ülkelerin Borçlarının Milli Gelir İçerisindeki Payı

Kaynak: Eurostat,

(http://ec.europa.eu/eurostat/tgm/table.do?tab=table&init=1&language=en&pcode=teina225&plugin=1) Erişim Tarihi: 22.10.2016

Tabloya göre açıkça anlaşılıyor ki, borç krizinin etkileri, -hâlâ- ciddi bir oranda hissedilmektedir. Karşılaştırma yapabilmek ve işsizlik ile ilgili bir çıkarımda bulunabilmek için, işsizliği yıllara göre gösteren başka bir tablo oluşturmamız gereklidir. Çünkü borç krizi Avrupa ekonomileri için güncel ve belki de en büyük krizdir, özellikle emek piyasasına olan etkilerini düşünecek olursak krizin yönetimi ile ilgili bilgilere de sahip olunması zorunlu hale gelmektedir.

Borç/GSYİH 2008 2009 2010 2011 2012 2013 2014 2015 Yunanistan %109.4 %126.6 %146.2 %172.1 %159.6 %177.4 %179.7 %177.4 İrlanda %42.4 %61.8 %86.8 %109.1 %119.5 %119.5 %105.2 %78.6 Belçika %92.5 %99.6 %99.7 %102.3 %104.1 %105.4 %106.5 %105.8 Portekiz %71.7 %83.6 %96.2 %111.4 %126.2 %129 %130.6 %129 AB 27 %61 %73.1 %78.5 %81.1 %83.8 %85.7 %86.7 %85

Tablo 2:

Avrupa Birliği’nde İşsizlik Verileri,

İşsizlik Oranı 2008 2009 2010 2011 2012 2013 2014 2015 Yunanistan %7.76 %9.62 %12.72 %17.87 %24.44 %27.47 %26.49 %24.9 İrlanda %6.4 %12.01 %13.85 %14.62 %14.67 %13.05 %11.26 %9.4 Belçika %6.97 %7.91 %8.29 %7.14 %7.54 %8.43 %8.52 %8.48 Portekiz %7.55 %9.43 %10.77 %12.68 %15.53 %16.18 %13.9 %12.4 AB 28 %6.96 %8.87 %9.52 %9.6 %10.42 %10.81 %10.21 %9.39

Kaynak: OECD, (https://data.oecd.org/unemp/unemployment-rate.htm) Erişim Tarihi: 22.10.2016.

Bu aşamadan itibaren görülebiliyor ki, tablolarda yer alan birçok ülkenin, borç ve işsizlik oranı verileri birbiri ile paralellik içerisindedir. Ancak şu kesindir ki, bu ilişki dahi bizler için kesin bir düşünce oluşturmak için yeterli değildir. Öyle ki, işsizliğin tamamen borç krizi ile ilgili olduğunu düşünmek oldukça cömert bir yorum olacaktır.

(Ancak şu düşünülebilir ki, işsizlikteki artışın önemli bir sebebi de borç krizidir.)

Artık, borç krizinin işsizlik üzerine etkilerini biraz daha net görmek amacı ile güncel krizin işsizlik etkilerini pratikteki sonuçları ile görebiliriz:

(i) GSYİH, çevre ülkelerde kesin düşüşler ile birlikte kriz öncesi seviyeden uzaktadır ve ikinci bir resesyon birçok ülkede olası görünmektedir.

(ii) İşsizlik oranı ciddi oranda artmış ve artmaya da yüksek seviyedeki bir süreklilik beklentisi ile devam etmektedir.

(iii) Kemer sıkma politikaları nedeniyle bütçe açığında bir azalma görülse de, konsolidasyonun etkileri nedeniyle toplam borcun GSYİH’ye oranı hâlâ artmaktadır. Bu durum borçları ertelemenin GSYİH üzerindeki daraltıcı etkileri ile temellendirilmektedir. (Marelli ve Signorelli, 2015, s. 21-22)

Örnek ülkelerin verilerinin arasında büyük farklılık ve bu verilerin değişim oranları birbirinden farklı olsa bile, reaksiyonların aynı yönde olduğu şeklinde yorum yapılabilir. Şunu söylemek mümkün ki, hükümetlerin problemleri azaltma amacını bu tablolarda 2014 sonrasına bakarak tahmin edebiliriz. Daha önce bahsi geçen ‘’her ne kadar son dönemlerde bir azalma trendi yakalasa da’’ ifadesi bununla ilgilidir. Ancak, bunlar her şeyi açıklamak için gerçekten yeterli midir? Muhtemelen hayır. Çünkü, ekonomi karmaşık bir bilimdir ve hiçbir şey, her şeyi açıklamak için tek başına yeterli

değildir. Bu nedenle, bu aşamadan itibaren, ülkelerin büyüme oranlarını de ele alacak ve onları karşılaştırıp yorumlarımızı zenginleştirmeye çalışacağız.

Tablo 3:

Bazı AB Ülkelerinin Reel Büyüme Oranları

Büyüme% 2008 2009 2010 2011 2012 2013 2014 2015

Yunanist. %-0.3 %-4.3 %-5.5 %-9.1 %-7.3 %-3.2 %1.4 %3.2

İrlanda %-4.4 %-4.6 %2 %0 %-1.1 %1.1 %8.5 %26.3 Belçika %0.7 %-2.3 %2.7 %1.8 %0.1 %-0.1 %1.7 %1.5 Portekiz %0.2 %-3 %1.9 %-1.8 %-4 %-1.1 %0.9 %1.6 AB 28 %0.8 %-4.4 %2.1 %1.7 %-0.5 %0.2 %1.6 %2.2

Kaynak:Eurostat,

(http://ec.europa.eu/eurostat/tgm/table.do?tab=table&init=1&language=en&pcode=tec00115&plugin=1) Erişim Tarihi: 22.10.2016.

(Not: Yunanistan’ın 2011-2015 verileri kesin olmamakla birlikte, Portekiz’in 2015 verisi tahminidir.)

Bu verilerden sonra, referans yıllar içerisinde, ülkelerin yaşamış oldukları dalgalanmaları daha iyi görebilmekteyiz. İşsizliğin bu anlamda borç krizi ve büyüme oranları verileri içerisinde değerlendirilmesi (ki büyüme oranları da bunu desteklemektedir) daha geniş bir yoruma sahip olabilmemizi sağlamıştır. Ancak büyüme oranlarındaki sapmalar, işsizlik ve borç oranlarına göre daha yüksektir. Bu anlamda, bu durum, henüz çalışmamızın en başında ortaya koyduğumuz ifadeyi destekler niteliktedir: ‘’Her ülke ekonomik anlamda oldukça farklı realitelere sahiptir ve bu da kriz döneminde büyük farklılıkların su yüzüne çıkmasına neden olmuştur.’’

Bu verilerden sonra, referans yıllar içerisinde, ülkelerin yaşamış oldukları dalgalanmaları daha iyi görebilmekteyiz. İşsizliğin bu anlamda borç krizi ve büyüme oranları verileri içerisinde değerlendirilmesi (ki büyüme oranları da bunu desteklemektedir) daha geniş bir yoruma sahip olabilmemizi sağlamıştır. Ancak büyüme oranlarındaki sapmalar, işsizlik ve borç oranlarına göre daha yüksektir. Bu anlamda, bu durum, henüz çalışmamızın en başında ortaya koyduğumuz ifadeyi destekler niteliktedir: ‘’Her ülke ekonomik anlamda oldukça farklı realitelere sahiptir ve bu da kriz döneminde büyük farklılıkların su yüzüne çıkmasına neden olmuştur.’’