• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM

2.8. Tek Dillilik

3.2.2. Ulusçuluğun Dil Üzerindeki Etkisi

Ulusçuluğun tarihi devinim süreçleri içerisinde Batı Avrupa’da doğal olarak ortaya çıkmasıyla bazı toplumsal ve siyasi hareketler birbirini takip etmiştir. Bu devinim süreçleri içerisinde önceleri ulusçuluk bir kültürel birlik, bir idari yapılanma olarak ele alınmış olsa da sonraları önemli ölçüde değişime uğramıştır.

Ortaçağ Avrupa’sının önemli bir özelliği, yazılı dilin belli bir zümrenin tekelinde olması ve o sınıfın dili olarak anılmasıdır. Ancak, ortaçağda böylesi bir durum, bir kaygı unsuru olarak görülmemiş; bilakis hâkimiyetin sembolü olmuştur. O dönemin dil açısından önemli bir

81 Yaman, E. (2013), “Türk Milletinin Geleceği: Türkçenin Geleceği.” Turkish Studies - International

özelliği de halkın dile bakışıdır. Halkın onu sadece bir iletişim aracı olarak görmesi ve ona herhangi bir siyasi anlam yüklememesidir.82

Birçok sosyal ve siyasal dönüşümün ayrılma noktası sayılabilecek olan on altıncı yüzyıla kadar, Avrupa’nın tamamına yakın coğrafyasında insanların aidiyetleri şu şekilde ortaya çıkmıştır: Bir tarafta kilise ve kilise mensuplarının kullandığı bir Latince vardı ki insanlar buna karşı dinsel bir sadakat içerisinde bulunmaktaydı. Diğer taraftan köy ve kasabalarda, sınırlı birçok dilin kullanıldığı feodal yapıya duyulan sadakat vardı. Böyle bir siyasi yapılanma içerisinde Batı monarşileri, bir taraftan kilisenin etkinliğini kırıp merkezi bir otorite sağlamaya çalışırken laikleşme eğilimine girmiş, diğer taraftan hükümranlıkları altındaki halkı bir birlik etrafında toplamak adına feodal güçlerle mücadeleye girmişlerdir. Bu birlikteliği sağlama çabasının ise gelecekteki ulus devletlere zemin hazırladığından söz edilebilir.83

Her ne kadar ulusçuluk tohumları on altıncı yüzyılın siyasi ve sosyal ortamında gelişmeye durmuş olsa da bu hazırlık safhasında kapitalizmin, gerek Latincenin baskının kırılması gerekse yerel dillere yapılan yatırımın artması noktasında önemli roller üstlendiği söylenebilir. Yerel dillerin öneminin artması ve kendilerine gelişecek bir zemin bulmaları, on sekizinci yüzyıldan sonra gelecek olan ulus devletlere önemli bir zemin hazırlamıştır. Şöyle ki kapitalist yayıncılık, öncelikle eserlerin basılıp satılmasını ön plana çıkardığı için satışı kolaylaştıracak önemli bir unsurun da eserleri satın alacak olan halkın anlayacağı dilde yazılması olduğunu fark etmişti. Bu bağlamda yerel dillerde birçok eser yazılıp piyasaya sürülmüş, temelde kendi amacı kâr etmek iken diğer taraftan yerel dillerin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Bu devrin diğer bir özelliği de Latinceden farklı olarak kullanılan yerel dillerin bir ulusçuluk dürtüsü ile değil, sadece idari işleri kolaylaştırmak amacıyla özendirildiği görülmüştür. Ayrıca bölgedeki yöresel dili veya dilleri devlet erkinin halka bir politika olarak diretmediği de diğer bir gerçekliktir.84

Burada değinilmesi gereken başka bir mesele ise 1789 Fransız devrimine gelindiğinde, bir ulus inşa etme düşüncesinin sadece devrimin kendisine has olduğunu ifade etmek eksik olacaktır. Çünkü Fransız ulusu, bu devletin ortaya çıkmasında ne kadar etkin ise öncesindeki

82 Hobsbawm, E. (2000). 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik, çev. Osman Akınhay, Ayrıntı

Yayınları, İstanbul, s. 66–67.

83 Sadoğlu 2002, s. 11 84 Anderson, 2009, s. 52-57

monarşide de bir o kadar etkindir.85 Bunun sebebi, yukarıda da değinildiği gibi her ne kadar

ulusçuluk dürtüsü ile yapılmasa bile, ulusçuluğa giden yolun monarşi tarafından açılmasıdır denilebilir. Bu bağlamda on beşinci yüzyıldan itibaren monarşilerin uyguladığı türdeşleştirme politikaları ve merkezileşme eğilimleri, ulus devletlerin bir nevi zemin hazırlayıcısı olduğunu ifade etmek gerekir.86

Gelişen bu süreçler içerisinde merkezi otoriteyi güçlendirmek isteyen krallıklar bir taraftan dinin etkisini kırarken diğer taraftan feodal beyliklerin nüfuzlarını kırmaya başlamışlardı. Dinin etkisinin kırılmasının önemli bir neticesi ise, Latincenin de etkisinin eş zamanlı olarak kırılması anlamına gelmekteydi. Hem dinin etkisinin kırılmasının tesiriyle hem de kralların yerel dilleri idarede kullanma isteklerinin etkisiyle bir taraftan Latince gerilerken diğer taraftan bölgesel diller önem kazanmaya başlamıştı. Görüldüğü üzere her ne kadar ulusçuluk tesiriyle olmayıp birtakım idari sebeplere dayalı olarak yerel dillerin geliştiği görülmekte ise de, ulusçuluk çağına gelindiğinde önemli bir argüman olarak, ulusçuluğu canlı tutarak halkı bir arada tutmayı sağlayacak bir faktör olarak bölgesel dillerin de geliştiği görülmektedir.

Kendi beklentilerini gerçekleştirmek isteyen burjuva sınıfı, 14 Temmuz 1789 tarihinde ayaklanmış ve devrime önayak olmuştur. Bunun yanında Fransa’da bir kurucu meclis oluşturulmuş, yurttaş hakları bildirisi yayınlanmış ve insanların yasalar karşısında eşit ve özgür oldukları ifade edilmiş, özel mülkiyetin dokunulmazlığı vergi toplamada adaletli bir düzenin konulması gerektiği vurgulanmıştır.87

Fransız ihtilali ile beraber ortaya çıkan ulusçuluk türünde asıl amaç, eşit yurttaşlar oluşturmak, herkesi ortak değerler etrafında birleştirmek ve bu değerler etrafında yaşatmak amacı ön plana çıkmıştır. Özellikle, eski çağlardan beri toplumları farklı katmanlara bölen, bu katmanlar arasında bulunan farklı insanlara farklı hakları doğal gören anlayışlar ve bu anlayışların getirdiği adaletsizlikler; uzun yıllar içerisinde birikmiştir. Fransız ihtilali ile beraber bir adalet arayışı, insanlar arasında eşitliğin gözetilmesi gerektiği anlayışına vurgu yapan bir gerçeklik olarak ulusçuluk ortaya çıkmıştır.

85 Poggi, G. (1991). Modern Devletin Gelişimi, Simav Yayınları. İstanbul, s.100 86 Smith, 1999, s. 158

87 Cucunel, H. (2004). Türk Dil Devriminin Ulus Devlet Olma Sürecine Katkısı. Ankara Üniversitesi Sosyal

Bunun yanında şu noktanın da altını çizmek gerekmektedir: Ulusçuluğun bir ideoloji olarak parlamaya başladığı bu dönemlerde birçok Avrupa ülkesi kendi içinde bir tek dili konuşuyor durumda değildi. Şöyle ki bu ülkeler içerisinde çok farklı diller çok farklı topluluklar içerisinde konuşulmaktaydı. Fransız ihtilalinin gerçekleştiği dönemde, Fransa içerisindeki halkın yarısı Fransızca konuşmamaktaydı. İtalya, siyasi birliğini gerçekleştirdiği tarihte ülke içerisinde bulunan insanların yüzde 2’si İtalyanca konuşabilmekteydi. Diğer taraftan yine Avrupa içerisinde çok geç bir tarihte birliğini gerçekleştiren Almanya’nın, bu birliği gerçekleştirdiği tarih itibariyle içindeki nüfusun sadece yüzde 17’si Almanca konuşabilmekteydi. Almanya içerisinde farklı dilleri konuşan toplulukların asimile edilmeye çalışıldığı görülmektedir.88

Avrupa’da, o dönemde önemli bir eğilim olan laikleşme ve dini olabildiğince toplumsal hayatın dışına çıkarma isteği; modernleşme ideolojisinin de olmazsa olmazı konumunda idi. Bu şartlarda üretilmek istenen şehirli yurttaş formatı, bir anlamda hem ekonomik ihtiyaçları karşılayacak hem de ideolojik olarak modernizmin öngördüğü laik bir kişilik olacaktı. Eski zamanlarda cemaatler halinde yaşayan insanların ortak değeri dil unsuru iken, bundan sonra ulusçuluk ideolojisi, adeta insanları bir arada tutmanın çimentosu olarak görülmüş ve bu kavrama olabildiğince destek verilmeye çalışılmıştır. Görüldüğü üzere Batı tarihinde aydınlanma ile başlamış olan toplumsal hareketler ve laikleşme eğilimi, bunun yanında devlete yeni roller biçme ve özgürlüklerin önünü açma anlayışları, ekonomik devrimler ile birleşince; çakışma noktasında ulusçuluk adeta dinin yerine ikame edilmiş ve laik toplumun gerekleri ölçüsünde dizayn edici bir güç olarak kullanılmıştır.89

Bahse konu ulusçuluk türü, Batı Avrupa şartlarında ortaya çıkmış ve o şartlar ölçüsünde gelişmiştir. Bunun yanında her toplumun kendine özgü algıları çerçevesinde başka kültürlerden aldığı ulusçuluğu yoğurarak geliştirdiği farklı ulusçuluk türleri muhakkak vardır. Ancak Batı Avrupa’da gelişen bu ulusçuluk türü, modernizmin gelişim süreci sonrasında ortaya çıkmış ve laik bir karaktere bürünmüştür. Bu durum ise Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra, yönetici elitlerin anlayışlarını önemli ölçüde etkilemiş

88 Kasımoğlu, A. (2012). “Milliyetçilik Ve Dil: Dil Milliyetçiliğinin Başarı Ve Başarısızlıkları.” Yalova

Sosyal Bilimler Dergisi. Sayı 5, s. 165-166

89 Aksakal, H. (2011). “Ernest Gellner’in Ulusçuluk Kuramı Üzerine Bazı Dikkatler.” Yalova Sosyal

ve Türkiye’ye entegre etmek istedikleri laik ulusçuluk anlayışını Batı Avrupa tarzındaki Fransız ulusçuluğundan almışlardır.

Ortak bir ulus ortaya çıkarma çabası olan ulusçulukta kullanılmış olan en etkili faktörün eğitim olduğu söylenebilir. Çünkü, bu vesile ile bütün vatandaşlara küçük yaşlardan itibaren ulaşmak ve onları belli idealler çerçevesinde yetiştirmek mümkün olabilmiştir. Bu eğitim faaliyetleri içerisinde, ortak bir coğrafi alan ve ortak bir ulusal tarihin ulusçuluk açısından yapıcı etkisi yadsınamaz bir durumdur. Bunun yanında eğitim yoluyla bir vatandaş oluşturulmaya çalışıldığı için genellikle örgün eğitim, uluslar içerisinde mecburi tutulmuştur. Böylece hem devlete bağlı birer yurttaş yetiştirilecek hem de eski monarşik düzenlere olan bağlar da zayıflatılacaktır.

Batı toplumlarının geleneksel yapısı içerisinde eğitim, kilisenin denetimi altında bulunmakta ve adeta kiliseye mahsus bir alan olarak görülmekteydi. Ancak sonrasında ulus devletler, eğitimin gücünü fark etmişler, bu konuyu kendi tekellerine almak istemişler ve kilise ile bu hususta da bir çatışma içerisine girmişlerdir. Burada devletin amacı, ulusal birliği ve bütünleşmeyi sağlamaya çalışmak ve halkı modernizmin gereklerine uygun olarak eğitmek olmuştur.

Kilise, eğitimi; dini gerekçelerin içerisinde ele alıyor ve siyasi birimlerin bahsi geçen amaçlara ulaşmasına engel teşkil ediyordu. Bunun farklı yansımaları görülmüştür. Şöyle ki İngiltere’de kilisenin isteklerine karşı, eğitimde kendisine yer verilmiş ve örgün eğitim içerisinde kilisenin bir şekilde yer bulması sağlanmıştır. Bir yönüyle İngiltere, konformist bir anlayış benimsemiştir denilebilir. Ancak Fransa’da durum bu şekilde gerçekleşmemiştir. Orada ise eğitim tamamıyla laikleştirilmiş ve kilise eğitim sürecinin tamamen dışına itilmiştir. Bu alanda kilise ile içine girilen çatışma, sadece eğitimle ilgili değil, aynı zamanda eğitimde kullanılacak dil ile de ilgiliydi. Çünkü, kilise sadece Latincenin kullanılmasına taraftar çıkmış, ulusal dilleri eğitim süreci içerisinde reddetme eğiliminde olmuştur. Ancak, siyasi birimler, oluşturmak istedikleri vatandaş profili için ortak duygu ve düşünce etrafında toplanan yurttaş anlayışı için ortak bir ulusal dilin vazgeçilmez bir unsur olduğu kanaatinde olmuşlardır.

Ulusçuluk fikrinin dil üzerindeki etkisinin tam olarak burada başladığı söylenebilir. Tanımlanmış siyasi bir birim olan, belirli bir coğrafyada yaşayan insanların ortak değerler etrafında toplanmasını ve bir siyasi birlik oluşturmasını öngören ulusçuluk anlayışı, modern

ve laik bir insan tipini benimsemiştir. Bu amaca ulaşma noktasında yardımcı olacak birçok unsur da belirlenmiştir. Bu unsurların en önemlilerinden bir tanesi de ortak ulusal bir dil idi. Bu amaçlarını gerçekleştirmek isteyen siyasi birimler, ulusal diller üzerinde ısrarla durmuş ve ideal bir yurttaş yetiştirmenin önemli bir aracı olarak gördükleri eğitimin, ulusal dil aracılığıyla verileceğine inanmışlardır.90

Ulusçuluğun önemli ölçüde tesir ettiği dil, ulusçuluğun farklı faktörlerin etkisiyle tesir ettiği ülkelerde, yine aynı şekilde birleştirici unsur olarak kullanılmıştır. Örneğin ulusçuluğun doğal bir süreç olarak gelişip yerleştiği İngiltere’ye göre, bunu bir siyasi bütünleşme aracı olarak kullanan Almanya ve İtalya’da; dil konusu üzerinde daha ulusçu anlayışların ortaya çıktığı görülmüştür. Siyasi birliğini de çok geç sağlamış olan bu iki devlette, liberal orta sınıflar; dil konusuna çok büyük önem atfetmişler ve milli birliğin oluşturulmasında temel bir faktör olarak ele almışlardır.

Ulusçuluğun sivil ve etnik modellerini oluşturan farklı toplumlar, dil kavramına da farklı şekilde yaklaşmışlardır. Sivil ulusçuluk türünde ortak tarihe, siyasal ve yasal eşitliğe önem veren ortak bir vatandaşlık anlayışı hâkimken, etnik ulusçulukta ise ortak bir soya vurgu yapılmaktadır. Sivil modele örnek verilebilecek olan Amerika Birleşik Devletleri gibi çok farklı etnik grupları içinde barındıran devletler olduğu gibi, etnik modele de Almanya gibi devletler örnek verilebilir. Bu ikisinin çok önemli farkı şudur: Birincisi farklı dilleri zenginlik olarak algılayıp hepsine birden yaşam hakkı sunarken, diğeri ise mümkün olduğu kadar tek bir dil etrafında birleştirmek ve halkı homojenleştirme kaygısı gütmüştür.91

Milletler, içinde bulundukları coğrafî ve tarihi şartlar içerisinde kendine özgü bir kültür oluşturmalarının yanında, bu ortak kültürün önemli bir ürünü olan dil kavramını da yine bu kültür çerçevesinde şekillendirmektedirler. Sonuçta her millete has bir kültür ve dil yapısı ortaya çıkmaktadır. Özellikle dildeki farklılık, sadece yapısal olarak ele alınmamalıdır. Onu kültürlerin oluşum sürecinde, milletlerin ortak duygularını ve düşüncelerini kendilerine özgü bir şekilde ifade eden durum olarak da ele almak gerekir. Şöyle ki bir dilin oluşumunda adeta canlı süreçler olarak varlığını devam ettiren ve herkesin birbiriyle ortaklaştığı deyimsel kullanımlar, bu duruma örnek verilebilir. Çünkü, bu dil öğeleri bir yönüyle ortak bir mecaz anlayışının ve ortak bir tarihin varlığına da işaret etmektedir. Bunun yanında kültür

90 Sadoğlu, 2002, s. 20-24 91 Kasımoğlu, 2012, s. 166

içerisinde şekillenen dilin çok daha farklı yansımalarından söz etmek de mümkündür. Örneğin ulusların dünya görüşleri hakkında da ortaklaşa kullandıkları dilleri bir fikir verebilmektedir.92

Dilin ulus kültürünün oluşmasında en önemli kanıtını şu şekilde ortaya koyanlar olmuştur: Dil, nihayetinde tek bir insanın icadı olarak ortaya çıkmış bir kavram değildir ve insanlar kendilerinden bağımsız olarak doğduklarında çevrelerinde böyle bir kavramla karşı karşıya kalmaktadır. Oluşum sürecinde ise dil nesillerden nesillere aktarılarak gelmiş ve her nesil kendince ona bir şeyler katmıştır. Böylece dil konusunda, toplumun tarihinden gelen bir süreklilik ortaya çıkmaktadır. Bu süreklilik ise bu dili konuşan insanların kimliklerini oluşturmada ve onları ortak bir milliyet etrafında toplamada en önemli etkenlerden biridir. Böylece diğer bireylerden bağımsız olarak bütün bir ulusun ortak paydasına işaret etmektedir ki bu da ortak kimliğin oluşturulmasında yeterince ikna edici bir kanıt olarak sunulabilecek bir araçtır.93

İnsanın olduğu hiçbir yerde durağanlığın olmadığı tabii gerçeğini göz önünde bulundurarak devam eden sürece bakıldığında, ulusçuluğun; dili bu şekilde ele almasıyla dil probleminin kendi içinde çözüme kavuştuğunu söylemek de pek mümkün görünmemektedir. Çünkü her ne kadar ortak bir tarih, ortak bir coğrafya ve ortak bir kültür vurguları ile beraber, ortak bir dil ön plana çıkarılmaya çalışılsa da bütün devletler; kendi içlerinde farklı dilleri konuşan ve farklı etnik kökenden gelen insan topluluklarını barındıra gelmişlerdir. Bu toplulukları ortak bir ulusal dil etrafında toplamaya çalışırken kendi etnik dillerini de unutturmaya çalışmak, bir yönüyle devletlerin bir siyaseti haline gelmiştir. Bunun neticesinde, kendilerine dayatılmaya çalışılan ulusal dil ve ulusal kültür karşısında, hâkim zihniyeti bir yönüyle “öteki” görerek; kendi etnik kimliğine ve “biz” kavramına sığınanlar da olagelmiştir. Bunun sonucu olarak da birleştirici bir unsur olarak ortaya atılmış olan milliyetçilik kavramı ve onu destekleyen kültür ve dil kavramları, bir ikilem ortaya çıkararak ayrıştırıcı bir unsur olarak da bazı toplumlarda işlev görmüştür.94

Görüldüğü üzere her ne kadar ulusçuluk, dil üzerindeki etkilerini kendince belirlediği olumlu amaçlar ölçüsünde icra etmeye çalışsa da, diğer taraftan benzer ikilemleri de birer

92 Guibernau, M. (1997). Milliyetçilikler. Çeviren: Neşe Nur Domaniç. Sarmal Yayınları. İstanbul. s. 120 93 Rocker, R. (1998). Nationalism and Culture. Black Rose Books. New York. p. 276

problem olarak ortaya sermiştir. Böylece ulusçuluğun, farklı coğrafî ve tarihî koşullar içerisinde, dil üzerinde çok farklı tesirleri icra ettiği söylenebilir.