• Sonuç bulunamadı

Adnan Menderes Döneminde Dil Politikaları

1. BÖLÜM

5.3. Adnan Menderes Döneminde Dil Politikaları

1946 yılında yapılan seçimlerle beraber her ne kadar Türkiye, çok partili hayata geçmiş olsa da, CHP'nin iktidarı bir dönem daha sürmüştür. Ancak bu dönemdeki iktidar anlayışları, diğer dönemlere göre çok farklılık arz etmektedir. Bu dönemde birçok politikada yumuşamaya gidilmiş ve muhalifler seslerini daha da artırır hale gelmişlerdir. Hatta öylesi bir durum ortaya çıkmıştır ki birçok alanda olduğu gibi dil kurultaylarında da muhalif seslere söz verilmeye başlanmış ve böylece başka düşünceler de politik hayatı yönlendirir hale gelmiştir. İşte böyle değişimlerin yaşandığı dönem sonunda, muhalefet eden insanlar iktidara gelmişler ve CHP döneminden kalan birçok politikayı değiştirerek farklı yönde birçok açılımın öncüsü olmuşlardır.

Menderes döneminin dil ile ilgili ilk icraatları, Türk Dil Kurumu ile ilgili olmuştur. Önceki dönemde, İsmet İnönü'nün vesayeti altına alınmış olan bu kurum, öncelikle bu imtiyazlarından uzaklaştırılmıştır. Türk Dil Kurumunun tüzüğü değiştirilmiş ve bütçeden ayrılan ödenek kesilmiştir. Buna gerekçe olarak ise kurumun ilmi hüviyetini kaybettiği ve siyasi maksatlara alet olduğu gösterilmiştir. Ayrıca bu tüzük değişikliği ile beraber Milli Eğitim Bakanının, kurumun doğal başkanı olması durumu kaldırılmış ve adeta bu kurum sahipsiz bırakılmıştır. Bu durumun ayrıca şöyle bir anlamı vardı ki bundan sonra Türk Dil Kurumunun önereceği kelimeler milli eğitim kitaplarında yer almayacaktır.264

Bu dönemin dil konusundaki en önemli icraatlarından biri de bir önceki dönemde sadeleştirilmiş olan anayasa dilinin tekrar eski haline getirilmesi olmuştur. 1952 yılı

263 Gönülal, 2012, s. 99 264 Gönülal, 2012, s. 102

başlarında Fuat Köprülü'nün meclise sunduğu önerge ile anayasadaki birçok kelime değişikliğe uğramış, verilen taslakta şu şekilde değişiklikler önerilmiştir:

“Belirir” yerine “tecelli eder”; “toplanır” yerine “temerküz eder”; “kendi” yerine “bizzat”; “eliyle” yerine “marifetiyle”; “kurulur” yerine “teşekkül eder”; “katılmak” yerine “iltihak etmek”; “olduğu gibi” yerine “aynen”; “yanında” yerine “nezdinde”; “belli” yerine “muayyen”; “güven” yerine “itimat”; “tek başına” yerine “münferit”; “açık” yerine “aleni”; “keyfi” yerine “kat'i”; “yetki” yerine “salahiyet”; “ödenek” yerine “tahsisat”; “sanık” yerine “maznun” kelimeleri konmuştur.

Ayrıca o zaman bazı milletvekilleri Teşkilat-ı Esasiye kanununun tekrar yürürlüğe girmesi için öneride bulunmuşlardır.265

Yedinci Türk Dil Kurultayı, 18 Temmuz 1954 tarihinde Ankara’da Dil Tarih Ve Coğrafya Fakültesi konferans salonunda toplanmış ve çalışmalar 5 gün sürmüştür. Bu kurultaydan sonra derleme tarama çalışmaları yine devam etmiş ve Türk Dil Kurumu'na gönderilen fişlerin sayısı 275 bine ulaşmıştır. Yine bu dönemde, ortaöğretim kitaplarındaki terimler gözden geçirilmiş ve birtakım düzenlemeler yapılmıştır. 1955 yılında ikinci baskısı tükenmiş olan Türkçe Sözlük’ün, üçüncü baskısı için çalışmalara başlanmıştır. Bunun yanında Etimoloji Sözlüğü için de çalışmalar sürdürülmüştür. “Yakın Anlamlı Kelimeler Sözlüğü” Milli Eğitim Bakanlığınca yardımcı kitaplar arasına alınmıştır. Türk Dil Kurumu, imla sorunu üzerinde durmuş ve 1956 yılında İmla Kılavuzu’nun dördüncü baskısı yapılmıştır. Kurumun bütçesine, o yıl içinde yazılan bilim ve sanat eserlerini ödüllendirmek amaçlı para ödülü konulmuştur.266

Adnan Menderes’in 1960 yılında başlayıp 11 ay süren Yassıada mahkemeleri süresince yapmış olduğu savunmaların dökümüne bakıldığında aşağıdaki dili kullandığı görülmektedir:

…Ben zannettim ki Yunan başvekiline taziyeyi mutazammın bir mektup yazmışım, imzam ile sefirimize tevdi etmişim veya da Atina’daki sefirimize [başkası araya girerek: başbakanlık da bulunan bir yazı bu] Reis Bey Efendi Hazretleri bu tamamen akıl ve mantığın haricinde bir şey… …Müsaade buyurursanız arz edeyim, bu bir defa başsavcı beyefendinin ifadeleri. Tertibin vukuunun muhakkak olduğu esasına istinad ederek irad edilmiş ve tevcih edilmiş bir sual oluyor. Hâlbuki biz böyle bir tertibin mevcut olmadığını iddia etmekteyiz ve böyle bir tertip hakikaten ve fiilen mevcut değildir. Türk hükümetinin Kıbrıs davasında tuttuğu istikamet sükun ve vekar içinde Yunanlıların büyük gürültü yapmalarına mukabil sükun ve vekar içinde vaziyeti idare

265 Levend, 1972, s. 465 266 Levend, 1972, s. 471-472

etmek olmuştur. Mitinglere gelince " ya Kıbrıs ya ölüm" vesaire şeklindeki mitinglere gelince bunlara müsaade etmenin zamanı ve sırası geldiği içün yapılmıştır…

…Yani şöyle, hasta yatıyordum, meseleyi ehemmiyetli telakki ettim ve gitmek istedim, onu anlatıyorum. Eğer gidebilmiş olsaydım mahallinde tedbiri alırdım... Derhal gitmek, teyyare ile gitmeyi düşünüyorum…267

Buradaki dile bakıldığında, birçok eski kelimeleri içerdiği görülmektedir. Hatta Menderes’in konuşmasının irticali yapılmış olması dikkate alınırsa, herhangi bir zorlamaya tabi tutulmadan doğal olarak böyle bir konuşma yaptığı görülmektedir. Buradan da şunu çıkarmak mümkündür ki o gün için bazı zümrelerce eski dil hala doğal haliyle kullanılmaktadır. Eski Türkçe ile konuşmaların devam ettiği, dikkatlerden kaçmamaktadır. Bunun yanında “tayyare” ve “vakar” gibi kelimeleri bile “teyyare” ve “vekar” şeklinde kullanması, kullanılan dilin ne kadar doğal olduğunun bir göstergesidir. Bir yönüyle bu, o gün için dil devriminden arzulanan neticelerin ortaya çıkması için erken bir zaman olduğu kanaati de verebilir. Nitekim sonrasında devrimcilerin istediği ölçülere yakın değişimler de olmuştur.

Sonuç itibariyle önceki dönemde girişilmiş birçok devrim gibi, dil devrimleri de bu dönemde hızını kesmiş ve siyasi iktidar, takdir haklarını genellikle sadeleşmeci düşüncede olanların hilafına kullanmıştır. Şu noktayı da özellikle belirtmek gerekir ki diğer birçok kültür devriminde olduğu gibi burada da ideolojik bir çatışma bulunmaktadır ve bir önceki dönemin uygulamaları bu dönemde ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Hatta 1960 darbesinden sonra başa gelen yönetim de aynı kavgaya bir noktada dâhil olmuş ve Menderes döneminde ortaya çıkan neticeleri tersine çevirmeye gayret etmiştir.

Dilde sadeleşme meselesinin her şeyden önce bir ideolojik kavga olduğuna başka birçok delil getirilebilir. Bunların başında da her iki taraftakilerin karşılıklı olarak birbirini suçlamaları ve birinin diğeri için kışkırtıcı bir dil kullanması, örnek verilebilir.

Örneğin Levend’in (1972) şu cümleleri kayda değerdir:

1950-1960 yılları Türk Dil Kurumu için çetin bir sınav evresi olmuştur. Bu 10 yıllık süre içinde iş başında bulunan DP hükümeti, 1951'de BMM'nde Milli Eğitim bütçesi görüşülürken " Dil Kurumunun ilmi hüviyetini kaybettiği siyasal maksatlara alet olduğu ve faaliyeti, dili berbat etmekten ibaret olduğu gerekçesiyle Dil Kurumu'na her yıl devlet bütçesinden yapılmakta olan yardım kesilmiş, 1952 de, önce anayasanın dili değiştirilmek istenmiş, bunun pek kolay olmadığı anlaşılınca, eski Teşkilatı Esasiye kanunu yeniden yürürlüğe konularak gerilere dönülmüş, dil

267 Youtube, Adnan Menderes'in sesinden Yassıada savunması, Erişim Tarihi: 15 Nisan 2015,

devrimine karşı olanlarca devrimi baltalama çabasına girişilmiş, dil kurumunun çalışmaları kösteklenmiş, kurumda çalışanlar türlü saldırılara uğramıştır.268

Burada özellikle karşı tarafı itham edici bazı sözlere dikkat çekmek gerekmektedir: “gerilere dönülmüş”, devrimi baltalama çabası”, “kösteklenmiş”, “saldırılara uğramıştır”. Böylesi kışkırtıcı cümleler aslında ortadaki meselenin sadece teknik olarak bir sadeleşme hareketi olmadığını göstermesi açısından manidardır.

Bunun yanında sadeleşme politikalarının karşısında duran Cemil Meriç, eski lisanın korunması gerektiğini çok epik bir dille kaleme almıştır:

Dil, îmânın son kalesi, îmânın ve haysiyetin. Bu kavgayı kaybettik mi, yokuz. Dilimizdeki mücerred kelimelerin çoğu Arapçadan geliyor. Arapça asırlarca tefekkür dilimiz olmuş. Batıdaki Latince gibi. Üstelik mukaddes kitabımızın da dili. (…) Bugün her Arapça kelime yerine Türkçe bir kelime koymak isteyenler düşünmüyorlar mı ki bizim için din, mezhep, îmân, namus, hamiyet, gayret, ismet gibi sıfatların cümlesinden vazgeçmedikçe mümkün olamaz bu. Çünkü bu sıfatların yerine konacak kelimeler o göklere çıkardıkları ‘eski’ Türkçede yok.269

Burada ise mesele tersten ele alınmakta ve karşı taraf büyük ölçüde itham edilmektedir. Hatta yukarıda da alıntılandığı gibi Cemil Meriç, kamusu bir milletin namusu olarak saymakta ve kamusa uzanan elin aslında namusa uzandığını iddia etmektedir.

5.4. 1960-1980 Döneminde Dil Politikaları

27 Mayıs 1960 tarihinde yapılan darbe ile beraber menderes hükümeti indirilmiş ve yerine yeni bir askeri yönetim gelmiştir. Menderes döneminin, kendinden önceki dönemin birçok icraatlarını ters yüz etmesi gibi, bu dönemde askeri idare de Menderes dönemindeki birçok politikadan vazgeçmiş ve eski devrimlerin yeniden yolunu açmaya çalışmıştır. Bunun en bariz örneklerinden biri ise yine dil üzerinde yapılan tasarrufta görülmüştür. Bir önceki dönemde Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi şeklinde isimlendirilmiş makamı tekrardan Genelkurmay Başkanı olarak değiştirmiştir. Yine bir önceki dönemde kullanılmaya başlamış olan “vekâlet, nâfia, ziraat, şahit, maznun, alaka, tamim, vaziyet” gibi kelimeler tekrar yenileri ile değiştirilmiş ve bu kelimelerin yerine yenileri kullanılmaya başlanmıştır. Bunun yanında " Sayıştay, Yargıtay, Danıştay" gibi kelimeler tekrardan yürürlüğe girmiştir. Yeni yapılan anayasada ayırım, birleşim, denetim, direnme, egemenlik, eylem, onama, oran, yargı, yasama,

268 Levend, 1972, s. 486

yetki, gibi kelimeler kullanılmaya başlanmış ve anayasanın içeriği önemli ölçüde sadeleştirilmiştir.270

Aslında bu mesele artık öylesine politize olmuş bir hale gelmiştir ki devrimden 2 ay sonra Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi konferans salonunda Dokuzuncu Dil Kurultayı toplanmıştır ve bu toplantının sonunda seçilen üyelere bakıldığında eski dönemlerde dilde sadeleşmeye karşı çıkan Peyami Safa gibi birçok şahsiyetin listelerden çıkarıldığı görülmüştür.271

Bu dönemde yine birçok meselede olduğu gibi dil meselesinde de ilerici-gerici tartışmaları baş göstermiş, Türk Dil Kurumu dahi sonradan yayımladığı bazı eserlerde bu tartışmada tarafını belirlemiştir.272

1965 yılında, Süleyman Demirel'in Adalet Partisi başa gelmiş, bundan sonra Türk Dil Kurumu tekrardan gündem haline gelmeye başlamıştır. Bu kurumun dile müdahale ettiği ve birtakım uydurma kelimelerle dilin şeklini bozduğu iddiaları dile getirilmeye başlanmıştır. Türk Dilini Araştırma Enstitüsü'nün 1966 yılından başlayarak 5 cilt halinde çıkardığı " Türk Dili İçin" adlı kitapta Türk Dil Kurumu'na yönelik eleştiriler sıralanmaktadır. Bu çalışmaların içerisinde yer alan, içlerinde Falih Rıfkı Atay'ın da bulunduğu bazı yazarlar, aşırıcılığa ve tasfiyeciliğe karşı çıkmaktaydılar. Ancak bazılarına göre ise “aşırıcılık” ve “tasfiyecilik” sözleri, devrim karşıtlığına bir kılıf olarak kullanılan ifadelerdi.273

Dilde sadeleşme meselesi, özü itibariyle ideolojik bir konu olarak varlığını devam ettirmiş olsa da bu durum herkes için geçerli değildir. Bazen dilde sadeleşmeye taraftar olanların bazen ise karşı olanların bir takım teknik değerlendirmeler sonucunda dil politikasını belirledikleri görülmektedir. Örneğin, dilde aşırı sadeleşmeciliğe karşı çıkanlardan birinin Falih Rıfkı Atay olduğu görülmektedir. Atatürk'ün yanında yetişmiş ve onun devrimlerine şahit olmuş birinin böyle bir tavır takınması, üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur. Çünkü, yine yukarıda izahı geçtiği üzere Falih Rıfkı Atay'ın kedisi, Atatürk'ün bu tasfiyecilik hareketinden bizzat kendisinin vazgeçtiğini ve bunun doğru olmadığını kabul ettiğini, sonrasında kendisinin de eski kelimeleri kullandığını belirtmiştir. Falih Rıfkı Atay, kendi

270 Aksan, D. (2007). Türkçenin Bağımsızlık Savaşımı Son 75 Yılda Türkiye Türkçesi, Bilgi Yayınevi,

Ankara, s. 96

271 Levend, 1972, s. 489 272 Gönülal, 2012, s. 119 273 Gönülal, 2012, s. 127

eserinde bu meseleye temas ederken kendi fikirlerini de ortaya koymuş ve sadeleşmenin çok da doğru olmadığını söylemiştir.274

Ancak bu dönemin üzerinde durulması gereken önemli bir yönü ise bugün itibariyle günlük Türkçede kullanılan bir kelimenin fazlaca yadırganması ve bugün uydurulmuş kelimelere farklı şekillerde tepkilerin gelmiş olmasıdır. Örneğin o gün için çokça eleştirilen “ayrıcalık, algı, bağıl, bağnaz, betimlemek, olanak, olasılık, özveri, yadsımak” gibi kelimelerin bugün günlük Türkçenin sıradan kelimeleri olduğu görülmektedir.275

O dönemin Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde de aynı tartışmaların devam ettiği görülmektedir. Örneğin "içtihat" kelimesi ile ona karşılık olarak bugün için Türkçeye yerleştirilmeye çalışılan "inan" kelimelerinin hangisinin doğru olduğu uzun uzun tartışılmıştır. Bunun yanında "tevhid" ve "birleştirme" kelimeleri tartışıldığı gibi "tesis etmek" kelimesi de ayrıca tartışılmış ve bu kelimenin sonraki nesiller tarafından kullanılmayacağı iddia edilmiştir.276

1960’lı yıllarda, radyo programlarında bu mesele çok fazlaca ele alınmış ve bazıları sadeleşme taraftarı olurken, bazıları bu duruma şiddetle karşı çıkmıştır. Tartışmalar içerisinde Türk Dil Kurumunun aşırı tasfiyeciliğinden yakınanlar olduğu gibi, aşırı tasfiyeciliği kabul edip bunun yakınılacak bir şey olmadığını, devrim ruhunun bunu gerektirdiğini ifade edenler de olmuştur. Yine aynı programlarda "merkez, sanat, resmî, asıl, haber, medenî, hak, imza, karar, mal, hayat, saat, hesap, madde, cevap, harç, temsil, vekil, fıkra, ceza, hazır, mahkeme, vasiyet, devlet, kabul, defter, ambar, coğrafya, teknik, rapor, komisyon" gibi kelimelerin yabancı dillerden girmiş kelimeler olduğunu ve Türkçeden atılması gerektiğini ifade edenler olmuştur.277

Hâlbuki bu kelimelere bakıldığında, bunların hiçbirinin bugün için Türkçeden atılmadığı gerçeği ortaya çıkmaktadır. Bu da bazılarının savunduğu gibi bazı kelimelerin halka mal olmuşluğunun, önemli bir ayırt edici özellik olduğunu ortaya koymaktadır. Bu kelimeler, halk dilinde eskiden beri kullanıldıkları için sadeleşmeci hareketlere rağmen varlıklarını

274 Atay, 1999, s. 462

275 Timurtaş, F. K. (1996). Diller ve Türkçemiz, Alfa Yayınları, İstanbul, s. 65

276 Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Birleşim: 135, Cilt: 8, 24.10.1962, 1. Oturum, s. 252 277 Gönülal, 2012, s. 133

sürdürebilmişlerdir. Bunun yanında yukarıda bahsi geçen ve o gün için Türkçeye yerleşmiş olan bazı kelimeler de halk tarafından benimsendiği için kullanılmaya devam edilmiştir.

Aşağıdaki tablo bunu açıklayıcı niteliktedir.

Tablo 3: Öz Türkçe karşılıkları ile birlikte kullanımı devam eden bazı kelimeler.

Ayrıcalık İmtiyaz

Algı İdrak

Bağıl İzafi

Bağnaz Mutaassıp

Betimlemek Tasvir etmek

Olanak İmkân

Olasılık İhtimal

Özveri Fedakârlık

Yadsımak İnkâr etmek

Görüldüğü üzere her iki sütundaki kelimeler de Türkçede kullanılan kelimelerdir. 1960’larda yadırganan öz Türkçe karşılıkları bugün kabullenilmiş bir şekilde kullanılırken, yerlerine getirilmek istenen diğer kelimeler de yok olmamıştır ve en az diğerleri kadar sıklıkla kullanılmaktadır. Örneğin “özveri” kelimesinin, Hürriyet gazetesinde kullanılma sayısı yıllara göre şöyledir:278

Tablo 4: “özveri” kelimesinin günlük bir gazetede kullanım sıklığı

YILLAR HÜRRİYET 2015 41 2014 88 2013 126 2012 135 2011 129 2010 122 2009 130

Aynı şekilde eş anlamlısı olan ve Osmanlı Türkçesinden bugüne kalan fedakârlık kelimesinin kullanım sıklığına bakıldığında şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır:279

278 Hürriyet Gazetesi, Arşiv, Erişim Tarihi: 20 Nisan 2015, http://www.hurriyet.com.tr/index/ozveri, 279 Hürriyet Gazetesi, Arşiv, Erişim Tarihi:20 Nisan 2015, http://www.hurriyet.com.tr/index/fedakarlik,

Tablo 5: “fedakârlık” kelimesinin günlük bir gazetede kullanım sıklığı YILLAR HÜRRİYET 2015 85 2014 263 2013 275 2012 321 2011 287 2010 299 2009 258

Bu tablolar 1960’lardaki tartışmaların, bugün için çok farklı mecralarda olduğunu da göstermektedir. Ayrıca o gün için üzerinde büyük münakaşaların döndüğü kelimelerin, halk ağzında ve edebiyat dilinde sık kullanılan kelimelerden olduğu görülmektedir.

Falih Rıfkı Atay, 1966 yılında kaleme aldığı eserlerinde o gün için Türkçede kullanılan “şart” kelimesinin yerine “koşul” gibi bir yeni kelimeyi uyduranları züppe dil kullanmakla itham etmekte, Türkçeye yerleşmiş bazı kelimeleri atmanın yanlış olacağını düşünmektedir. Bunun yanında "anayasal" gibi bir kelimeyi asla kullanmayacağını ifade etmektedir çünkü -sal eki ile yapılan kelimelere karşı olduğunu ifade etmektedir.280

1966 yılına gelindiğinde İstanbul’da Muallimler Birliği tarafından, Türk Dilini Koruma ve Geliştirme Cemiyeti kurulmuştur. Bu cemiyet, Türk Dil Kurumuna muhalif bir anlayışla kurulmuştur. Bu cemiyet kurulurken; yüzyıllar içerisinde önemli bir kültür dili olarak gelişmiş olan Türkçe'nin, tasfiyeciliğe tabi tutulmasını ve Türkçede kelime ırkçılığı yapılmasını engellemek amacıyla ortaya çıkıldığı ifade edilmiştir.281

Bu arada Türk Dil Kurumu 29 Mayıs 1965 tarihinde bir toplantı yapmış ve bu toplantıda bir bildiri hazırlamıştır. Bu bildiride değinilen konulara bakıldığında öncelikle bu kurumun Atatürk zamanında bir dernek olarak kurulduğu ve hükümetin organlarının dışında bir yapıya sahip olduğu ve temel olarak amacının dilin özleştirilmesi ve geliştirilmesi olduğu ifade edilmiştir. Bu amaca varmak için ise devrimci anlayış ve bilim yöntemlerini kullanmanın ilke edinildiği ifade edilmiştir. Bu manada Türkçenin içinde bulunan yabancı

280 Gönülal, 2012, s. 135

281 Kabaklı, A. (1966). Dil Cinayeti, Türk Dili İçin III, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları,

kelimeler nasıl ki o güne kadar 50 yıldır Türkçeden atılmaya çalışılmış, bundan sonra da devam etmelidir anlayışı ön plana konulmuştur. Dilin hızlı bir şekilde sadeleşmesi ve yabancı kelimelerden arınması için münasip bir şekilde müdahale edilebilir ve edilmelidir anlayışı benimsenmiştir. Bunun yanında Türk Dil Kurumuna karşı yapılan birtakım eleştirilere cevap verilmiş ve müdahalenin yerinde olduğu ifade edilmiştir.282

Aynı bildiride, Türk Dil Kurumu'nun yüzde yüz tasfiyeci bir yapısının olmadığı, ancak bunun süreç içerisinde başarılması gerektiği ifade edilmiştir. Ayrıca halk tarafından benimsenmiş olan bazı kelimelerin Türkçeden atılmasını doğru bulmayanlara karşı, aslında böyle bir şeyin son 30 yılda çokça yapıldığı ve yeni bulunan kelimelerin karşısında eskilerinin halk tarafından yadırgandığı ifade edilmiştir. O gün için Türkçede var olup da öz Türkçede olmayan hiçbir kelimenin Türkçeden atılmadığı bu bildiride ifade edilmiştir. Öz Türkçe karşılıklar bulma işinin sadece Türk Dil Kurumu tarafından ela alınmadığı, halk içerisinde de böylesi hareketlerin olduğu ve böylesi açılımlar karşısında bazı kelimelerin tuttuğu bazılarının ise tutmadığı, ancak tutmayan kelimelerin karşısında Türk Dil Kurumunun suçlandığı ifade edilmiştir. Türk Dil Kurumuna karşı yapılan “uydurmacı” şeklindeki ithamların şiddetle reddedildiği ve bunun için bilimsel yollardan yararlanıldığı ve halk dilinden kelimelerin derlendiği ifade edilmiştir. Ayrıca dilden atılmaya çalışılan kelimelerin sadece Arapça ve Farsça olmadıklarını, bunun yanında Batılı dillerden giren birçok kelimenin de çıkarılmaya çalışıldığı ifade edilmiştir. Bunun yanında sadeleşme hareketini ideolojik ve siyasi anlayış çerçevesinde yürütenlerle Türk Dil Kurumu'nun hiçbir ilişkisinin olmadığı ve sonrasında da olmayacağı vurgulanmıştır. Son olarak da özleştirme hareketinin ulusça benimsendiği ifade edilmiş, hatta bu işin yavaş olduğu kanısında olanların bile var olduğunun altı çizilmiştir.283

12 Mart 1971 muhtırasından sonra, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yönetime el koyması ile beraber yeniden bir sadeleşme hareketinin başladığını söylemek mümkündür. O günkü hükümetin başbakan yardımcısı olan Sadi Koçaş, 9 Ekim 1971 tarihinde bir genelge yayımlayarak ilan ve levhalarda yabancı kelimelerin kullanılmaması istenmiştir. O yılların siyasi hayatına bakıldığında, sağ ve sol davalarının ayyuka çıktığı ve toplumun çok net bir şekilde bölündüğü görülmektedir. Birbirinden farklı ideolojilere sahip olan partilerin, bu ideolojileri istikametinde kendi dil anlayışlarını belirlemiş oldukları görülmektedir. Hatta

282 Levend, 1972, s. 507-508 283 Levend, 1972, s. 507-508

1972 yılındaki 13. Türk Dil Kurultayı’nda konuşan İsmet İnönü, dil devriminin ulusal bir toplum olarak Türk milletinin kendi benliğine kavuşmasında çok önemli bir yer işgal ettiğini ifade etmiştir.284

Türkçenin son 50 yılda geçirdiği değişimlere bakıldığında bu meseleyi bir ideoloji haline getirmiş üç farklı zümrenin bulunduğu iddia edilmektedir. İddiaya göre birbirinden bağımsız üç grup olan Kemalist, Türkçü ve İslamcı gruplar, bu meseleye hep kendi zaviyelerinden bakmışlar ve kendi çıkarları doğrultusunda meseleyi yönlendirmeye gayret etmişlerdir.285

Bu yaklaşımın da desteklediği üzere, dil konusuna eğilen bütün zümreler kendilerince haklı gördükleri noktaları ön plana çıkarmakta ve düşüncelerine makul dayanaklar aramaktadırlar. Bunun için bazen bilimsel yöntemler ön plana çıkaran bazen de kelimelerin, kültürün bir parçası olarak değişemeyeceğini düşünen zümreler hep var olagelmiştir. Meselenin önemli