• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM

2.2. Gelecekle İlgili AB – ABD Vizyon Yaklaşımları

2.2.2. Transatlantik Çatlağı

1990’lı yıllarda hızla büyümeye başlayan Transatlantik çatlağını irdeleyen bazı düşünürlerin ikazlarına rağmen, sorun siyasi ve diplomatik çevrelere yansıtılmayarak üstü örtülmüştür. Ocak 2003’de Avrupa Birliğinin dış politikasından sorumlu yüksek temsilcisi Javier Solona, sorunu belki de açık yüreklilikle kabul eden ilk resmi görevli olarak “Atlantik’in iki yakasını birbirine bağlayan ortak değerlere rağmen”, AB ile ABD’nin birbirlerinden giderek uzaklaştıklarını vurgulamıştır.88

Transatlantik çatlağının derinindeki sebepleri, London School of Economics’deki hocalardan Christopher Çöker Soğuk Savaş’ın ilk on yıllarına giderek tahlil etmiştir. Çöker, Atlantik’in iki yakasında dünyaya bakışın nasıl birbirinden uzaklaştığını şu şekilde belirtmektedir; “Avrupa savaşın sebep olduğu maddi ve manevi çöküşünün üstesinden gelmeye başlamış ve yeni bir kimlik arayışına girmek üzeredir. ABD ise artık süper devlettir. Dinamik ve girişimci göçmen ruhunun getirdiği düşünce gücüyle dünya çapında stratejiler üretmekte ve gittikçe kozmopolitikleşmektedir.”89

Avrupalı aydınlar, Amerikalıların aksine, Batı’nın Soğuk Savaştaki yükümlülüklerini küresel açıdan değerlendirmemişlerdir. Onlara göre 1950’lerde var olan ortak tarih anlayışı ve geleceğe ortak bakış kaybolmaktaydı. Zaten General De Gaulle başkanlığındaki Fransa Transatlantik ruhuna ilk darbeyi vurarak NATO’nun askeri kanadından çekilmiş, ayrıca Amerika’nın modernite anlayışı’nın Almanya’yı etkilemesi kıyasıya eleştirilmiştir. Sağcı ve solcu aydınların eleştirileri benzer noktalarda birleşmekteydi. Sağcı Bernard Williams “milli benliğin siyasi topluluklar arasındaki benzerliklerden değil, fertlerden kaynaklandığını vurguluyordu”90 Avrupa’nın fikir hayatındaki bu tür çıkışlar, Atlantikçi düşünceyi savunanları karamsarlığa itmiştir. ABD’de bir imparatorluklaşma dönemine girilirken, Avrupa kendi üstünlüğünün şuuruna varamamış ve bir gerileme ve çöküş sürecine mi giriyor, teziyle karşı karşıya kalmıştır.91

Öte yandan, ABD’deki gelişmeler de Atlantik’in iki yakasını birbirinden uzaklaştırmaktadır. Stephen M. Walt, bu konuya dikkat çekerek” çatlağın giderek

88http://www.habusulu.com/makale36.htm, (30.12.2005)

89 Christopher Çöker, Twilights of The West, Boulder; Colorado, Westview Pres, 1998, s.62-63. 90 a.g.e.., s.113.

büyüyeceğini, işbirliğini alanlarının daralacağını ve nispeten önemsiz konularla sınırlanacağını ön görmektedir.92

Amerikan toplumunun çeşitli katmanlarında bu sorunu araştıran İngiliz yazar Timothy Garton Ash gerçek Amerikan hayatından örnekler vererek politikacı, bürokrat, işadamı ve düşünürlerde Avrupa’ya karşı derin bir hayal kırıklığı, küçümseme ve zaman zaman önyargılara dayanan bir husumet gözlenirken, bu çevrelerin hiçbirinde Avrupa hakkında olumlu denebilecek değerlendirmelere rastlanmadığını ve Avrupa’nın ne güçlü bir müttefik ne de ciddi bir rakip olduğunu belirtmiştir.93

ABD kurulduğundan bu yana göçmen cezbeden bir ülke olmuştur. Yakın bir geçmişe kadar Avrupa’dan Amerika’ya süren göç hareketleri her iki coğrafyayı adeta kaynaştırmıştır. Amerikalılar kendilerini, yakın zamana kadar Avrupa kültürünün bir parçası olarak görmüşlerdir. 1930’larda Nazilerden kaçarak ABD’ye sığınan fikir ve bilim adamları, Yeni ile Eski Dünya arasındaki fikir ve bilim dengesini ABD lehine onarılmayacak bir biçimde bozmuşlardır. Öyle görünüyor ki, iki dünya arasındaki bu dengesizlik gittikçe büyüyerek Transatlantik çatlağının onarılmasını güçleştiren bir faktör olacak gibi gözükmektedir.

Amerika, kimliğini tanımlarken temel yapıcı unsur olarak, artık Avrupalı geçmişini değil, daha ziyade Avrupa’yı ve Latin Amerika’yı temel unsur olarak alırsa bu yeni unsurlar arasında Avrupa kültürünün tuttuğu yer iyice azalacaktır.

Avrupa önemini tam olarak kaybetmesi bile, Brzezinski’nin dediği gibi, Amerika’nın Avrasya’ya ulaşması için, bir atlama tahtası, bir jeostratejik köprü başı gibi gözükecektir.94

Tam olarak Avrupa’nın değerlerinden kopmasa bile, Amerika artık kendini bir Avrupalı toplum olarak görmeme arzusu içindedir. Bununda ötesinde, Aydınlanma felsefesinin ürünü olarak da telakki etmemektedir. Avrupa’yı kendi dinamik vizyonunun gerisinde kaldığını ima ederek Avrupa’yı zamanın durduğu, kendini yenilemeyen, vizyonsuz, geçmişini aşamayan ve aşırı milliyetçiliğin hortladığı bir

92 Stephan M. Walt, “The Ties That Fray: Why Europe and America are Drifting Apart”, National

Interest, No.54 Winter 1998/99, s.3-i1.

93 Timothy Garton Ash, “Anti Europanism in America”, The Newyork Review of Books, Vol.3, No.2,

February 13, 2003, s.32-34.

toplum olarak görme eğilimindedir.95 Avrupa’nın Amerikalılar tarafından bu şekilde değerlendirilmesi, hiç şüphe yok ki Avrupalılar tarafından kabul edilmemektedir. Transatlantik çatlağı, 11 Eylül 2001’den sonra iyice su yüzüne çıktı. Ortak değer ve kavramların değişik, hatta zaman zaman zıt yorumları artık gözlerden kaçmamaktadır. Gerçi Avrupa’da 11 Eylül terörü şiddetle kınanmış, ABD ile dayanışma gösterileri yapılmış ve ilke olarak NATO Antlaşmasının 5. maddesinin teröre karşı da uygulanabileceği kabul edilse de ABD’nin terörle mücadele yöntemi ve genel olarak kuvvet kullanma anlayışı kabul görmemiştir.

Aslında AB ve ABD arasındaki farklılaşmanın nedenlerini basit şekilde 11 Eylül sonrası süreci de içerecek şekilde şöyle sıralayabiliriz;

* ABD’nin siyasi, askeri ve ekonomik olarak, artan şekilde, dünyada daha hakim bir konuma gelerek diğer bütün aktörlerin önüne geçmesi ve 11 Eylül sonrasında da, bu gücünü dünya üzerinde, askeri olarak da rahat şekilde sergiler konuma ulaşması ve hegemonik gücünü bütün dünyaya hissettirmesi

* ABD’nin uluslararası politikada, Hobbesian devlet anlayışıyla, realist bir çerçevede hareket etmesi, bu anlamda da insan hakları söylemlerini kendi global politikaları çerçevesinde dile getirmesi ve müttefik ve ortaklık ilişkilerinde, Kantiyan ve hümanist bir söylemden ziyade, kendi realist çıkarları doğrultusunda hareket etmesi ve AB ile ilişkilerini ve AB’nin politikalarını bu çerçevede değerlendirmesi; AB’nin ise genişleme stratejisinde, ülkelerin siyasal benzerliklerinin artmasına veya başka bir ifade ile demokratik rejimin ihracına önem vermesi bundan dolayı da Kant’ın çizgisinde hümanist değerlerle ülkeleri kategorize etmesi ve ilişkilerini de demokratikleşme ve insan hakları değerlerine göre geliştirmesi, böylece bir Avrupa değerler topluluğu meydana getirmek istemesi ve global vizyonunu bu şekilde çizme isteği; dolayısıyla ABD karşısında askeri zayıflığının öne çıkması

* ABD’nin dış politikada tarihsel süreklilik içinde global bir vizyona sahip olması ve Amerikan entelektüellerinin Avrupalılara göre daha global düşünebilmeleri veya düşüncede de Avrupa’nın ABD altında yer alması

* Avrupa’nın global bir vizyona sahip olmakta gecikmesi ve geç vakitte 1990’lardan sonra global bir politika izleme stratejisine ihtiyaç duyması

95Çöker, a.g.e.., s.125-140.

* İki aktörünün de bölgesel krizlerde, 1990’lardan sonra kendi global vizyonları doğrultusunda hareket etme isteği ve ABD’nin öne çıkan askeri ve ekonomik ağırlığı.

Avrupalılar aslında kendilerine göre tarihte bir ilki başarmak istemektedirler. Bu ilk de hümanist değerleri yayarak diğer ülkelerle işbirliği süreci geliştirmek ve böylece bir refah toplumu yaratmaktır. Yani AB, kendi tarihinde yaşadığı sorunları, kendi çabasıyla aşma hedefindedir; bundan dolayı da kendi dışındaki ülkelerin demokratik evrimleşmelerine önem vermektedir. ABD ise uluslararası politikada, Hobbesian bir tavırla hareket edilmesi gerektiği kanısındadır. ABD, kendi güvenliğinin ve uluslararası barışın demokratik devletlerin artışıyla sağlanabileceğini Ulusal Güvenlik Belgesi’nde ifade etse de, Afganistan’a yaptığı askeri müdahale ve 2003’te Irak’ta yaptığı işgalle ve akabinde iki ülkede de seçimlerin yapılmasını sağlayarak, demokrasinin gerektiğinde askeri güç kullanarak yayılabileceğini ispatlama çabası içine girmiştir. İşte ABD ve AB arasındaki temel felsefi ayrılığın ince noktası burasıdır. Batı dışında kalan ulusları, medenileştirme görevi AB’ye göre liberal değerlerle yapılması gerektirirken ABD’ye göre ise askeri güç kullanarak da mümkündür.96

Özellikle 11 Eylül sonrası Transatlantik çatlağının giderek derinleştiğini en çarpıcı şekilde anlatan yazar, hiç şüphe yok ki, Robert Kagan olmuştur. Türkiye’de daha çok Paul Wolfowitz ve Richard Perle gibi siyasete girmiş isimlerle tanınan neo- conservative’lerden biri olan Kagan “Avrupalılar ve Amerikalıların aynı dünya görüşüne sahip oldukları ve hatta aynı dünyada yaşadıklarını “varsaymaktan vazgeçilmesi gerektiğini belirtmiştir.97 Avrupa, yüzyılın başında ABD’nin yaptığı gibi, uluslararası hukuktan, insan haklarından dem vurarak, paylaşılan değerlerin diliyle Amerika’yı eleştirmiş; Atlantik ötesi ilişkilerde ahlaki üstünlüğün yeni adresinin eski kıta olduğunu belirtmiş, Amerikalılara göre ise bu durumun nedeni Avrupa’nın zayıf, ABD’nin ise güçlü olmasıydı.98

Kagan, rekor satışlar yapan kitabı “Of Paradise And Power: America and Europe in the New World Order” da ABD’nin yeni dünya düzeni içinde almak istediği rol ve AB ile ABD arasındaki güçler mücadelesi tarihsel perspektiften ayrıntılı bir

96 Ali L. Karaosmanoğlu, “Transatlantik Çatlağı: Değişen Kimlikler”, Doğu-Batı, Sayı:23, Yıl:6, Mayıs-

Haziran-Temmuz 2003, s.180

97 Robert Kagan, “Power and Weakness”, Policy Review, Haziran-Temmuz 2002, s.3

98 Robert Kagan, Power and Paradise: America and Europe in the New World Order, Atlantic

şekilde analiz edilmiştir. Bu süreçte Kagan, ABD ile AB’nin stratejik bir kültür birlikteliğine sahip olmadığını, her iki kıtanın dış politikalarında yönlendirme ve uygulama şekillerinin birbirlerine zıt olduğunu, ABD’nin daha kolay ve çabuk güç kullanma yoluna gittiği, ABD politikasının tek taraflı olduğu, yani ikna etmek yerine yönlendirmek hatta zorlamak üzerine kurulu olduğu ve sonuç odaklı bir politikadan söz etmektedir.99 Ayrıca ABD’nin uluslararası örgütler üzerinden politika yürütmeye asla sıcak bakmadığı, yani ABD’nin uluslararası örgütlerle çalışmaktan ne kadar az hoşlanıyorsa uluslararası hukuktan da bir o kadar az haz etmesi söz konusu olmakta.100 Kagan, “İdeal Tip” lerden hareket ederek ABD, sanki Mars’tan çıkmış gibi sert, Avrupa’da “Venüs” ten çıkmış gibi yumuşak derken ABD’nin Hobbes’un çizgisinde, Avrupa’nın ise Kant’ın çizgisinde olduğunu vurgulamıştır. 101 Yani ABD, uluslararası amaçlarına güç politikasıyla ulaşmakta, Avrupa ise, kendi hedeflerine erişmek için çok taraflılığa, uluslararası işbirliği ve müzakereye ağırlık vermektedir. Avrupalılar, AB ile tarihte bir ilke imza attıklarına inanmaktadırlar: kuvvet kullanmaksızın değişik milletleri bütünleştirerek bir barış ve istikrar bölgesi, bir “güvenlik topluluğu” meydana getirmişlerdir. Avrupa, bu tecrübeyi onun temelindeki değerleri dünyanın başka bölgelerine taşımayı kendi görevi saymaktadır. ABD ise, Avrupa’nın bu duruma kendi desteği ve koruması sayesinde geldiğinin bilinci içindedir. Washington’a göre, AB’nin “güvenlik topluluğu”nun dışındaki dünyada hala Hobbes’un orman kanunları hüküm sürmektedir. O dünyada, hukuka ve işbirliğine sıkı sıkıya bağlı kalınarak yaşamak mümkün değildir. Aslında ABD’de barış ve istikrarın demokratik ve liberal rejimlerin çoğalmasına bağlı olduğuna inanmaktadır. Ancak bu liberal yaklaşımı güç politikasından vazgeçmeyi gerektirmemektedir.

Kagan, son dönemde Avrupalıların, ABD’yi daha katı ve saldırgan görmek eğilimine karşı temkinli olmayı önermektedir. Davranış şekillerinin gücü belirlediğini ifade ederek, bu görüntünün yaklaşık iki yüz yıl önce değiştiğini savunan Kagan, AB’nin güçlü olduğu dönemde davranış kalıplarının bugünkü AB’yi gölgede bırakmayacak kadar sert olduğunu , güç dengesinin ABD lehine dönmesiyle bu tür davranış sergileme hakkının tamamen ABD’ye geçtiğini vurgulamaktadır.102

99 a.g.e., s.3.

100 a.g.e.., s.4. 101 a.g.e.., s.4. 102 a.g.e.., s.5.

Görüldüğü gibi, AB ile ABD’nin nihai amaçları arsında fark yoktur. Uyuşmazlık noktası, güç kullanımında düğümlenmektedir. Askeri kuvvet kullanımı ve kuvvet tehdidi, NATO’nun görevleri ve sorumluluk alanları, barış güçleri ve genel olarak uluslararası meşruiyet konularında Atlantik’in iki yakası arasında derin fikir ve yorum farkları vardır. Bu farklar o kadar ciddi ki, ortak değerleri ortak olmaktan çıkaracak bir niteliğe bürünmüştür. Ayrıca terör ile mücadele konusunda da görüş ayrılıkları vardır. Avrupalılar kendilerini yakın ve ciddi bir terör tehdidi altında görmezken, silahlı kuvvetlerin terörle mücadelede yararına pek inanmamakta, insan hakları ihlallerini terörün en önemli sebepleri arasında göstermektedirler. Avrupa yine ABD’nin tek taraflı davranışlarını, askeri kuvvet kullanmayı bu denli ön plana çıkarmasını, Avrupa’nın temel değerlerine ve inançlarına tehdit olarak algılamaktadır. Ancak, tüm bu uyuşmazlık noktalarına rağmen, belirtmek gerekir ki, her iki taraf da, toprak ilhak etmek veya toprak ilhakı sonucuna vararak askeri güç kullanılmasına karşı kesin tavır almaktadır. Bu bakımdan tüm dünyada da geniş bir mutabakatın oluştuğunu kesinlikle söyleyebiliriz.

2.2.3. Irak Savaşı’nın Transatlantik İlişkilere Etkisi: Euro-Atlantik