• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM: MUHAFAZAKÂRLIK: KAVRAMSAL ÇERÇEVE

1.4. Muhafazakârlığın Temaları

1.4.2. Toplum

Muhafazakârlık tarih, siyaset, felsefe, ilahiyat, sosyoloji, kültür sahalarını kapsayan geniş bir kavramdır. Sayılan her alanla alakalı muhafazakâr yorumlar birbirini tamamlamakla beraber ayrı kuramlar olarak da değerlendirilebilirler. Muhafazakârlığın Batı’daki gelişimi daha çok siyaset kökenli iken Batı dışı toplumlarda muhafazakârlık toplumsal ve kültürel sahalarda etkin olmuştur. Bunu yenileşme sonrasında kendi geleneğiyle yüzleşmek zorunda kalan toplumların sürece uyum sağlama çabası olarak okuyabiliriz. Batılılaşma toplumun kendi değerleri etrafında sorgulamalara neden olmuş, toplumun varlığını sürdürebilmesi için kendini yeniden inşa süreci büyük sancılara sebebiyet vermiştir. Muhafazakârlık, bu bağlamda sancıları dindirmek, Batılı değerlerle geleneksel ölçüleri denkleştirmek amacındadır. Buna göre muhafazakârlığı Batı dışı toplumlarda sosyolojik bir faaliyet olarak değerlendirmek mümkündür.

Batı kökenli bir bilim dalı olan sosyoloji, modern değerler sonrasında Batı’nın kendi iç çelişkilerini çözümlemek için ortaya çıkmıştır. Geleneksel toplumlarla modern toplumların birbirinden farklı yapılar içerdiğini, yeni toplum algısının eskiye nazaran daha parçalı olduğunu söylemek mümkündür. Tönnies, bu farklı yapıyı topluluk/cemaat olarak ‘Gemeinshaft’ ve toplum/cemiyet olarak ‘Gesselschaft’ şeklinde sınıflandırır:

“Ona göre, cemaatler, ırk, kültür bakımından homojen ünitelerden oluşmuştur. Bireyler arasındaki ilişkiler içten, duygusal olan topluluklardır. Cemiyetler ise, ırk, ekonomik, sosyal ve kültürel bakımdan farklılaşmış, diğerlerine oranla mekân açısından daha geniş alanı kapsayan ve heterojen toplumlardır. Cemaatte, temel toplumsal kurumlar aile ve kilisedir. Cemiyette insanlararası ilişkiler gayr-ı şahsîdir. İş bölümü, menfaate dayalı toplumdur ve toplumsal ilişkilere katılma iradeye bağlıdır. Burada aile ve kilise bağları çözülmekte, ekonomi, hukuka dayalı ilişkiler ve sözleşmeler yoğunluk kazanmaktadır” (Zorlu, 2005: 138-139).

Tönnies’in ayrımını modern toplum yapısının her aşamasında görmek mümkündür. Gemeinschaft, daha çok kırsal ve geleneksel bir hayatı temsil ederken Gesselschaft kentliliğin ve modernitenin karşılığıdır. Modern paradigmaya göre toplumun en küçük yapıtaşı bireydir. Bireylerin aralarında kurduğu pragmatist ilişki toplumu meydana getirir. Burada uzmanlaşma vardır. Her birey kendi sahasında derinleşir ve bireyler arası

alanlarda ilişki kurulamaz. Dolayısıyla modern toplum yapısı parçalı bir yapı içerir. Bireylerin tekil menfaatleri söz konusudur. Ekonomik güç, uzmanlık alanına göre bağımsızlık, cinsel ve ırksal farklılık toplumu oluşturan bireylerin özellikleridir. Cemaatçi yapılanmada ise geleneksel değerler ön plandadır. Topluma göre daha küçük bir yapı olan cemiyetlerde insan birey olarak değerlendirilmez; toplumun en küçük yapıtaşı ailedir. Gemeinschaft, küçük toplulukların bir araya gelmesiyle oluşur ve dar bir sahada hüküm sürer. Bu tür yapılanmalarda topluluğun denetimi en küçük parçadan büyüğe doğru gelişir. Merkez, barındırdığı kutsallarla otoriteyi temsil eder; topluluk kendi kendini denetler. Cemaatçi yapılanmalarda insanların birbirine karşı sorumlulukları vardır ve belirgin uzmanlık alanlarından söz edilemez. Modern öncesi toplumlarda karşılaştığımız bu yapı kendiliğinden oluşur. Weber’se Tönnies’ten etkilenerek “topluluklaşma” ve toplumlaşma” ayrımına gider:

“Weber (…) bu ikisini karşıtlık içinde değil, bir süreklilik bağlamında kullanır. (…) Bu çerçevede aile, dernek, siyasal parti ve ulus gibi birliktelikler içerdikleri duygusallık ve geleneksellik motifleri ile topluluk; rasyonel ve sözleşmeye dayalı yönleriyle de toplum niteliğindedir. Aile, duygusal ve aşk bağlamıyla ‘topluluklaşmanın’; iki kişi arasındaki yapılan evlilik sözleşmesiyle ‘toplumlaşmanın’ birliğidir” (Zorlu, 2005: 141).

Weber’in tasnifi yukarıda bahsolunan ikili ayrımın kendiliğinden gerçekleştiğine işaret eder. Buna göre bir topluluk oluştuktan sonra süreç onu toplum olmaya iter. Toplumsal gelişimin sürekliliği bunu gerektirir; geleneksel unsurlar zaman geçtikçe modern olana evrilir. Dolayısıyla her topluluğun içinde toplumsal unsurlar bulunabileceği gibi her toplum topluluk özelliği de taşır. Bunlar birbirini bütünleyen ve tetikleyen yapılardır; birbirinden ayrı ve birbirini takip ederek değil, aynı zaman dilimi içerisinde var olabilirler.

Weber’in tasnifi muhafazakâr düşünce için daha uygun görünmektedir. Çünkü muhafazakârlar toplumsal sürekliliği savunur ve geleneğin modern içinde güncellenmesini, yeniden üretilmesini amaçlar. Cemiyete ait bir duygu, toplumsal sözleşmeyle varlığını pekiştirir; yeni olan içerisinde varlığını sürdürür. Özellikle devrimle yeniden inşa edilmeye çalışılan toplumlarda Gemeinschaft/Gesselscahft ya da topluluklaşma/toplumlaşma ayrımları özel bir anlam taşır. Nitekim bir toplum, bir kültür, bir gelenek yeniden kurulmaya çalışılır ve eski ile yeni arasında büyük uçurumlar ortaya çıkar. Bir taraftan geleneksel değerler varlığını göstermeye çabalarken diğer taraftan geleneği öteleyen bir yaklaşım vardır. Bir taraftan alışılmış

insanı merkeze alarak tekliğini savunur. Bir taraftan kırsal hayatın döngüsel hayatı devam ederken diğer taraftan modern kentler zamanı parçalara ayırarak kendi zamanını yaratmaya çalışır. Bu kutuplaşmalar her ne kadar birbirini zıt yöne sürükler gibi gözükse de zamanla birbirlerine yakınlaşarak iç içe geçerler. Kent hayatı içinde kırsal unsurlar, kent dışında ise modern değerler hüküm sürmeye başlar. Muhafazakârlık bu durumu tanımlamak, ona açıklık getirmek ve çatışmaları dindirmek için düşünce üretir. Muhafazakârlığın toplumdaki bu değişkenlik ve bireyleşme çerçevesinde ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Toplum/topluluk ayrımını yapan bir diğer düşünür Philippe Beneton da modern toplumun eşit bireyleri toplumsal sözleşme etrafında bir araya getirdiğini, muhafazakâr yapınınsa eşitlikten ziyade tarihi, kültürel ortaklıklarla kurulan organik bütünlüğü merkeze aldığını belirtir (2016: 105).

Muhafazakârlık, tanımında da belirtildiği üzere Aydınlanma sonrası akılcılığa karşı çıkar. Dolayısıyla akıl-öncesi toplumsal değerleri korumak ister. Böylece muhafazakârların toplum tasavvuru da belirginleşmeye başlar. Akılcılık, insan tekini merkeze koyarken dini, gelenekleri, ahlakî değerleri ve sürekliliği öteler. Bu şartlar etrafında gelişen toplumda insan tanrılığını ilan eder ve sınırsız özgürlük alanında günün şartlarına uygun, geleceği hedefleyen ve her zaman değişebilen yeni değerler icat eder. Muhafazakârlar ise öncelikle insanın yetersizliğini vurgular: “İnsanlar kendi başlarına, izole vaziyette, başkalarından ayrı oldukları zaman sağduyuyla hareket ederler; ancak, kitleler halinde hareket ettiklerinde, özgürlük güçtür” (Burke, 2016: 27). Andrew Heywood, insanın sınırlı, bağımlı ve güvenlik arayışında olan bir varlık oluşu; bencilliğe, aç gözlülüğe ve güce susamışlığıya bulaşmış ahlakî yozlaşmışlığı; insanın sınırlı aklının dünyanın sınırsız karmaşıklığı ile başa çıkamaması özelliklerinden yola çıkarak bu yetersizliği insan doğasına bağlar (Heywood, 2015: 100-101). Buna göre muhafazakârlar insan tekine güven duymaz; toplumsal denetimden uzak kalan bireyin bastırdığı dürtüler açığa çıkar. Diğer taraftan insan teki hem ihtiyaçları hem de güvenliği bakımından yetersizdir. İnsan, sosyal bir varlıktır ve topluluk içinde yaşar, tek başına yetersizliğini topluluk içinde giderir. Bu durumda özgürlük alanı da muhafazakârlara göre zorunlu olarak daralmaktadır. İnsanın toplum içinde yaşadığı bilinci ona sorumluluk yükler. Bu sorumluluk geçmişi, bugünü ve geleceği kapsar. Muhafazakârlar, insanın ancak toplum içerisinde ve toplumsal sorumlulukla varlığını sürdürebileceğini düşünür. Elbette bunun için geleneksel değerlerin farkında olma, dini kurumları dikkate alma, otoriteyi benimseme gibi şartlar söz konusudur. Ancak böyle

bir toplum düzeninde ideal olan hayat yaşanır ve toplumsal süreklilik sağlanır. Diğer taraftan muhafazakârların toplum bağlamında üstlendiği sorumluluk adalet duygusundan kaynaklanmaktadır:

“Tanrı’dan insana kadar, tüm bu kozmolojik bütünlüğü oluşturan varlıkların varlık şartı, düzene uyum sağlamak; varlık amacı, kayıtsız şartsız düzene itaat etmek; var oluş görevi ise, düzeni korumaktır. Çünkü, bu düzenin bütünsel tek amacı adalettir ve adalet, her bir varlığın kendini gerçekleştirmesi ve var oluş amacına ve mekânına uygun yaşaması demektir. Modern ideolojilerin, özgürlük (liberalizm), eşitlik (sosyalizm) ve güvenlik (faşizm) postülaları karşısına adalet ilkesi ile çıkan muhafazakârlık; düzenin, uyumun, ahengin, yekpare yapının bir bütünlük içerisinde sürekliliğinin sağlanmasını adalet duygusu içerisinde ele alır. Bu yüzden, muhafazakâr adalet anlayışında; özgürlük, hak ve ödev ilkelerinden ziyade, sorumluluk bilinci önceliklidir” (Çetin, 2004: 89-90).

Muhafazakâr bilincin temeli adaleti sağlamaya yöneliktir. Adalet duygusunu geliştirense ferde yükledikleri sorumlulukta belirginleşir. Muhafazakârların arzuladığı toplumsal süreklilik adalet bilincine yönelik sorumluluk duygusuyla gerçekleşir.

Muhafazakârların idealize ettiği, daha doğrusu geçmiş değerler bağlamında sürdürerek geleceğe taşımak istediği toplum modelini “organik toplum” kavramıyla açıklayabiliriz. Buna göre toplum canlı bir organizma gibidir; nasıl ki bir canlının hayati fonksiyonları kendiliğinden gelişir ve müdahaleye kapalıdır; toplumun da bu yapıda olması gerekir: “Toplum devinimi, hep aynı olan ve içindeki her parçanın diğer parçaların ne yaptığına dair bir fikir sahibi olmadığı bir makine, örneğin bir saat gibi değildir. Aksine, her birinin kendi rolünü anlamış olduğu ve toplumu bir bütün olarak gördüğü birçok parçanın birleşimidir” (Özipek, 2011: 98). Özipek’in Macridis’tan aktardığına göre toplumun her parçası bir diğerinden sorumludur; toplumsal sözleşmeye dayanan modern hayat koşullarında olduğu gibi her küçük toplum parçası belli bir alanda görev ifa etmez. Önemli olan parçanın nasıl çalıştığı değil, bütünün ne durumda olduğudur. Dolayısıyla toplum, onu oluşturan parçaların bütününden daha fazla bir şeydir ve parça bütünden ayrıldığında çalışmaya devam etse de işlevini yitirir. Bu durumda her toplumun bütünlüğü kendine özgüdür: “[M]uhafazakârların gözünde iyi toplum için soyut ve tek bir formül yoktur. Her halk, kendi ulusal karakterinden, tarihin olaylarından çıkan kendi formülüne bir biçimde sahiptir… Bir ulus, unsurları ayrılabilen ve aralarında yer değiştirebilen bir makine değil, özel hayatı olan organik bir bütündür” (Beneton, 2016: 109). Muhafazakârlar bireyin değil, toplumun özel hayatını dikkate alır. Her canlının hayati fonksiyonlarının kendine özgü olması gibi toplumu oluşturan

tarihi, tecrübesi, inançları, gündelik alışkanlıkları, geleneksel değerleri, kültürel özellikleri, hayatı kavrayışları, eğitim seviyeleri ve metotları, kısacası hayatını kuşatan tüm değerleri birbirinden farklıyken ortak bir sözleşme ile hepsini aynı ölçülerle değerlendirmek, muhafazakâr düşünceye göre yanlış bir tutumdur. Toplum organizması kendi gelişimini kendisi sağlar ve dış müdahalelere, kuramsal sözleşmelere kapalıdır. Bu organizmanın işlevselliğini bütünlüğünü sağlayan otoritedir:

“Liberal sözleşme kuramlarını reddeden muhafazakârlar açısından otorite de toplum gibi kendiliğinden bir süreç olarak gelişmiştir. (…) Bunun anlamı, muhafazakârın otorite anlayışının temel özelliğinin, siyasal otoriteyi aşan ve bireye davranışlarında itaat etmesi gereken ahlaki kodların çerçevesini veren dinî veya dinî olmayan üstün bir buyurma gücünün belirleyiciliğini öngörmesidir. (…) Bu anlamda otoritenin mutlaka gözle görülür bir iktidarda somutlaşması gerekmez; yaşamın sürekliliği içinde kendisine başvurulabilecek üstün bir kurallar sistemi de muhafazakârların saygı duyduğu bir otoriteyi simgeleyebilir” (Özipek, 2011: 128-129).

Muhafazakârlar, toplumu organize eden, düzenleyen ve sınırlarını belirleyen otoriteye saygı duyarken yine dış müdahalelere kapalı yapısını ve süreklilik esasını önceler. Onların saygı duyduğu otorite bir kurumda cisimleşmez. Dolayısıyla devlete ve siyasete olan tavırları da bu noktada açığa çıkar. Muhafazakârlar devletin ve siyasetin üstün rolünü benimsemez; çünkü kendi sürekliliğini sağlayan toplum dış tesirlere sıcak bakmaz. Eğer devlet organizatörlük görevini aşarak müdahaleci bir tavır takınırsa muhafazakârların tepkisiyle karşılaşır. Muhafazakâr düşünce toplumun kendi öz denetimini sağlayabildiğini savunur. Diğer taraftan devletin etkisi de yadsınmaz:

“Toplum, bireylerin tutkularının boyunduruk altına alınmasını istediği kadar; cemaat ve zümre bazında ve bireysel bazda, insanoğlunun isteklerine sıklıkla ket vurulmasını; iradesinin kontrol altına alınmasını; ve tutkularının bastırılmasını da gerekli görmektedir. Bu da, ancak insanoğlunun dışındaki bir güç tarafından gerçekleştirilebilir; toplumun, dizginlemek ve zapt etmekle görevli olduğu irade ve tutkulara ram olarak gerçekleştirilemez” (Burke, 2016: 93).

Muhafazakâr bilinç, insanın birey olarak varlığına ve özgürlüğüne karşı çıkar. İnsan toplumda birey olarak var olduğunda sınırsız haklara sahip olduğu düşüncesiyle bütüne zarar verir. Muhafazakârlar, bu problemi gidermek için bireye kaşı çıkıp devlet otoritesini merkeze alırlar. Devlet, yönetimin beynidir ve birey üzerinde caydırıcılığı vardır. Devletin buradaki fonksiyonu muhafazakâr tavrı desteklemek içindir. Toplum zaten muhafazakârların arzuları doğrultusundaysa devletin fonksiyonu merkezde bulunmak ve organizasyonu sağlamaktır. Toplumsal mühendisliğe kalkışmak, merkez otorite olarak toplumu yeniden tasarlamak değildir.

Muhafazakârların modernleşmeye toplum bağlamında eleştirisi, modernitenin birey kuramından kaynaklanır. Modern dünya, bireyin hâkimiyetinde gelişir ve bireyselleşme ile modernleşme eş zamanlı süreçte gerçekleşir. Modernitenin bireyi üretmesi ise geleneksel yapıyı yıkarak tecrübe edilmemiş bir dünya kurmak içindir:

“Sanayi devrimi sonrasında oluşan yeni sosyolojik yapı, muhafazakârların önem verdiği cemaat, aile, akrabalık ve komşuluk ilişkilerinde büyük bir tahribata yol açmıştır. Tönnies’in altını çizdiği ‘gemmeinschaft’ın (topluluğun) ‘gesselschaft’a (topluma) dönüşümüyle, başka bir ifade ile bir insan omurgasını andıran düzenlilik ve uyumdaki geleneksel toplumu ayakta tutan ana damarların çözülmesi ile birlikte anomi, yabancılaşma ve çözülmeyi ifade eden toplumsal karmaşaya doğru seyreden bir sosyolojik yapı meydana gelmekteydi. Sanayi devrimine bağlı olarak gelişen yeni toplumun merkezi cemaat yapılarının kumanda ettiği köyler olmaktan çıkmış, şehir birimleri olmaya başlamıştı. Şehirlerdeki aşırı yığılmaların sonucunda çözülen cemaat yapısı, yerini atomize bireylere bırakarak geleneksel dayanışma, sadakat, bağlılık gibi değerler kendiliğinden tasfiye sürecine girmişti” (Akıncı, 2012: 62).

Görülüyor ki bireyin ortaya çıkışı büyük bir dönüşümden sonraki karmaşayla ilişkilidir. Organik toplum modeli daha küçük çaplı yerleşimlerde mümkün iken sanayileşme sonrası kentler cemaatsel birliktelikleri kendiliğinden reddeder. Çünkü kentlilik, kendini kurtarmayı ve varlığı sürdürmeyi gerektirir. Bu tür yerleşimler daha çok ekonomik ilişkilerle şartlarını belirlemekle birlikte insanı tabiattan kopararak yapay bir yaşam modeli sunar. Organik toplumun en küçük birimi olan aile, modern kentlerde önemini yitirir ve insanların aile içindeki rollerinden ziyade iş bölümündeki fonksiyonu esas olur. Kısacası kentli birey, insanlığın daha önce tecrübe etmediği bir kişiliktir ve gittikçe büyüyen bir sosyolojik probleme işaret eder. Modernitenin kurduğu bu yeni toplum modeli gittikçe çöker: “Joad, çökmüş bir toplumun bazı özelliklerini şöyle sıralar: lüks; şüphecilik; yorgunluk; bâtıl inanç; birey ve bireysel tecrübelere aşırı önem vermek; ahlâk, estetik, metafizik ve ilahiyatla ilgili görüşlerin bireyselci analizi tarafından teşvik edilen ve bunların bireyselci analizlerini teşvik eden bir toplum” (Kirk, 2005: 24-25). Muhafazakârlık modernleşmenin hızlı değişimini reddederken burada sıralanan her bir maddeye eleştiri getirir. Geleneksel toplum modeli lüks hayatın karşısında kanaatkârdır, kendi değerlerinden emindir, inanç hususunda hassas ve otoriterdir. Böylelikle muhafazakârların bireye karşı geliştirdiği eleştirinin nedeni ve buna karşın ne talep ettiği belirginleşir. Birey, aklıyla varlığını ispat eder ve akıl yoluyla ulaştığı her sonuca aşırı güven duyar. Bu, her ne kadar kendi tecrübesi olsa da tekliğinin arkasındadır. Kendini geçmiş zamana nazaran üst seviyelerde gören birey, geleneksel

sonraki modern koşullarda kendi kendini imha edecektir. Özipek’in Vincent’ten aktardığına göre muhafazakârlar, bireyselliği gerçek dışı bir tip olarak görür: “Muhafazakârlar açısından –hümanistlerin ‘evrensel insanlık’ı veya sosyalistlerin ‘sınıf’ı gibi- kolektif bütünlükler ne kadar gerçek dışı ise liberal ‘birey’ de o ölçüde gerçek dışıdır; çünkü ‘(s)oyut bireyler ve kozmopolit insanlık hayal gücünün uydurmalarıdır” (Özipek, 2011: 92). Modernitenin ürettiği sanal dünya, insanı da gerçek dışı bir pozisyona sürükler. Birey, kurgulanmış bir karakter gibi hayal edilen bir âlemin içinde yaşar.

İnsan toplumsal bir varlık olarak üretir, geliştirir, tarihe bırakır, geleceği bekler. İnsanlar arası ilişkiler sadece üretim esasına dayanmaz, ortak inançlar ve hisler insanın toplumsallığını pekiştirir. Muhafazakârlar insanın bu özelliğine dayanarak bireyliğine karşı çıkar. Çünkü birey, tüm bu ortaklıklara rağmen toplum içinde yalnız kalır:

“(…) Burke için âdetler, çok daha önemli bir yerdedir ve ‘(â)det, ‘ikinci doğa’ olmanın çok ötesinde doğanın kendisidir.’ Bunun anlamı, muhafazakârlığın bireysel insanı, devralmış olduğu tarihsel mirasın ve içinde yaşadığı toplumsal değerlerin onun neredeyse ikinci bir doğasını oluşturduğu ahlakî bir varlık olarak görmesidir. Toplumsal çevrenin neredeyse bir ikinci doğa olması, muhafazakârlığın, bireyin toplumsal bir varlık olması boyutuna verdiği önemin ifadesidir” (Özipek, 2011: 94).

Muhafazakârlara göre toplumun en büyük mirası geleneklerdir. Birey, ancak gelenekle bağ kurduğunda cemiyete dâhil olur, yalnızlıktan ve yabancılıktan kurtulur. Bu, toplumun kendiliğinden kurulduğu ortamdır. Muhafazakârlara göre toplum bireyden önce vardır ve bireye şekil veren toplumdur. Dolayısıyla tarihsel bilinçten ve gelenekten yoksun olan bireyin toplumun organik yapısında varlık kazanamaması yabancılaşmanın işaretidir. Muhafazakârlara göre birey, toplum içinde olduğunun bilinciyle organik yapıya katıldığında özgürlüğe kavuşur. Çünkü organik yapıya bilinçli olarak katılmak bireyi yabancılıktan ve yalnızlıktan kurtararak toplum içinde hür bir şekilde yaşamasına imkân sağlayacaktır. Dünü, bugünü ve geleceği bir bütün olarak gören bu anlayış modern çizgisellikten çok farklıdır. Modern bireyin toplumdaki varlığını bu bütünlük ve süreklilik değil, ekonomik ilişkiler belirler. Toplum, eşit bireylerin birlikteliğiyle meydana gelen heterojen bir yapıdır. Buna göre modern birey, yalnızlığı etrafında sınırsız bir özgürlük alanına sahip olur; ancak bu özgürlük alanı ile muhafazakârların yukarıda bahsettiğimiz özgürlük anlayışı farklıdır. Muhafazakârlar geçmişi, bugünü ve geleceği bir bütün olarak görüp insanın topluma katılımını bu şartlarda sağladığında, toplumsal görevlerin bir zorunluluktan değil sorumluluktan geldiği bilinciyle hareket

ettiğini, buna göre gönüllülük esasına bağlı olduğundan insanın kendini hür ve mutlu hissedeceğini savunur. Modern birey ise topluma zorunlulukla katılır; ekonomik özgürlük için çalışır. Dolayısıyla modern birey toplum mekanizmasının küçük bir çarkıdır; birey de bu değersizliğinin farkındadır ve işinin sorumluluğunu bir yaşam tarzına dönüştürmesi düşünülemez. Modern birey, tüm bu şartlara karşın statü olarak eşitliğini ve özgürlüğünü savunur; ancak bu eşitlik ve özgürlük görecelidir: “[Bonald’a göre] İnsanlar ancak aile, cemaat, kilise, lonca gibi kurum ve normların otoritesi altında refah ve mutluluğa ulaşabilir. Toplumsal bağın özü hiyerarşi olup eşitlikten söz etmek boşunadır” (Vural, 2011: 68). Muhafazakârlar, otoriteyi özgürlüklerine engel bir kurum olarak görmezler. Çünkü otorite, özgürlük sağladığı takdirde hâkimiyet kurar. Buradaki özgürlüğün modern anlamda kullanılmadığını yineleyelim. Özetle muhafazakârlar bireye geleneksel değerler etrafında kıymet verirken modern bireyselliğe karşı çıkar. Çünkü cemiyeti kuran en küçük parça ailedir ve aile içindeki fertler cemiyete bu bağlılıkla katılırlar. Bu durum bireyin değersizliğini ifade etmez; bilakis muhafazakâr toplum yapısı modernleşmenin gelip dayandığı yabancılaşmaya karşı bireye toplum içinde sorumluluk yükler ve birey değerini toplum içinde bulur. Diğer taraftan muhafazakârlara göre toplum sadece bireylerden müteşekkil değildir; “geçmişten geleceğe uzanan ve şimdiki zamanda yaşayanların bireysel varlığını aşan bir ‘bütün’dür” (Özipek, 2011: 97). Muhafazakârlar toplumun akılcı yöntemlerle kurulamayacağını, gelenek bilinci sayesinde kendiliğinden sürekliliğini sağlayacağını savunur.

Muhafazakâr toplum anlayışında geleneğin yeniden üretimi şeklinde biçimlenen millet kavramından da bahsetmek gereklidir. Fransız İhtilali sonrası dünyayı sarsan milliyetçilik cereyanı muhafazakârların moderniteyle uyum sağlamalarının önemli bir yoludur. Her ne kadar modernitenin ürünü olsa da, modernleşme sürecinde geleneği yadsımadan yenileşebilmenin göstergesidir. Dolayısıyla muhafazakâr yönü ağır basan bir kavramdır:

“Muhafazakâr düşünce açısından millet kavramı, toplumun aynı özden neşet etmiş bir cemaat olarak kavranmasını zorunlu kılar. Bir millete ait olmak, o milletin özünde bulunan tarih ve toplum ötesi öze sahip olmayı içerir. Dolayısıyla muhafazakârlar açısından millet olmak iradi değil cebri bir haldir. Bu nedenle