• Sonuç bulunamadı

Muhafazakârlık ve Modernite

I. BÖLÜM: MUHAFAZAKÂRLIK: KAVRAMSAL ÇERÇEVE

1.2. Muhafazakârlık ve Modernite

Muhafazakâr düşünce varlığını değişime borçludur. Değişim gerçekleştikçe geride kalanları koruma eğilimi meydana çıkar. Gelenekle yeni olan arasında uyum sağlama çabası muhafazakâr düşünceyi doğurur. Buna göre muhafazakârlık, her ne kadar tepki hareketi gibi görünse de karşı çıktığıyla var olan bir yapıya sahiptir. Kavramın yaygın kullanımında da bu tepkicilik öne çıkmakta, reaksiyonist/radikal tepkilerle karıştırılmaktadır. Hâlbuki yenileşme sürecinde hiçbir hareket geçmişi yadsımaz; bir şekilde gelenekle hesaplaşır. Bu hesaplaşma kimi zaman şiddetle birleşerek zorla

gerçekleşir kimi zamansa geleneksel ölçüler dikkate alınarak tedricen sağlanır. Bu hesaplaşmayı baba-oğul çatışması olarak okumak da mümkündür:

“Olgunluk ile toyluk arasındaki fark, tarihin hiçbir döneminde 19. yüzyılda olduğu kadar keskin, hatta uzlaşmaz bir karşıtlık olarak tezahür etmiş değildir. (…) Baba’da, yani olgunların dünyasını temsil eden figürde bir kısırlık, yetmezlik, kokuşmuşluk vurgulanıyordu. Çünkü oğul artık onu öyle görüyordu. Öte yandan Oğul ya da genç ise tecrübeden, geleneğin tecrübesiyle sabitlenmiş doğrulardan şüphe eden, geçmişi ve bugünü gelecek adına harcamaktan çekinmeyen bir yoldan çıkmıştan başkası değildi. Çünkü, Baba, artık Oğul’u öyle görüyordu” (Öğün, 2011: 19).

Öğün, devamında, bu kavram çiftinin ontolojik olarak birbirine muhtaç olduğunu belirtmektedir. Yani baba-oğul çatışmasında bir devinim, süreklilik söz konusudur. Bugünün Oğul’u yarının Baba’sı konumundadır. Bugün yeni olan, yeniyi savunan ve geçmişi yadsıyan, yarın yadsınan konumuna geçecektir. Muhafazakâr düşünce işte bu minvalde gelişen bir ortamda, 19. yüzyılda kökleşir; Baba-Oğul arasındaki uyumu ve sürekliliği sağlama eğilimindedir. Görülüyor ki muhafazakârlık, değişim ve modernleşme sürecine içkin bir kavramdır.

Diğer taraftan, muhafazakâr düşüncenin moderniteye tavrı da tartışmalıdır. Modernitenin bir ürünü olarak muhafazakârlık onu reddetmekten ziyade tahkim eden bir yapıya sahiptir. “Muhafazakârlığın anlam dünyası, modernitenin hediyesi bir anlam dünyasıdır ve özbilincini oluşturan kategoriler, özgünlüğünü sağlayan ayırdedici çizgiler muhafazakârların kazanımları değildir, modernitenin kendi tarihi içerisinde korunmuş ve beslenmişlerdir” (Çiğdem, 1997: 36). Muhafazakârlar moderniteye karşı söylem geliştirirken aslında onun imkânlarını kullanırlar. Dolayısıyla kökten bir reddedişten söz etmek mümkün görünmemektedir. Daha ziyade modernitenin sınırlarını çizdiği ve kurallarını koyduğu bir dünyada modern olmayanı ikna etme amacıyla korumacı bir tavır izlerler. Korunanın değişmeyeceğinden söz edilemez. Yine Ahmet Çiğdem’e göre “[M]odernite, politik olarak muhafazakârlığı dışlamaz. Kültürel muhafazakârlıksa, modernitenin kendini tahkiminin önemli bir parçasıdır” (Çiğdem, 2012: 43). Buna göre, muhafazakâr düşünce gelenekten çok modern olana hizmet eder. Maksat, yeni olanın, sürekliliğin parçası olduğunu ispatlamaktır: “Muhafazakârlık, ‘eski’ (kadim ve ezeli) ve yerleşik olanın, geleneksel ve kutsalın sürekliliğini modern koşullarda sağlamaya çalışmanın iradesine ve yeteneğine sahiptir; bu irade ve yetenekle Restorasyon’dan ve gelenekçilikten farklılaşarak kendini vareder” (Bora, 1997: 6-7). Görüldüğü üzere muhafazakârlık modern olanı kabullendirmek, ona katkı sağlamak

amacındadır. Bir nevi modernleşmenin tıkandığı yerde müdahalede bulunarak onun yolunu açar, süreci hızlandırır. Bu durum elbette bir paradoks içerir:

“Muhafazakâr, kolay olunabilecek bir şeydir ama kolay taşınabilecek bir şey değil. Çünkü trajik bir ruh ve zihin iklimini ister istemez dayatacaktır. Neden? Çok basit, bir kere modernleşmenin doğrudan doğruya hediyesidir. (…) Yani, muhafazakârlık dediğimiz şey, belki düz gidişatı itibariyle siyah ve beyazdan oluşan modernleşmeyi daha gölgeli, daha nüanslı, daha kabul edilebilir, daha boyutlu bir mesele haline getirip içselleştirme durumudur. Tabii bu onu çok gerilimli bir noktaya taşıyacaktır” (Öğün, 2004: 141).

Daha önce de belirtildiği gibi “peşin yenilginin adamı” olarak muhafazakârlar, inkıraz devirlerinde aktif bir rol oynar. Bu yüzden toplumların modernleşme süreçlerindeki keskin noktalarda muhafazakâr zihniyetin aktif görev aldığı dikkat çeker. Yenilgi kabullenilmiştir, değişim şarttır. Gelenekse bu değişimin önünde engel teşkil eder. Muhafazakârlar her ne kadar toplum mühendisliğine karşı olsalar da bugünü muhafaza etme amacıyla böylesi mühendislik hareketlerine de girişebilir. Söz gelimi tarihsellik çarptırılır, gelenek icat edilir, dinin etkisi farklı noktalara çekilerek din yeniden üretilir. Moderniteyle karşılaşan, buna bağlı olarak kaçınılmaz sancılar çeken, sonunda devrimlerle yüzleşen toplumlarda muhafazakârlar tüm bu olumsuzlukları kabullenerek işe başlar: “Muhafazakâr akıl, yenilgiyi kabullenir, ıztırap ve çileyi kutsar. Üstelik çektiği azabı, meşruiyetinin varlık nedeni sayar” (Dural, 2005: 212). Muhafazakâr düşünce, baskı dönemlerinde güçlenir, baskı arttıkça muhafazakâr üretim de artar. Modernite geleneği ötekileştirdikçe muhafazakârlık onu yeniden üreterek bugünde canlı kalmasını sağlar. Değişimin en şedit noktaya ulaştığı devrimlerden sonra gelenek, toplumsal sürekliliğin bir sonucu olarak kendini üretmeye devam eder.

Muhafazakârlığın moderniteyle sorunlu ilişkisi, modernliğe bağlam bağımlı bir kavram olması, modernleşme sürecinin kendisi ile alakalıdır. Nazım İrem’in Marshall Berman’dan aktardığına göre;

“Modern olmak bir paradoks ve tezadı yaşamaktır. Bir yandan, bütün değerleri, hayatları ve toplulukları kontrol ve yok edebilecek bir bürokratik örgütlenme ile güçlenmek demekken, aynı zamanda bu güçler ile karşılaşıp, onların dünyasını değiştirmek ve kendi dünyamız haline getirmek için, savaşmak için karşı konulmaz bir kararlılık içinde olmaktır. Hem devrimci hem muhafazakâr olmaktır” (İrem, 1997: 66).

Muhafazakârlığın çelişkisi gibi görünen modernliği sürdürebilir bir yapı olarak görme tutumu, aslında modernliğin paradoksudur. Dolayısıyla modernite ve muhafazakârlık

olacaktır. Buna göre muhafazakârlık kavramının yaygın yanlış kullanımı da ortaya çıkmış olur. Genellikle modern olana, değişime tepki içerdiği düşünülen kavramın aslında modernitenin bir getirisi olduğu, modernleşmenin de kaçınılmaz tavrı olduğu görülmektedir. Bir karar, proje ya da plana dayanmayan modernlik Batı’nın yaşadığı deneyimdir ve sonradan bu adı alır. Modernleşme ise modernlikle bir şekilde muhatap olmuş ve ona kayıtsız kalamamış toplumların yaşadığı tarihselliği ifade eder (Dellaloğlu, 2016: 56-57). Batı ile aramızdaki farkın bir gecikmişlikten ziyade zihniyetle alakalı olduğunu söyleyen Besim Dellaloğlu daha hızlı modernleşildiğinde modernliğin yakalanamayacağını söylemektedir. Batılılaşma süreci modernleşmeyi ifade eder. Modernite, muhafazakâr tavrı da barındırmaktadır. Modernleşme sürecindeki Batı-dışı toplumlarda muhafazakârlığın bir tepki hareketi olarak görülmesinin altında yatan neden burada açığa çıkmaktadır. Modernleşen toplumlar geçmişi yadsıdığında daha hızlı modern olacağını düşünmektedir. Hâlbuki modernite muhafazakâr bir tavırla ilişkilidir:

“Muhafazakârlık ancak ve ancak ciddi değişim süreçlerinden geçen toplumlarda ortaya çıkabilir. Muhafazakârlık, Batı’nın modern olurken geçmişiyle kurduğu ilişki biçimidir. Belki de modernliğin inşa sürecinde ‘geçmişte hiç mi değerli, anlamlı bir şey yoktu’ serzenişidir muhafazakârlık. Dolayısıyla muhafazakârlık Batı’da modern olmanın vazgeçilmez parçalarından biridir. Yani Batı’da muhafazakâr olmak modern olmayı dışlamaz, hatta tahkim eder” (Dellaloğlu, 2016: 70-71).

Teorik zemini Fransız İhtilali sonrası tepkilere dayanan, Aydınlanma ve Sanayi İnkılabı sonrasında bir XIX. yüzyıl ideolojisi olan muhafazakârlığın Batı’da moderniteye içkin bir kavram olarak doğduğunu, değişimin gelenekle hesaplaşmak suretiyle gerçekleştiği görülmektedir. Buna göre modern olanın geçmişle ilişki kurmasının bir sakıncası yoktur; onu gerici ya da modern karşıtı yapmaz. Modernleşen toplumlarda ise muhafazakârlık mürtecilikle eşdeğer tutulur. Geçmişle kurulan ilişki ilerlemeye, Batı gibi olmaya halel getirir. Dolayısıyla muhafazakârlık yanlış yorumlanan bir kavram haline gelir ve Batılılaşma/modernleşme tarihi bu bağlamda yanlış anlaşılmaktadır. Yine Dellaloğlu’ya göre “Modern olmak, yeniyi eskinin hakkını teslim ederek kucaklamaktır. Modern olmak muhafaza edebilmeyi de bilmektir. Belki seçici bir ‘muhafazakârlık’tır bu. Her şeyi değil ama bazı şeyleri. En azından. Aslında bizi modernleşmemizin böyle bir yönü de yok değildir” (2013: 163). Kısacası görülmektedir ki, modern olmak muhafazakâr olmayı gerektirir. Modernite, geçmişi yadsımayan, onunla hesaplaşan bir zihniyetin ürünüdür. Bu yüzden modernlik ve muhafazakârlık

birbirini tamamlayan kavramlardır. Modernleşen toplumlarda ise muhafazakârlık mürtecilikle ilişkilendirilir ki toplumların modernleşme tarihini bu perspektiften okumak doğru değildir. Çünkü bu tavır muhafazakârlığın sınırlı alanda bir tepki hareketi olarak algılanmasına neden olur; onu siyasi kanatta sağ ideoloji olmaya mahkûm eder.

Bir yaşam tarzı, bir bakış açısı olarak muhafazakârlık, basit bir ideoloji olarak kolay kolay sınıflamaya gelemeyen, sınırları net olarak belirlenemeyen bir kavramdır. Çoğunlukla karşıtı olarak tanımlanan liberalizmle de iç içe geçmesi bu yüzdendir:

“Semantik olarak bakıldığında muhafazakârlık, ‘devrimden korunma’ tavrını akla getirmektedir ki bu, özünde izafî, psikolojik bir tavır olarak belirmektedir. Psikolojik, çünkü insanda besleyip büyüttüğü bir şeyi doğal olarak yıkımdan koruma güdüsü vardır. Korunan şey ise, otantik gelenek olduğu gibi, zamanla süreklilik kazanan bir sözde-gelenek de olabilir; modernizm de zaman içinde muhafazakârlık şeklinde psikolojik bir tavra dönüşebilir, kendine özgü bir muhafazakârlık üretebilir. Nitekim modern-dünya görüşünün dayandığı ana politik ideoloji olan liberalizm ile konservatizm arasındaki sınırların zaman zaman oldukça bulanması aslında bunun göstergesidir” (Gencer, 2006: 155).

Buna göre muhafazakârlık hemen her ideolojiye kolaylıkla eklemlenebilen, insanı ve toplumu kuramsal çatışmalardan uzaklaşarak yaşamsallığıyla anlamaya çalışan, yorumlayan, değerlendiren bir düşünce üslubudur. Karşıtı, mutlaka bir -ism ile belirtilecekse ‘radikalizm’dir. Muhafazakârlığın yaşamda doğrudan karşılık bulması sosyoloji ile kurduğu ilişkiye de işaret eder. Cevat Özyurt, muhafazakârlığın her topluma özgü bir denge savunusunun sosyolojik düşünce temelinden kaynaklandığını belirtir. Ona göre muhafazakâr tarihsel sosyoloji, toplumsal yaşamın genel ilkelerinin bulunacağı ve toplumun siyasal irade aracılığıyla iyileştirilebileceği savları karşısında kolektif akla, tarihe ve farklılığa vurgu yapar vetoplumsal olanı kutsallaştırır. Robert Nisbet de muhafazakârlığın sosyolojik bir çekirdeğe sahip olduğunu belirtmektedir (Özyurt, 2016: 108-109). Muhafazakârlık, kendilik bilincini keşfetme aracı olarak sosyolojik düşüncenin omurgasını oluşturur. Modernleşen toplumlarda sosyolojik düşüncenin faaliyete geçtiği, modernleşmeye uygun zemin hazırladığı ve bunu Batılı ölçütlerle gerçekleştirdiği görülür; muhafazakârlık da bu çerçevede sosyolojik uyum sağlama sürecinin düşünce üslûbunu belirler.