• Sonuç bulunamadı

İkili Karşıtlıklar

III. BÖLÜM: XIX. YÜZYIL TÜRK ROMANINDA MUHAFAZAKÂRLIK

3.1. Tanzimat Romanında Yeni İnsan

3.1.2. İkili Karşıtlıklar

Muhafazakârlık, aşırılıklar karşısında itidali öğütleyen, karşıtlıkları uyuma dönüştürmeye çabalayan bir düşünme biçimidir. Batı’yla olan dirsek temasının yaygınlaştığı ve hayatın bütününe yayıldığı Tanzimat döneminde aydınlar, geçmiş ve şimdi arasındaki çatışmanın farkına vararak eskiyi inkâr etmeden yeniye adapte olmayı

görülen ikiliklere sentezci bir bakışla alternatif üretilir. Türk modernleşmesinin ilk devresinde görülen bu yaklaşım ve edinilen bu alışkanlık, sonraki dönemlerin de hâkim paradigmasını belirlemiş olur; Türk modernleşme süreci günümüze kadar aynı sentezciliği düşünce sisteminin merkezine yerleştirir. Bu durum aslında trajik bir görünüme sahiptir. Öyle ki Tanzimat’la beraber hız kazanan modernleşme faaliyetleri yüzyıllardır kendisiyle mücadele edilen bir düşman karşısında yenilgiyi ifade eder ve bu yenilgi sonrasında düşmanın ürettiği yeni toplumsal durumdan yararlanma ihtiyacı da çelişkili bir biçimde temel amaç haline gelir. Yani iki vazgeçilmezden birini tercih etme zorunluluğu trajediyi doğurur; satrancın kurallarını öğrendiği anda şahını kaybeden kişinin ruh hali Tanzimat’ın duygusal düşünce ortamına uygun düşer (Daşcıoğlu, 2014: 17). Tanzimat dönemine egemen olan bu trajik durum33, roman türü söz konusu olduğunda daha dingin bir görünüm sergiler. Denilebilir ki dönem romanı, aydınların çelişki çıkmazından kaynaklanan çatışmaları üzerine kurulu değildir; daha ziyade, bilhassa dönemin en üretken ismi olan Ahmed Midhat Efendi’de, modernleşmeye karşı beslenen tedirginliğin giderilmesi yolunda itidalli bir dönüşüm amaçlanır; bunun için insanın yenileşmesiyle birlikte gündeme gelen iyi-kötü karşıtlığı belirgin örneklerle ikili karşıtlıklar kurularak işlenir. Batılı bir tür olan roman Türk edebiyatında varlık göstermeye başladığında ilk etapta mevcut geleneksel edebiyat ortamına uydurulmaya çalışılmış, tematik veya yapısal tepkiler de bu doğrultuda gerçekleşmiştir. Yani Batılı türün “tekniği” alınırken “kültürü”ne direnç gösterilmiş; Batı’nın aklı örneklenirken Doğu’nun ruhu muhafaza edilmeye çalışılmıştır. Dönem romanını inceleyen çalışmalarda da bahsedildiği üzere romanın temelde karşıtlıklar üzerine şekillendiği söylenebilir. Çalışmanın bu bölümünde gerek içerik gerek roman tekniği bakımından Batılılaşmaya yönelik tedirginliğin ya da Batılılaşma trajedisinin giderilmesine yönelik muhafazakâr arayışlar incelenecek, modernleşmenin hangi ölçülerde tasvip ve/ya reddedildiği, buna karşın karakter üretimi bağlamında ikili karşıtlıklar yoluyla nasıl alternatif üretildiği romanlardan hareketle değerlendirilecektir.

Muhafazakârlık, Şükrü Argın’ın da belirttiği üzere bağlam-bağımlı bir kavramdır (2013: 467) ve öncelikle karşı olduğu her ne ise ona göre kendi sınırlarını belirler. Buna göre

33

“Bütün modernleşmeler trajiktir. Sürekli kendisi olmak ile başkası olmak arasında radikal seçimler yapma durumunda kalmak. Bizim modern olmamız için başka tür bir takvim ve başka tür bir şapkaya ihtiyacımız olmuştur. Batılı böyle bir trajediyi yaşamamıştır. Bu ülkenin modernleşmesi bir tür kendimiz olmaktan utanmanın hikâyesidir. Bu nedenle bizim memleketin modernleşmesinin biliminden çok sanatı yapılır (Dellaloğlu, 2013: 36). Türk modernleşmesinin tüm evrelerini kapsayan bu ifadeler, sürecin başlangıcından itibaren aynı trajik gerilim içerisinde geliştiğine işaret eder.

Türk romanının başlangıç aşamasında özellikle Ahmed Midhat Efendi’nin olumsuzladığı karakterin karşısına ideal tip üretmek suretiyle kurduğu karşıtlıklarda muhafazakâr bir yaklaşımda olduğu söylenebilir. Romanlarına geçmeden önce gerek fikir ve gezi yazılarında gerekse romanlarında aynı tavrı sürdüren muharririn muhafazakârlığı, Doğu-Batı gerilimine sentezci yaklaşımında belirginlik kazanır. Ahmed Midhat, Doğu ve Batı medeniyetlerinin ayrı ayrı meziyetleri olduğunun farkındadır: “Doğu medeniyeti ferdî ve sosyal ahlak üzerine çok eğilmiş, buna mukabil maddî terakkiyi -o da son asırlarda- ihmâl etmiştir. Batı ise maddede inanılmaz derecede tekâmül göstermiş, fakat ahlâken gittikçe çökmüştür. Şu halde müstakbel medeniyet, Batı’nın maddî, Doğu’nun manevî terakkisine dayanacaktır” (Okay, 2017: 53). Ahmed Midhat’ın idealize ettiği medeniyet, birbirine karşıtlık oluşturan ve birbirlerine göre eksikliklere sahip olan iki kültüre eklektik yaklaşımla inşa edilir. Buradan ortaya çıkacak sentez, Doğu’yu da Batı’yı da ihya edecektir. Yine Orhan Okay’ın aktardığına göre Avrupa’da Bir Cevelan’da da sentezci görüş açıkça gündeme getirilir ve bu yönde gerçekleşecek bir modernleşme hem Doğululara hem de Batılılara tavsiye edilir:

“Milel-i şarkıyenin medeniyet-i umûmiye-i âleme ettiği hizmet yalnız bir hizmet-i mâneviyeden ibâret olmayıp maddiyâta da taallûku bulunduğu müberhendir. Ancak bugünkü günde Avrupa’nın terakkıyât-ı maddiyesi milel-i şarkıyenin hiçbir zaman hayalinden bile geçmemiş olduğu derece-i kemâlde bulunduğundan biz Şarklılar terakiyât-ı maddiye için Avrupa’yı tetebbua muhtaç ve mecburuz. Nasıl ki Garplılar dahi hakayık-ı elsine ve eknâh-ı hikemiye için hâlâ kendilerini Şark’ın tetebbuuna muhtaç ve mecbur görüyorlar. İmdi, Şark ve Garp dest-i vifak ve muâvenetini birbirine uzatıp terakkiyât-ı maddiyye ve mâneviyece yekdiğerinin tetebbuat ve tahayyirâtına muâvenet edecek olurlarsa ikisi de bu müt’ib ve müşkil işlerini kolaylaştırmış olurlar” (Okay, 2017: 54).

Dönem aydınları içerisinde muhafazakâr kimlik ve duyarlılığını romanlarında en belirgin örneklerle işlediği, Tanzimat döneminde zaman zaman değişiklik gösteren Batı telakkisinin yansımalarını tüm boyutlarıyla romana taşıdığı görülecek olan yazar, Avrupa’da Âdâb-ı Muaşeret’te de Batı medeniyetinin usul ve adabının öğrenilmesi gerektiğini vurgular. Buna göre Avrupa’yı tanımanın temel şartı onların yaşayışını bilmekten geçer ve pek çok fayda barındırır. Avrupa adabını tanımak, üç yüz milyonluk Avrupalının medeniyetini öğrenmektir. Böylece alafranga adı altında her türlü rezilliği mubah görenlere karşı milli terbiyeyle karşı koyulabilir. Diğer taraftan Avrupa’dan yapılacak edebi çevirilerin daha iyi anlaşılması ve öğrenilen bilgilerin hayata

kolaylık sağlar (2016: 19). Görülüyor ki Ahmed Midhat’ın idealize ettiği Batılılaşma taklide dayanmadan kültürel atmosfere adapte olmayla ilgilidir. Yerli kimliği muhafaza etmeyi önceleyen yazar, 1894 tarihli bu eserinde önceki endişelerden sıyrılarak daha yerleşik bir Batılılıktan söz eder.

Ahmed Midhat’ın romanlarında ise ilk dönemden Jöntürk’e kadar Batılılaşma tartışmaları merkezi önem arz eder; hatta bu türün imkânlarını sınırları zorlayacak derecede sentezle bağdaşır. O, Batı’da okuduğu bir romanı, haberi; karşılaştığı bir olayı çevirerek anlatmaktansa adapte etmeyi tercih eder. Örneğin Çengi’deki Don Kişot uyarlaması, Nurdan Gürbilek’in etkilenme endişesi bağlamında tartıştığı üzere34, Batı’nın aklını Doğu’nun ruhuyla buluşturma, Doğu-Batı karşıtlığını uyum sürecine dönüştürme anlamında ilginç bir örnektir. Bu türden uyarlamaların dışında kalan romanlarda da onun özellikle ikili karşıtlıklara göre kurgulanan karakterleri üzerinde sentezciliğinden söz edilebilir. Diğer taraftan onun ideal karakterleri itidali benimseyerek hiçbir zaman uçlarda yaşamaz; Doğululukları da Batılılıkları da eklektik bir tavırla çizilmiş sınırlardadır ve bu bağlamda olumsuz kişilerle ikili karşıtlık kurmak suretiyle tam olarak sentez fikrinin ürünüdür: “Geleneklerden kopmamış, diğer yandan batılı manada modern ilimleri de takip etmiş, kendisini iyi biçimde yetiştirmiş, kültürlü kişilerden Hasan Mellâh, Râkım Efendi, Nasuh, Resmi Efendi, Ahmet Efendi, Suphi Bey, Mustafa Kamerüddin, Polini, Abdullah Nahifi, Nurullah Bey Ahmet Mithat’ın yapmaya çalıştığı sentezi temsil eder” (Yeşilyurt, 2014: 308). Burada anılan isimlerin niceliksel çoğunluğu dahi Ahmed Midhat’ın romanlarında Doğu-Batı gerilimini ne denli gidermeye çalıştığını ispatlar niteliktedir. Ayrıca Râkım, Nasuh, Resmi, Suphi gibi

34

Nurdan Gürbilek, Batı’dan alınacakları yalnızca teknikle ve şekille sınırlayan, Batı’ya kapılmaya karşı koymayı temel ilke edinen bir edebiyatta etkilenmenin daima kötü etkilenme olarak algılandığını belirtir. Bu yüzden Tanzimat romancısı teknik ve içerik yönüyle mümkün mertebe bu durumu bertaraf etme eğilimindedir (Gürbilek, 2014: 33). Yazar, ilgili durumu daha sonra Çengi üzerinden örneklemektedir: “Etkilenme problemi açısından bakıldığında gerçekten de ilginç bir kitaptır Çengi. ‘İstanbul’da Bir Don Kişot’ bölümünde Saliha Molla oğlunu tümüyle kitabi bir dünyaya hapseder. Romanın ‘Âşık Peder’ adlı ikinci bölümündeyse bunun tam tersi söz konusudur. Kızına cinnete bağlı bir aşkla bağlı olan Canberd Bey kimseden etkilenmesin; heves, arzu ve aşktan uzak dursun diye kızına kitap yüzü göstermez. Bu iki aşırı duruma karşı tabii ki orta yolu, ebeveynin gözetimindeki doğru terbiyesi, temkinli okumayı, yani yabancı romanlara karşı kendi benimsediği doğru tavrı savunacaktır Ahmet Mithat. Kendisi Don Quijote’den etkilenmiştir etkilenmesine ama Cervantes’i çevirmek yerine Osmanlı kültürüne uyarlamayı seçmiştir” (Gürbilek, 2014: 43). Buna göre Ahmed Midhat’ın Batı kökenli bilindik bir romanı yeniden üretmesi, Tanzimat döneminin sentez çabaları ile doğrudan ilişkilidir. Yabancı bir türde yazmanın sorumluluğundan kaynaklanan ağırlığı gidermeye çalışan yazar, Batı’yı uyarlamak suretiyle cemaat baskısını ve endişesini muhafazakâr bir niyetle en aza indirgemiş, böylece roman yazmanın yarattığı gerilimi hem içerik hem de teknik yönden gidermiştir.

kişiler, karşılarına züppe tipler koyularak ikili karşıtlık yoluyla pekiştirilir. Bu karşıtlıklar çerçevesinde Hülya Argunşah’ın da vurguladığı üzere onun ideal tipleri “[ç]alışmayı hayat tarzı haline getirmişlerdir, okumayı öğrenmeyi severler, her türlü ilme karşı meraklıdırlar, yabancı dil bilirler, kendi medeniyetlerini çok iyi tanırlar, örf ve âdetlerine saygılıdırlar, Batı karşısında temkinlidirler, Batı’yı tam olarak reddetmezler ama kabul de etmezler, kadına saygılıdırlar, servetlerini iyi kullanırlar vb.” (Argunşah, 2006: 56). Görülüyor ki Ahmed Midhat’ın Batılılaşma karşısındaki tavrı, yerli değerler ve sentez düşüncesi bağlamında muhafazakârlıkla ilişkilendirilebilir. Nitekim muhafazakârlık karşıtlıklar arasındaki çatışmaları gidermeye yönelik müzakereci (Öğün, 2013: 566) bir düşünme biçimidir. Ahmed Midhat’a göre esas olan taklitten uzaklaşmak35, Batı’yı kendi değerleri etrafında algılayarak yeniden üretmektir. Romanlarının geneline yayılan bu yaklaşım, karşıtlıklar kurularak işlenir. Örneğin Çengi’de hurafe ile aklıselimi, Yeryüzünde Bir Melek’te evlilikle aşkı, Karnaval ve Henüz 17 Yaşında’da ahlak ile ahlak dışını, Müşahedat’ta gerçek ile kurmacayı, Taaffüf’teyse Doğu ve Batı terbiyelerini (Esen, 2012: 44) karşı karşıya getiren Ahmed Midhat, Batılılaşmaya yönelik endişelerini sadece züppeliğe yönelik eleştirileriyle işlemez; Batılılaşmayı çok çeşitli yönleriyle gündeme taşır. Onun romanları ekseriyetle bu türden ikili karşıtlıklar üzerinden gelişir. Ayrıca Nüket Esen’in belirttiğine göre Ahmed Midhat’ın romanlarında mekân olarak İstanbul’u tercih etmesi de aynı karşıtlık sebebine dayanır. Nitekim İstanbul doğal yapısı itibariyle Doğu ve Batı kültürlerinin kesişim noktası olarak bu türden konulara uygun bir mekân niteliğindedir (2012: 53).36 Ahmed Midhat için Batılılaşma görüntüden ibaret kalmaz; yerlilik bilinciyle dâhil olunan bir süreci ifade eder. Romanlarında idealize ettiği tipler alafranganın karşısında yerliliği temsil ederken Batılılığı özü korumak şartıyla benimser. Burada özden kasıt, tecrübe edilmiş bilgi olarak değerlendirilebilir. Yerliliğin bir tavır olarak belirginlik kazanması, daha önce Murat Erol’dan aktarıldığı üzere yerli düşüncenin ve geleneksel

35

“Avrupa yanı başımızda bulunmak şöyle dursun âdeta bizim içimizdedir. Biz dahi Avrupa kıtasındayız. Hele şehrimizde birkaç yüz bin Avrupalı vardır da usul ve adab-ı muaşeretlerinden haberdar değiliz. Onlar dahi bizim adab ve usul-i maişetimizden bihakkın haberdar değillerdir ya. Lakin bizde her şeyi onlara taklide heves görülür. Bilmediğimiz şeyleri taklitteki hevesimiz dahi bizi ekseriya alafranganın gayri matbu ve gayri müstahsen cihetlerini taklide ve makul ve memduh olan şeylerini gaflete ihmale sevk eyliyor.” (Ahmed Midhat, 2016: 16) Nüket Esen de Ahmed Midhat’ın alafrangalık adı altında yapılan rezaletlere engel olmak için bu eseri yazdığını aktarır. Ona göre Avrupa adabını kaynağından öğrenmek milli adabı bozmayacaktır (Esen, 2012: 25).

36

bütünlüğün bozulması ve buna sahip çıkma çabası ile ilgilidir (Erol, 2016: 18). Ahmed Midhat’ın ve diğer Tanzimat romancılarının yerli karakterleri korurken aykırılıkları yabancılara yüklemesi, bu türden bir yerlilik bilincini muhafaza etme çabalarına işaret eder. Ayrıca Ahmed Midhat’ın ilk romanlarındaki muhafazakâr özellikli karakterlerinin büyük toplumsal misyonlar yüklenmemesi de dikkat çekicidir. Yani ideal karakterler değişimi daha ziyade kişisel düzlemde değerlendirip öncelikle kendi yaşantılarıyla çevreye örnek olurlar ve bu türden karakterler, Ahmed Metin ve Şirzad’a kadar ideolojik kisvede görünmez. Hatta bu romandaki Türkçü söylem de yine Ahmet Metin üzerinden, yani insanı merkezi alacak şekilde örneklenir. Ahmed Midhat’ın bu yaklaşımı da muhafazakârlığına işaret eder; çünkü muhafazakârlık, sistematik doktrin veya ideolojilere karşı kuşkucudur ve bundan dolayı ideolojik bir görüntü sergilemez (Erdoğan, 2004: 26). İbrahim Tüzer, Ahmet Mithat’ın Anlatılarında Kimlik İnşası ve Modernizm adlı incelemesinde Ahmed Midhat’ın savunduğu değişimin bireyi esas aldığını Ortega Gasset’in İnsan ve Herkes adlı çalışmasına dayandırarak açıklar. Buna göre toplumsal değişim “herkes”lerin dünyasına meydana gelen bir hareketliliktir ve bireyin göz ardı edildiği bu süreçte esas olan toplumu tek tipleştirmektir. Dolayısıyla bu türden değişim daha çok kabukta gerçekleşir; sığ, yüzeysel ve geçicidir. Bireysel değişim ise merkeze insanı koyarak sahici bir yenileşme sağlar (Tüzer, 2014: 55-56). Ahmed Midhat da romanlarında köksüz ve taklitçi dönüşümü eleştirip karşısına ideal tipler koyarken çok yönlü yenileşmeyi ideal kişiler üzerinden işler. Böylece, ürettiği muhafazakâr tiplerle Batılılaşmaya karşı savunma mekanizması geliştirir:

“Merak etme, öğrenme, gayret etme ve etrafındaki insanları aydınlatma gibi hususi özellikleriyle hayatı ‘herkes’e sunulan verili imkânların uzağında bireysel seçimleriyle karşılama eğiliminde olan Ahmet Mithat, Batılılaşma sürecinde öznelliğinin; kimliğine dair aslî unsurların yok olup gitmesine izin vermez. Kendisinin ve toplumun zihinsel yetisini yukarı taşıyacak, gündelik hayatını kolaylaştıracak yeniliklerin dahi tetkik edilmesi gerektiğine; Batı’nın ahlak ve kültürüne dair birçok alışkanlığının ise alınmaması gerektiğine inanır” (Tüzer, 2014: 56-57).

Ahmed Midhat, modernleşmenin tüm aşamalarına tedbir şerhi düşerken “herkes”lerin dönüşümünü engelleme amacındadır. Çünkü modernite insanı yenileyen, insanın dünyasında farklılıklar yaratan ve bu yolla topluma yayılan bir olgudur. Aksi halde ortaya çıkan durum, Jale Parla’nın ifadesiyle “başkalaşım”dır. Başkalaşımlar, çok hızlı değişim süreçleriyle meydana gelen şok dalgalarının bilinçteki izdüşümleridir ve her şeyi göze almak anlamına gelir. Bu türden denetlenmemiş değişimde korku, heyecan, kaos, bitiş, başlangıç, umut, yaratı vardır (Parla, 2012a: 13-14). Başkalaşımı yazar

olgusu bağlamında okuyan Jale Parla, Türk romanında Ahmed Cemil’e kadar bu türden bir köklü dönüşüm olmadığını ifade eder. Bu çerçevede yaşanan süreç daha ziyade “melezleşme” şeklinde adlandırılır. Bynum’dan aktarıldığına göre melez imgesinde öze ilişkin değişmeyen öğeler gizlidir; başkalaşımsa tümüyle akışkan ve değişken bir dönüşümdür (Parla, 2012a: 17). Bu çerçevede verili geleneğin üzerine kurgulanmaya çalışılan Tanzimat modernleşmesi melezlikten başkalaşıma doğru bir seyir izler. Servet-i Fünûn’a kadar geleneksel kodları muhafaza eden roman örneklerServet-inde hızlı değServet-işServet-ime karşı korunma güdüsü muhafazakâr dünya görüşünün bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Özellikle Ahmed Midhat’ın bireysel yenileşme ve ideal tipler üretme kaygısı böyle bir çabadan ileri gelir:

“(…) Ahmet Mithat, ‘her şey her şeye’ dönüşmesin diye bir irade geliştirmeye çalışır ve dönüşürken Osmanlı toplumunda yaşayan insanların bütüncül kimliğine ilişkin özellikleri kaybolsun istemez. Yazar bu istek ve iradesinde ‘ne o ne öteki, hem o hem öteki’ tarzında ‘bir melezleşme’ tehlikesinin varlığından da haberdardır. Roman ve hikâyelerinde mukayese düzleminden yansıtarak okurlarıyla buluşturduğu şahıslardan hayatı algılama tarzlarına kadar bu tehlikenin varlığını tüm çıplaklığıyla açık eder” (Tüzer, 2014: 263).

Bu görüşler çerçevesinde denilebilir ki Ahmed Midhat Efendi’nin Felâtun Bey ile Râkım Efendi’si (1876) Doğu-Batı ve alafrangalık-yerlilik gerilimini karşıtlıklarıyla birlikte kişiler üzerinden işlediği için Tanzimat edebiyatının karakteristik romanlarından biri haline gelmiştir37 ve Ahmed Midhat’ın muhafazakâr modernleşme amacını açık bir şekilde yansıtmıştır. İsimleri ve unvanları da karakterlerine uygun olarak verilen ‘Felâtun Bey’ ile ‘Râkım Efendi’, birbirine zıt iki tipin ifadesidir; bu yolla Türk modernleşmesinin iki yönü anlatılır. Felâtun, yetişme koşulları itibariyle de alafrangalığı temsil eder; giyiminden davranışlarına, eğitiminden insanlarla kurduğu

37

Şeyda Başlı’nın belirttiğine göre Vartan Paşa tarafından 1851’de yayımlanan Akabi Hikâyesi, Felâtun

Bey ile Râkım Efendi gibi iki karakterin çatışması üzerine kuruludur. Hagop ile Rupenig Aga arasındaki

karşıtlık, Katolik-Ortodoks Ermeni cemaatleri arasındaki çatışmayı anlatmasının yanı sıra Osmanlı toplumundaki dönüşümün de temsilini sunar. Bu türden bir çatışmanın Ahmed Midhat’tan yirmi beş yıl önce kurulması, Akabi Hikâyesi’nin öncü konumuna işaret eder (2010: 193-194). Çalışmada Akabi

Hikâyesi ve Felâtun Bey ile Râkım Efendi, bünyesindeki karşıtlıklar çerçevesinde çeşitli yönleriyle

karşılaştırılır: “Her iki romanın da anlam katmanını oluşturan aşk anlatısı içinde açık bir biçimde yürütülen ‘doğru-yanlış’ Batılılaşma tartışması, dinsel değerlerle özdeş görünen geleneksel ‘öz’ ile bu özün ortadan kaldırmasından korkulan ‘modern’ değerleri uzlaştırmayı başarmış karkaterler ile Batılılaşmanın yarattığı ‘tehlike’den kaçamayarak bu ‘öz’ü yitiren karakterler arasındaki karşıtlık merkezinde yürütülmektedir. (…) Felâtun Bey ile Rupenig Aga arasındaki bu karşılaştırma, bir yandan ‘züppe’ tanımlamasının yalnızca ‘Avrupai’ kılık kıyafet ya da Fransızca konuşmaktan kaynaklanmadığını göstererek Batılılaşma konusundaki farklı kavramsal çerçevelerin varlığını ortaya koyacaktır. Bununla birlikte, her iki romanın eğretilemeli yapısı içinde ‘züppe’liğin yalnızca ‘yüzeysel’ Batılılaşmayı göstermediği, Osmanlı İmparatorluğunun değişen toplum/devlet yapısı içinde birbiriyle çatışmakta olan

ilişkilere, metresinden para harcama şekline her yönüyle züppeliğin ve yanlış Batılılaşmanın örneği konumundadır. Onun alafrangalığı ailesinden gelir. Babası Mustafa Merâkî Efendi, Tanzimat’ın hızla Batılılaşmış aydın tipinin temsilidir ve Felâtun ile kız kardeşi Mihriban’ın alafrangalığının hazırlayıcısıdır. Üsküdar’daki konağını terk edip Beyoğlu’na taşınan, burada inşa ettiği kârgir binaya Rum ve Ermeni hizmetçileri doldurarak görüntü odaklı alafranga hayat yaşayan Merakî Efendi; kendine, değerlerine ve topluma bütünüyle yabancılaşmış ve etrafını da alafrangalaştırmayı amaç edinmiş bir tiptir. Eve hizmetçi olarak getirdiği Kastamonulu Mehmet’in “Çorba içiyor” ifadesini “supe yiyor” şeklinde düzeltmesi bu durumu örnekler (s. 9).38 Burada alafrangalığın yabancı dil konuşma çabası vurgulanmakla beraber gelenek-modern çatışması işlenmektedir. Ayrıca geleneksel anlatılardan Karagöz ve Hacivat’takine benzer bir parodi kurulmuş olur. Felâtun Bey, giyim ve moda meraklısıdır, çalışmayı sevmez ve babasından kalan mirasın rahatlığıyla kalemdeki memurluğunu sürekli aksatır, okumayı sevmese de gösteriş için çıkan tüm yabancı kitapları satın alır, Batılı olan her şeyi sorgulamaksızın kabullenir. Kardeşi Mihriban Hanım da serbest tavırla yetişmiş bir kızdır. Felâtun Bey, Mustafa Merâkî Efendi ve Mihriban Hanım’ın tuhaflıkları romandan şu şekilde örneklenebilir:

“İş bu baba ve oğul ve kız yahut hemşire, üçü bir yerde bulundukları zaman baba oğul şayet Mihriban Hanım’ın bir çiçeğini veya eldiven giyişini beğenmeyecek olsalar, kızcağızın üç gün üç gece ağlayacağını bildikleri cihetle başına bir çiçek değil saksıyı giymiş olsa bile pek ziyade yakışık aldığına yemin etmeye mecbur idiler. Felâtun Bey ise bir fikrini babasına teslim etmediği zaman herifin cehalet