• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM: MUHAFAZAKÂRLIK: KAVRAMSAL ÇERÇEVE

1.4. Muhafazakârlığın Temaları

1.4.4. Siyaset ve Devlet

Siyaset, insanlara hükmetme şekillerini; devletse bu hüküm mekanizmasının merkezini temsil eder. Dolayısıyla her ideoloji, görüş ve tutum devlet ve siyaset kurumlarını düzenlemek ister, onlar hakkında fikir yürütür. Toplumu değiştirmek, denetlemek, kültürü sürdürmek devlet ve siyaset anlayışıyla doğrudan ilişkilidir. Siyasi otoritenin değişim ya da süreklilik bağlamındaki duruşu, devletin haklarını hangisinden yana kullandığı, toplumun doğru okunması ve hakkında sahih yorum yapılması bakımından son derece önem taşır. Muhafazakâr düşüncenin siyasi otoriteye ve devlet kurumuna bakışı, diğer temalarla birleşerek bütünlük sağlar. Muhafazakârlar siyasete geniş haklar tanımamakla beraber devlet otoritesine saygı duyar.

Muhafazakârların görüşünde siyaset sınırlı bir alanda hüküm sürer. Toplumun bütününe yayılan bir faaliyet olmamakla beraber yönetim işinin aracı konumundadır:

“[S]iyasette muhafazakâr bir eğilimi anlaşılır kılan şeyin; doğa kanunu, ilahi düzenleme, ahlâk veya dinle ilişkisi yoktur; o, hükümet etmenin spesifik ve sınırlı bir faaliyet olduğunu yani geçimlik faaliyetleri empoze eden planlar olarak değil, aksine en az engelleme ile insanların bizzat kendi seçimleri olan faaliyetlerin peşine düşmelerini sağlayan aletler olarak ve böylece hakkında muhafazakâr olmanın uygun olduğu bir şey olarak anlaşılan genel davranış kurallarının sağlanması ve muhafazası inancı ile birlikte şu anki yaşama tarzımızın gözlemidir” (Oakeshott, 2004: 68).

Muhafazakârlar siyaseti insan doğasının zorunlu bir faaliyeti olarak görmez. Birey, geleneksel yapıdan edindiği tecrübelerin ışığında toplumsal aidiyet kurarak büyük bir yapının parçası olur. Bu yapı geçmişi, bugünü ve geleceği kapsayan toplumsal bütünlük ve sürekliliktir. Kendiliğinden gelişen bu yaşantıda siyasi faaliyetlerin fonksiyonu yalnızca bugüne katılımı sağlamak yönündedir. Muhafazakâr düşüncenin etkin olduğu zaman dilimi geçmişin ve geleceğin kesişim alanı olarak bugünü kapsar. Dolayısıyla siyasetin varlığı geçmişin tecrübesini bugüne yansıtarak geleceğe ulaştırmak yönündedir. Bunun için yeni kurallar üretilmez, mevcut şartlardan ve birikmiş tecrübelerden hareket ederek bugünün mekanizmasını işletir. Muhafazakârların siyasete

“Eğer insan aklı, doğası gereği evrenin gizini çözebilecek kapasitede değilse ve eğer toplum, geçmişten geleceğe uzanan ve dolayısıyla sözleşme teorilerinin basitliğine indirgenemeyecek karmaşık ve bireyüstü bir varlığı ifade ediyorsa, siyasete ilişkin olarak söylenebilecek ilk şey, onun sınırlı bir etkinlik alanı olması gerektiğidir. (…) Siyaset, var olanı rasyonalist bir proje doğrultusunda total bir biçimde dönüştürmeyi öngören yaklaşımları hiçbir zaman onaylamayan, ikincil bir etkinlik alanını ifade edecektir” (Özipek, 2011: 24).

Görülüyor ki muhafazakârların siyasete bakışı, yukarıda belirttiğimiz üzere diğer temalarla da ilişki kurar. Aklının yetersizliğinden ötürü kusurlu olan insana ve onun rasyonalist projelerine güvenilmez; çünkü toplumun temeli böylesi bireysel anlayışa dayanmaz. İnsan toplum içerisinde anlam kazanır, toplumsal dayanışmada varlığını sürdürebilir. Bu bakımdan siyaset, rasyonel aklın ürettiği ve gelecek tasarımında bulunduğu bir faaliyet alanı olmaktan ziyade bugün üzerine kurulan denklemin sağlayıcısı ve savunucusu görevindedir; siyasetin etki alanı sınırlıdır.

Muhafazakârlar siyasete sınırlı bir alan tahsis ederken toplumsal sürekliliği gözetir. Buna göre toplum kökten değişimi savunan devrimlerle, kuramsal zeminde kurgulanan sözleşmelerle idare edilemez. Ahmet Çiğdem’in Beiser’den aktardıklarını özetlersek: 1. İnsan ihtiyaçları ve istekleri doğuştan verili değildir. Toplum insanı biçimlendirir. 2. Haklar ve görevler ‘doğal’ değildir, doğumla birlikte gelip toplumdan bağımsız geçerlidirler. İnsan bir toplum içinde var olduğundan birtakım haklara sahiptir. 3. Devlet yapay değil, halkın doğal ürünüdür. 4. Devlet eşit bireylerin bir aradalığı değil, görev ve sorumluluklar bağlamında hiyerarşik bir yapıdır. 5. Devlet yukarıdan değiştirilemez, tedrici evrimle dönüşebilir (Çiğdem, 1997: 42). Buna göre muhafazakâr düşüncenin yönetim anlayışı yerleşik kurallara dayanır. Devletin varlığı da kendiliğinden gerçekleşir. Burada siyasi mühendislik anlayışından ziyade geleneksel sürekliliğin ve bütünlüğün doğurduğu bir anlayış vardır. Merkezi otorite, bu süreçte doğal olarak kendiliğinden oluşur ve hiyerarşik yapılanmayla topluma hükmeder. “Muhafazakârlara göre toplum insan organizmasının ‘bedensel’ kısmını, otorite ise ‘zihinsel’ kısmını oluşturur. Güçlü bir otorite olmaksızın toplumun ve düzenin devamı söz konusu olamaz” (Sarıtaş, 2012: 73). Geleneksel toplum yapısından gelen bu düşünce muhafazakâr yönetim anlayışının merkezini teşkil eder. Geçmişteki siyasi örgütlenmeler, merkezin gücünü sorgulamadan ve bozmadan devam esasına dayanır. Merkezi otorite ne denli kuvvetliyse ona bağlı olan tebaa da o derece sadıktır. Bu yüzden korunması gereken asıl hedef, merkezin hiyerarşik üstünlüğüdür. Bu durum elbette dinle de ilişkilidir; İlahi kudrete itaat, devlete itaatle başlar. Aile kurumu içinde

çocuğun babaya itaati, devlet yönetiminde tebaanın hükümdara sadakatiyle aynı amacı taşır. Ayrıca söz konusu durumu tabiatın kanunu olarak görmek de mümkündür. Tabiat içinde her canlı ast-üst ilişkisine bakmaksızın yetenekleri ölçüsünde kendi görev alanında faaliyet sürdürür. Doğadaki canlıların eşit konumda olduğu düşünülemez; tamamının kurduğu yapı bir bütün teşkil eder ve herhangi birinin eksikliği organizmanın aksamasına neden olur. Tabiatla uyum içinde olan ve kendini bu bütünün bir parçası olarak gören geleneksel toplumlar da aynı organizmayı benimseyerek devlet sistemini işletir:

“Devlet, Otorite’nin de kurumsal olarak en sağlam dayanağıdır. Muhafazakâr düşünüşte Otorite, dinde de devlette de içerilen bir temel ilkedir. Bir güven ve meşruiyet kaynağıdır. Muhafazakârlığın rasyonalizme (veya onun ‘aşırılıklarına’) tahammülsüzlüğü, onun sabit ve somut olması gereken bir Otorite fikrini sarmasındandır” (Bora, 1997: 10).

Rasyonalist düşünce, insanın tabiatla kurduğu dengeyi bozarak bireyi merkeze yerleştirir. Modern birey, tabiatın sınırlarından çıkarak ona hükmetmeye çalışır ve kendi sözleşmesiyle kendi yönetimini kurar. Muhafazakârların modernite bağlamında siyasete güvensizlikleri ve devleti yüceltmeleri buradan ileri gelir; rasyonel akıl, tabiatı denetlemek için yeterli olamaz. Modern yönetim biçimleri bireylere eşit haklar tanırken aralarındaki doğal farklılıkları gözetmez, belli kurallar silsilesiyle yapay bir siyaset sürdürür. Muhafazakârlarsa tabiatta ve insan fıtratında zaten var olanı savunarak merkezdeki otoritenin gücüyle yönetilen tebaanın sürekliliğini garanti altına almak isterler.

Muhafazakârlar otoritenin gücünü pekiştirmek ve otoriter düzeni yeniden sağlamak amacıyla devleti kutsarlar. Toplumda görülen birtakım aksaklıkları, hangi dönem ve süreçte olursa olsun organizmanın beynini temsil eden yapıyı koruyarak gidermeye çalışırlar:

“İnatçılık ve körü körüne önyargıdan on bin kat kötü olan döneklik ve kaypaklık denen şerri def edebilmek amacıyla, devleti kutsadık ki; insanlar devletin eksikliklerine ve ahlâksızlıklarına ancak ihtiyatla baksınlar; devleti yıkarak reforme etmeye koyulmayı asla hayal dahi edemesinler; devletin hatalarına bir babanın yaralarını sarar bir edayla, dindar bir saygıyla ve titrek bir endişeyle yaklaşsınlar” (Burke, 2016: 140).

Muhafazakârlar için mevcut olan, yeni olan karşısında üstündür. Devletin mevcut gücü, onun alt edilip yerine ikame edilecek yeni sistemden daha önce gelir ve muhafazakârlar bu gücü olabildiğince destekler. Varlığı sürdürülmeye çalışılan merkezi otorite,

sonrası tavrı da geriye dönmeye değil, bugünü korumaya yöneliktir. Elbette burada devrimi gerçekleştiren otoriteye doğrudan sahip çıktıklarını söylemek doğru değildir. Ancak devrim sonrası düzeni geleneksel ölçütlerle birleştirerek bugünün şartlarıyla uzlaştırmayı amaçlarlar. Devlet, toplumsal, kültürel, tarihsel ortaklıkların bütünün temsil eder:

“Devlete, ayrı bir saygıyla yaklaşmak gerekir; zira devlet, geçici ve fani mahiyete sahip genel itibariyle hayvani varoluşa hizmet eden şeylerde karşılaşacağımız bir ortaklık değildir. Devlet, bilimde ortaklıktır; sanatta ortaklıktır; her erdemde ve topyekûn mükemmelliyette görülen bir ortaklıktır. Çoğu nesilde, söz konusu ortaklığın, nereye varacağı bilinmediğinden, bu ortaklık, yaşayanlar arasındaki bir ortaklık olduğu kadar, yaşayanlarla ölüler ve henüz doğmamışlar arasındaki bir ortaklıktır aynı zamanda” (Burke, 2016: 141).

Muhafazakârlar, kendi değerlerine ve sınırlarına doğrudan hücum eden kökten değişimlere karşı çıkarlar; ancak devrim kaçınılmazsa gerici olmaktan ziyade değişimle uyum sağlamaya meylederler. Devletin dışarıdan müdahaleyle dönüştürülmesi karşısında mevcut duruma adapte olmak ve geleneksel sürekliliği sağlamak amacıyla birtakım ortaklıklar üzerinden hareket ederler. Geleneksel yapıda kendiliğinden süregelen bu ortaklıklar ancak köklü değişimlerde keşfedilir ve toplum bu keşiflerin referansıyla kurulur.

Muhafazakâr siyaset ve devlet anlayışı, görüldüğü üzere, kavramın toplum, din, devrim düşüncesi, gelenek ve zaman algısı bağlamında ürettikleri ve savunduklarıyla bütünlük taşımaktadır. Değişime zorunlu olarak katılan muhafazakârlar, sürece ikna olmak için merkezi otoriteyi geleneksel yapıyla özdeşleştirmek ister. Bu süreçte siyasi kurumlara güven duymazken, uyumun kendiliğinden gerçekleşmesini bekler. Devlete duyulan saygı ve güven bu durumun neticesidir.