• Sonuç bulunamadı

Muhafazakârlık ve Gelenek

I. BÖLÜM: MUHAFAZAKÂRLIK: KAVRAMSAL ÇERÇEVE

1.3. Muhafazakârlık ve Gelenek

gelenek, muhafazakâr düşüncenin temelini teşkil eder. Geçmişe ait davranış, fikir, gündelik alışkanlıklar, ilişkiler, sosyal ve kültürel faaliyetlerin bütünlüğünü temsil eden geleneğin tanımlanması, muhafazakâr düşüncenin kaynağını tespit etmek bakımından elzemdir. Gelenek karşısında takınılan tavrın ve gelenek algısının çözümlenmesi, muhafazakârlığın ortaya çıkışını ve gelişme sürecini tayin edecektir. Muhafazakârlığa göre korunan, saklanan, değişimine tereddütle yaklaşılan ve bu düşüncenin/tavrın en önemli malzemesi olan geleneğin kavram alanı da oldukça geniştir.

Hilmi Ziya Ülken’in “toplumda değerler ve kurumların en ağır değişen ve eski toplum devirlerini yenilerine bağlamaya yarayan sosyal miras” (Ülken, 1969: 115) şeklinde tanımladığı gelenek, devirler arasında bağlantı kurması ile öne çıkmaktadır. Buna göre toplumlar değişime mahkûm olsa da değişim karşısında takınılacak tavrı belirleyen yine gelenektir. Devrimlerin hedef aldığı gelenek, zoraki değişimin toplum nazarında gerçekleşemeyeceğini, böylelikle değişimin toplumsal ölçütlerini ifade etmektedir. Gelenek, bu çerçevede şartlarını kendiliğinden belirlemektedir: “Gelenek, insanların iradelerinden ve eylemlerinden bağımsız olarak sosyal ve siyasal hayatı ve işleyiş şekillerini tayin neden, idare eden, sosyal iktidarı ve toplumsal rızayı kontrol eden, tarihî ve tecrübî birikimlere ve değerlere dayalı kurallar ve uygulamalardır” (Çetin, 2005: 154). Tanıma göre geleneğin sabit bir kurum olmadığı, birikimlerle şekillendiği, ilgili olup olmayan, herkesi kapsadığı, doğal yöntemlerle toplumsal bütünlüğü sağladığı görülmektedir. Gelenek, hem iktidarı hem muktedir olunanları denetler; kimi yerde mektep, kimi yerde mahkeme, kimi yerde bilgelik, kimi yerdeyse otorite olarak karşımıza çıkar. Bu çerçevede geleneğin sınırları sürekli genişler. Geçmişten gelen, bugüne eklenen ve böylece sürekliliğini sağlayan bir yapıdadır: "[G]elenek, yalnız geçmişle ilişkili ve sınırlı bir ‘muhteva’ olmanın ötesinde yaşanan ana ve geleceğe de organik biçimde bağlanır. Bu bakımdan gelenek, ‘gelen-ek’tir: Geçmişten bugüne gelen, bugünde varolan ve geleceğe de uzanacak ‘ek’; bir yapıcı öz yahut ‘maya’” (Atay, 2013: 155-156). “Gelenek” kavramının şekilbilimsel tahlilinde de görüldüğü üzere süreklilik esası öne çıkar. Gelenek; dün, bugün ve yarın arasındaki organik bütünlüğü sağlar. Geçmişin değerleri bugüne aktarılırken gelecek de belirlenir.

Geleneğin farklı görünümleri farklı sahalarda işlevseldir. Buna göre dört tip gelenekten bahsedilebilir: “1. Zaman-üstü bir bilgelik olarak gelenek, 2. Bir kurumlaşmış otorite olarak gelenek, 3. Âdet, örf ve görenek anlamında gelenek, 4. Geçmişten bir fikrî araç olarak yararlanma anlamında gelenek” (Armağan, 2012: 66) Armağan’ın tasnifinde

birinci tip muhafazakâr tavır içerirken ikincisi reaksiyonisttir. Üçüncüsü sosyolojik yaklaşım olarak değerlendirilebilirken, dördüncüsü ise kültürel boyutta açıklık kazanır. Her bir sahanın geleneğe yaklaşımı elbette diğerini tamamlayacak bütünselliktedir. Ani değişimlerin yaşandığı yerlerde gelenek bir tepki hareketine dönüşebilir ki bu durumda “gelenekçilik” ortaya çıkar. Gelenek, gelenekçilikten farklı olarak geriye dönme arzusunda değildir: “Gelenek, bizce, kültürün kendini koruma refleksi ve varlığını sürekli yenilenme bilinciyle ‘hal’de devam ettirme gücüdür” (Ayvazoğlu, 1996: 13). Buna göre gelenek hem tecrübeyi hem de yenileşmeyi içerir. Zamanın ilerlemesi geleneği sabit kılmaz; gelenek, zamanla beraber ilerler. Zamanın ilerlemesinden kopan gelenek gericiliğe dönüşür. İşte, muhafazakâr düşüncenin gelenekle kurduğu ilişki burada açığa çıkar: Gelenek, değişime uyum sağlamayı teşvik ederek onu denetler. Böylelikle muhafazakârlığın irticai bir hareket olmadığı görülmektedir.

Muhafazakâr düşünce her türlü geleneksel değeri sahiplenmez; aralarında seçim yapar. Bu seçimin ölçütlerini Tannsjö, Scrutan’dan aktararak şu şekilde belirtir: “[İ]lk kriter, geleneğin, şanlı bir tarihin verdiği değere sahip olmasıdır. İkinci kriter, o geleneğin, bağlılarının sadakatini içinde barındırıyor olmasıdır ve üçüncü kriter ise kaynaklandığı fiilden daha uzun ömürlü olmasıdır” (Özipek, 2011: 110). Görülüyor ki muhafazakâr düşünce geleneği sadece geçmişten gelen değerler olduğu için sahiplenmez; geçmişin sürdürülebilirliğini hesaba katarak bugünü gözetir. Bu doğrultuda muhafazakâr yaklaşımın büyük ölçüde pragmatist bir tavır sergilediğini söylemek mümkündür. Sosyal Bilimler Sözlüğü’nde gelenek (tradition), “Bir topluluğun kendilerinden önceki nesillerden devralıp kısmen dönüştürerek sonraki nesillere devrettiği, inanç, kurum ve seremonileri de içeren her türlü toplumsal pratik” (Demir, Acar, 2002: 166) ifadesiyle tanımlanır. Buna göre geleneği nesiller arası ortak tavır ve uygulamalar şeklinde değerlendirmek mümkündür. Toplumun müşterek değerlerini temsil eden gelenek toplumsal kimliğin en önemli göstergesidir. Felsefe Terimleri Sözlüğü’nde ise gelenek;

“Gerçek ya da hayali bir geçmişle olan sürekliliğin önemini ima ederken, belirli eylem normlarını kutsayan ve öğreten pratik veya uygulamalar bütünü. Bir topluluğun, mevcut toplumsal yapısını ve değerler sitemini çok büyük sarsıntılar yaşamadan koruyup devam ettirmek amacıyla, kendinden önceki kuşaklardan devraldığı, belli bir dönüşüme uğratarak sonraki nesillere aktardığı, başta inançlar, düşünüşler ve kurumlar olmak üzere, her türlü sosyal pratik” (Cevizci, 2003: 168).

şeklinde açıklanmaktadır. Gerek bu iki tanımda gerekse yukarıdaki başlıkta verdiğimiz tanımlamalarda geleneğin değişimle olan zorunlu ilişkisi dikkat çekmektedir.

Gelenek, sabit bir durumu ifade etmeyip sürekli değişimi içinde barındırır. Böylelikle gelenek, değişime uyum sağlayan, onu toplumla uzlaştıran bir ara kurum vazifesi görür. Bir şeyin gelenek olabilmesi için değişebilmesi ve devam etmesi gerekir (Dellaloğlu, 2016: 61). Gelenek sürekli yenilenerek zamanı elinde tutar, ona hükmeder. Ondaki yenilenme araçlarla ilgilidir. Araçların değişmesi sürekliliği sekteye uğratmaz; bilakis aynı kökten türeyen araçlar sürekliliği sağlar:

“Gelenek, kendi küllerinden yeni bir yaşam sürekliliği yaratır; yani kendi varoluşun yenilenmekte bulur. Süreklilik de budur zaten. Süreklilik, hiç değişmemek değildir. Değişen araçlardır, formlardır, âdetlerdir, örflerdir, yasalardır. Gelenek, anayasadır, teoridir, sistemdir, diğerleri ise uygulama, pratik ve tarihtir. Gelenek süreklidir/kalıcıdır, diğerleri geçici” (Çetin, 2005: 158-159).

Geleneksel araçların yenilenmemesi sürekliliğe engel olur. Örneğin kırsal yaşama ait bir örfün şehre göç eden yeni nesillerce aynen tekrar edilmesi hem kırsallığın ruhuna hem de şehir hayatına aykırılık teşkil eder. Kök değerler muhafaza edildiği sürece değişim şarttır; değişimden mahrum bir gelenek kendi kendisini yok edecektir.

Geleneğin değişim karşısındaki ılımlı tavrı değişimi topyekûn kabullendiği anlamına gelmez. Bilhassa devrimler karşısında gelenek yanlısı düşüncenin reaksiyonist tavır alması bu durumu açıklar. Gelenek, değişimi kabul ederken onu kontrol altında tutar ve böylece bir toplumun hem varoluş sebebi hem de varlığını sürdürme koşulu olur. Her toplumun geleneksel değerleri/ölçüleri kendine özgüdür; ancak bu kendiliğindenlik toplumlar arasında da ortak bir gelenek formu oluşturur. Halis Çetin de geleneğin değişkenliğini vurgularken onun siyasal iktidarla pragmatist bir ilişki kurduğunu belirtmektedir: “Gelenek, durağanlığa tahammül edemez. Onun gücü, durağanlıkta değil süreklilikte, dogmatiklikte değil evrimsel değişimdedir. Bu açıdan, siyasal iktidarlarla barışık yaşamak zorundadır” (Çetin, 2005: 167). Yine Çetin’in ifadeleriyle “Siyasal iktidar, eğer ‘sürekliliğe’, doğal olarak da gelenekselliğe dayanmamış ise tarihsel ve toplumsal bir yabancılaşmanın ve yabancılaştırmanın içinde bulunuyor demektir. (…) Bu yüzden, gelenek, süreklilik için; süreklilik, meşruiyet için; meşruiyet, siyasal iktidar için vazgeçilmezdir” (2005: 161). Kısacası gelenek varlığını sürdürmek için iktidarla uyum sağlama temayülündeyken iktidar da meşruiyetini gelenekle kurduğu müspet ilişkiyle sağlar. Toplum organik bütünlüğü ifade ederken iktidarlar suni yapılardır. Dolayısıyla bir iktidarın muktedir olup olmaması toplum organizmasında

işlev yüklenmesine bağlıdır. Eğer bu işlev sürekliliği aksatıyorsa ya kaybetmeye ya da varlığını zorla kabul ettirme çabasına mahkûmdur. Her devrimin görünen yüzü gelenekle ve toplumla uyum sağlandığına işaret eden icatlarla doludur. Böylece geleneğin ideolojiye dönüşümünden de söz etmek mümkün hale gelir: “İnsanlar, geçmişin gelenek halini almış çeşitli yönlerine atıfta bulunmak suretiyle, şimdiki zamanda işledikleri çeşitli fiiller için de meşruiyet temeli ararlar. Gelenek, bu şekilde bir ideoloji halini alır; bir eylem planında hedef belirlemekte ya da meşruiyet temeli oluşturmakta kullanılır” (Gusfield, 2005: 166).

Geleneğin değişimle kurduğu pragmatist ilişki, karşıtı olarak tanımlanan modernlikle de kendini gösterir. Geleneğin kendini savunması, kendisine bir öteki yaratması anlamına gelir. Gelenek, bu karşıtlıkla kendini tanımlamaya başladığında, kendisi olmaktan ziyade “şey”leşir (Armağan, 2012: 15). Gelenek, kendisini moderniteye içkin görmeyip dışarıda kaldığında, kendi öz değerini de yitirmiş olur. Bu durumda gelenek, yaşanan değil, gözlemlenen/incelenen konuma gelir. Burada modernleşmenin de geleneği hedef aldığını belirtmek gerekir. Geçmişi yok sayarak bugünü pragmatist bir tutumla dönüştürmeye çalışan modernleşme, geleneksel değerleri yıkarak kendini var etmek ister. Buna karşılık gelenek de kendini savunmaya geçer ki bu durumda yaşanırlığını kaybeder: “Gelenekten modernliğe geçişte biçim (form) açısında bir devamlılık, öte yandan muhteva açısından bir kopuş yaşanmıştır. (…) Geleneğin muhtevası modernliğe geçerken boşaltılmış, ancak düşünme biçimi muhafaza olunmuştur” (Armağan, 2012: 80). Geleneğin kendini savunması ve değişim karşısında korumacı tavır sergileyen muhafazakâr düşüncenin ortaya çıkışı bu çerçevede modernleşmenin sonucudur. Modernleşme sürecinde aydınlar, değişimi topyekûn kabullenemeyerek muhafazakâr bir tavır sergiler. Buna göre “En yenilikçi aydınların içinde bile, sonuna kadar bir vicdan azabı gibi konuşan geçmiş, beklenmedik zamanlarda beklenmedik yerlerden filizler vermiştir.” (Ayvazoğlu, 1996: 15) tespiti bu çalışmanın kapsamı bakımından oldukça önemlidir.

Modernitenin zamanla alakalı bir kavram olduğu bilinmektedir. Latince “son zamanlar, tam şimdi” (Cevizci, 2003: 270) anlamına gelen modernus kelimesinden türeyen kavramın ortaya çıkış sebebi zamanı döngüsel yapıdan çizgisel doğrultuya çekmesidir. Buna göre modernitenin getirilerini zaman kavramıyla ölçmek, moderniteyi her aşamasında zamanla değerlendirmek mümkündür. Geleneğin değişim kavramıyla

onun üzerinde hüküm süren bir kavramdır. Gücünü de buradan alır: “[G]elenek, tüm antitezleri yok edecek bir teze sahiptir: zaman. Zamanın yuları, geleneğin elindedir” (Çetin, 2005: 158). Zamanı kontrol altında tutan kavramın karşıtı olarak kendini var eden modernleşmeyse geleneği geçmişe hapseder. Hâlbuki gelenek, değişimi de kapsar ve geçmişten bugüne ‘ek’ olarak, geçmişten ziyade bugünle ilgilenir: “Çünkü şimdi, geçmişin bir ön planıdır. Geçmiş de, şimdinin arka planıdır. Şimdinin, geçmişten ayırt edilebilmesi için belirli temel hususlarda ona benzemesi gerekir. (…) Gelenek, şimdideki geçmiştir. Hatta, şimdinin, herhangi bir son yeniliği kadar önemli bir parçasıdır da” (Çınar, 2005: 75). Geleneğin ilgisinin geçmişi zemin alarak bugünde olması tüm zamanlarda diri kalmasıyla sonuçlanır. Dar çerçevede şu an, geçen anın devamıdır. Çerçeve genişledikçe bu süreklilik de devam eder. Buna göre gelenek, geçmişi savunan değil, geleceği belirleyen konumdadır.

Geleneğin gelecekle ilişkisi bugünü kurtarmakla başlar. Geçmişten doğan gelenek, geleceği kurgular. Bugünse gelenek ve geleceğin buluşma noktasıdır. Buna göre gelenek, geçmiş ve gelecek arasında sürekli ilişki kurarak bugünü de geleceği de garantiye almak ister; bu garanti sürekliliktir: “Gelenek, yaşayanları ölülerin ruhunda, ölüleri de yaşayanların bedeninde yeniden var eder” (Çetin, 2005: 156). Gelenek, zamanı kontrol altında tutarken ona bütün olarak hükmeder; geçmiş, şimdi ve gelecek ayrımı izafidir ve tüm zaman dilimleri birbirine karşı sorumludur. Bu durumda modern düşüncenin zamana atfettiği çizgisel değer etkisini yitirir. Çünkü zaman bir bütündür ve gelenek bu bütünlüğün teminatıdır. Modernist düşüncenin geleneğe saldırısı biraz da bu yüzdendir. Geleneğin zamana bütüncül yaklaşımı geçmişi yüceltmez; yüceltirse irticai bir tavra dönüşür. Bilakis gelenek, geleceği idealleştirir:

“Gelenek, salt bir geçmiş olsaydı, adı tarih olurdu; salt bir gelecek olsaydı, adı ütopya olurdu; salt bir bugün olsaydı, adı ideoloji olurdu. Gelenek, tarihin ütopyayı kurmak için kendini ideolojide içselleştirmesidir. Gelenek, geçmişi bugünde yaşamak veya bugünü geçmişte yaşamak değildir. O, geçmişi, bugüne göre, gelecek için yaşamaktır. Gelenek her gün yeniden inşa edilen bir sürekliliktir” (Çetin, 2005: 170).

Gelenek bir ideoloji, ütopya ya da tarih olmazken her üçünü bünyesinde barındırabilen bir kavramdır. Sürekli güncellenen değerleri olsa da konformist değildir; kendi ölçülerini doğal yollarla, yani kendiliğinden sürekliliği savunarak muhafaza eder. Ne geçmiş ne bugün ne de gelecek bir kurgu alanı değildir; bir bütün olarak devam ilkesini yaşatır. Halis Çetin, ideolojilerin tavrını bundan çok farklı görmektedir; ideolojiler

öncelikle kurgu içerir ve ütopyaları vardır. Hatta sadece gelecek kurgulanmaz; ütopyaya uzanan yolda geçmiş de icat edilir (2005: 170).

Gelenek, elbette tarih bilincini her daim canlı tutmak ister; çünkü bugünü tarihin yeniden üretimi, tekerrürü olarak görür. Hiçbir mesele tarihe hapsolup kalamaz. Geçmiş, mutlaka bugünü etki altında bırakır ve geleceğe bu tarih bilinciyle ulaşılır. Bir şeyin geleneğe ait olup olmamasına bu bağlamda tarih karar verir:

“Tarih hem ayrıştırır hem birleştirir, sapla samanı birbirinden ayırır, taneleri biriktirir ve iletir. Gelenek de bu sürecin ürünüdür, geleneğin yerine başka hiçbir şey konamaz; çünkü o her halkın özel karakterine, hayatın somut verilerine, tarihin koşullarına bağlıdır. Hiçbir soyut düşünceyle bu sonuca ulaşmak mümkün değildir” (Beneton, 2016: 108).

Gelenek, tanımlandıkça soyut değer yüklenen bir kavram olsa da köklerini somut tarihe yaslar. Böylelikle gelenek vasıtasıyla hayatın anlamlanması, çözümlenmesi ve aktarılması, özellikle muhafazakâr düşünürler tarafından en doğru yol görülmektedir. Geleneğin gücü, tarih bilincini her dönemde gündemde tutmasından ileri gelir:

“[Gelenek] metafizik alanla fizikî alanın çatışmaksızın uyumunu sağlar. Geleneğin, bugünün bireyleri ve toplumsal değerleri tarafından meşrulaştırılmaya çalışılmaması onu güçlü kılar. (…) Gelenek, meşrulaştırabilen tek iktidar kaynağı olduğu, müdahale edilemez sebep-sonuç ilişkilerinin kurallarını kendisi yarattığı ve insanların farkına bile varmaksızın uyduğu, kutsallıklar ve üstünlükler atfettiği yasalara, sembollere, mitolojilere, ritüellere sahip olduğu için güçlüdür” (Çetin, 2005: 155).

Tarih, sürekli birikim halindedir ve bu süreç kendiliğinden gerçekleştiğinden önüne geçilemez. Ayrıca tarihin meşruiyet ispatlama kaygısı yoktur; kaydolanlar zaten yaşanmıştır. Geleneğe karşı argüman üreten düşüncelerde de tarihin gücünün farkındadır ve bu bağlamda tarih bugünün şartlarına göre yorumlanarak çarpıtılmak istenir.

Geleneğin bireyler toplamını ‘toplum’a dönüştürme fonksiyonunu da unutmamak gerekir. Toplumun kendi tarihinden, kültüründen, gündelik pratiklerinden ve ortak ülkülerinden meydana gelen gelenek, bireylerin ortak paydasını teşkil eder. Fertler arasında fikir ve inanç farklılıkları olsa da tarih, reddedilmesi mümkün olmayan mirası temsil eder. Bugünün bireyinin elinde olmayan, müdahale imkânı bulunmayan tarihsellik, geleneği güçlü bir otoriteye bağlar. Tarihsellik, geçmiş zamanı ifade eder ki kimsenin geçmişe müdahil olma hakkı/şansı yoktur. Toplumun gelenek etrafında birleşmesi zaman süzgecinden geçen değerlerin kalıcılığıyla mümkün olmuştur. Bunun

yanı sıra gelenek, bireysel ya da toplumsal ütopyalara ihtiyatlı yaklaştığı için ideolojilere güvenmez; toplumu ideolojilerle değil, tarihin ve geçmişin kadim değerleriyle bir araya getirir.

Muhafazakârlığın modern bir tutum olduğunu, modernleşmenin getirdiği kopuşu ve toplumu dışarıdan akıl yoluyla müdahale etmek suretiyle dönüştürmek istemesini eleştirerek yeniliği yadsımadan ona uyum sağlama çabası sürdürdüğünü belirtmiştik. Kendini değişim kavramıyla belli eden muhafazakâr düşünce, yenileşmenin ölçüsü olarak geleneği kullanır. Gelenek, muhafazakârlığın temel referansıdır ve muhafazakârlık, geleneği savunurken onu sabit bir kavram olarak görmez. Geleneğin bugüne uyum sağlaması muhafazakâr düşünceyle mümkün olur. Muhafazakârların gelenek karşısındaki bu tutumu, geleneği bir “bilgelik kaynağı” olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır. Muhafazakârlar geleneği toplumsal tecrübenin kaynağı olarak algılarlar ve bu birikimin tek bir insan aklı ile sağlanamayacağının farkındadırlar. Böylelikle muhafazakâr düşüncenin ferdin yerine toplumu yadsımasının gerekçesi ortaya çıkar. Muhafazakârlar geleneksel kurum ve şartların tecrübeyle oluştuğunu, bunun üzerinde bireysel müdahalenin mümkün olamayacağını savunarak geleneği düşüncelerinin merkezine koyarlar. Diğer taraftan muhafazakârlar, geleneksel süreklilikle toplumsal kimliğin belirdiğini savunarakmodern bireyin kimlik probleminin ve güvensizlik hissinin bu yolla çözüldüğünü düşünürler. Ayrıca gelenek, toplumsal istikrarı sağlaması bakımından muhafazakârlarca önemsenir (Erdoğan, 2004: 27). Modern düşünce sisteminin temel bilgi kaynağı olan akıl, kendini yeterli görmekte ve tecrübeyi hesaba katmamaktadır. Ancak modernleşmeyle tanışan toplumlarda bu durum sanıldığının aksine sonuç verir; sadece aklına güvenmeye çalışan ve cemaatten kopan birey, karşılaştığı her yeniliğe karşı savunmasız kalır. Muhafazakâr düşünce işte bu zararlı sonuçlara engel olmak için gelenek kavramını öne çıkarır.

Muhafazakârların geleneği savunuyor olması da kavramın içeriğini belirlemektedir. Daha önce de vurguladığımız gibi gelenek, süreklilik esasına dayanır ve soyut bir yapıdadır. Geleneğin yaşanan değil, savunulan bir kurum haline gelmesi, aslında bir “kopuş”un (Çiğdem, 2012: 40) da habercisidir: “[Y]aşamın doğal akışı olarak kabul görmüş bulunan ve şimdiye kadar üzerinde düşünülmesine gerek duyulmamış gelenek, muhafazakârlıkla keşfedilmiş, farkına varılmış ve korunması gerektiğine inanılmıştır. Bu gelenekselcilikten muhafazakârlığa geçişi simgelemektedir” (Yücebaş, 2013: 22-23). Muhafazakârlık, modernleşmenin bıraktığı boşluklarda geleneği öne çıkartarak ona

yeni bir işlev yükler. Nitekim modernleşme kaçınılmazdır; gelenek bu süreçte hedef alınır ve kaçınılmaz olan bu sürece uyum sağlamak, ancak yeni bir dille yeniden üretilerek mümkün olacaktır: “Kayıp bir geleneğe yönelik nostaljik ya da estetik bir tavrın, geleneğin kendisinden çok imgesine sahip çıktığını herhalde en iyi muhafazakârlar anlamıştır. Geleneğin ‘anlam sözlüğü’, ancak modern bir dile tercüme edildiğinde anlamlı kalabilecektir” (Çiğdem, 1997: 35). Görülüyor ki modernleşme sonrasında muhafazakârlar geleneğin şartlarını yeniden belirler; aslında bir bakıma kendi içinde çelişerek ona müdahalede bulunur. Maksat, bugüne eklemlenebilmektir; gelenek de sürekliliğinden kopartılarak sistemleştirilir. Muhafazakârların sahiplendiği gelenek, modern bir zihniyetin ürünü olarak kerameti kendisinden menkul olan Gelenek değildir; siyasi çatışmaların odak noktasındadır (Öğün, 2013: 555). Büyük harfle ‘Gelenek’, toplumun bütününü kuşatan ancak farkına varılmayan, değişimi ve sürekliliği kendiliğinden olan, kendini açıklama ya da savunma gereksinimi duymayan, gündelik hareketlerden devletlerarası ilişkilere hayatın tamamına yön gösteren soyut bir kurumken muhafazakârların gündeme getirdiği gelenek, tanımlanmaya çalışılan, rasyonel aklın keşfine açık ve kendisinden medet umulan, hatta politikleşen bir yapıya dönüşmüştür. Muhafazakârların gelenekle kurduğu bu modernist ilişki, milliyetçi düşünceyle de kolaylıkla uyum sağlamasına, hatta bu kavram çiftinin genellikle birlikte kullanılmasını sebep olmuştur:

“Muhafazakârlık en genel tanımıyla tarihsel bir birikimle ortaya çıkan bir geleneğin muhafazasıdır. Ancak bu gelenek modern paradigma içinde yeniden üretilmiş ve modernleşmeye engel teşkil etmeyen bir gelenektir. Modern düşünce içerisinden tarihe ve tarihsel geçmişin oluşturduğu değerlere vurgu yapmak muhafazakârlığı milliyetçilikle yakınlaştıran bir durumdur. Gelenek, modern düşünce içinde ulusallık çerçevesinde meşruluk kazanır” (Aktaşlı, 2011: 154).

Muhafazakârlık-milliyetçilik ilişkisinin temelinde gelenekle kurdukları pragmatist ilişki vardır. Bundan böyle gelenek aracı konumundadır; geçmişte faydalanılacak müspet bir örnek bulunamazsa da icat edilir.

Muhafazakârlığın gelenekle kurduğu sorunlu ilişki Kıta Avrupası muhafazakârlığının önemli temsilcisi Karl Mannheim tarafından “bilinçli gelenekçilik” olarak tarif edilir (Beneton, 2016: 115). Muhafazakârlığı bir “düşünce üslûbu” olarak tanımlayan Mannheim, “yarı bilinçli gelenekselcilikten bilinçli siyasi muhafazakârlığa geçişi, sınıf temelli kapitalist toplumun ortaya çıkışının bir sonucu olarak görür” (Zürcher, 2013: 40). Mannheim’a göre gelenekçilik, az çok evrensel özellik taşır ve ‘doğal

muhafazakârlık’ olarak adlandırılabilir. Tarihi, sosyal ve kültürel şartların gelişimi ise