• Sonuç bulunamadı

2.2. Tanzimat Devri Türk Romanında Ahlaki Kötülük Algısı

2.2.2. Toplum Bağlamında Ahlaki Kötülüklerin Ele Alınması

Kötülük zaman zaman bireysel bir eylem olmaktan çıkarak toplumsal bir eylem biçimi alabilmektedir. Biz de kötülüğün toplumsal bir eylem halini aldığı durumlar ya da olaylar için “toplumsal kötülük” ifadesi kullanmayı ve bireysel ahlaki kötülüklerden ayırmayı uygun gördük.

Tanzimat romanı, her ne kadar toplumcu bir edebiyatın ürünü olarak algılanıyorsa da romanlarda cemiyet algısına dikkat edildiğinde kötülük motivasyonunun harekete geçirilmesinde cemiyetin ve kurduğu baskının önemli bir payının olduğu görülür. Cemiyetin Tanzimat romanındaki organizasyonuna baktığımızda cemiyet, iyi ya da iyicil niteliklerinden çok karakterin aleyhine işleyen kötü ya da kötücül nitelikleri ile karşımıza çıkmaktadır. Ne cemiyetin ne de kanunlarının karakteri korumaya yetmediği romanlarda bazen kötülük de doğrudan cemiyetin kendisinden kaynaklanmaktadır. Toplumsal kötülüklerin büyük bir kısmı toplumsal hükümlerin baskı ile dayatılıyor olmasından kaynaklanır. Toplumsal yapıların kesin ve keskin kuralları, kişinin bireyselleşmesini ve bu anlamda bilinçlenmesini istemez. Kurallara uymayan ve grubu kutsamayan üyeleri dışına atar:

“Ne fayda ki bu âlemde insanların her biri kendi istedikleri gibi yaşayamamak,

medeniyyet-i hâzıranın cümle-i müktezayâtından olup insanların hey’et-i umûmiyyesi tarafından cebrolunan surette yaşamağa herkes mecbur olduğu halde o sûret-i umûmiyyeden hemen hiçbir kimsenin memnun olamamakta bulunması dahi medeniyyyet-i mevcûdedeki garabeti bir kat daha artırır” (C,168).

Özellikle bazı romanlarda toplumun kötülüğe sebep olmasa da kötülüğü engellemek ya da savmak için bir girişiminin olmadığı görülür. “Hüseyin Fellah”ta toplumun, sokakta kalmış Hasna Hanım ile kızı Şehlevend’in çaresizliğini görmediği ve onları yok saydığı görülmektedir. Özellikle sığındıkları Kılıç Ali Paşa Camii’nde namaza gelen cemaatin ilgisizliği, romanın birkaç yerinde tekrarlanır. Şehlevend namazdan çıkan cemaate el açmasına rağmen ya eli boş dönmüştür ya da ancak bir ekmek parası ile:

“Camiden çıkmakta bulunan cemaatin merhamet ve mürüvvet semeresi olan

lütfuna yarım saat kadar eli açık boynu bükük muntazır olduğu hâlde eline ancak bir ekmek alacak kadar para geçirebildi” (HF,27).

Toplumun görmediği Hasna Hanım ve Şehlevend’in çaresizliğini, esirci Laz Mehmet Ali Ağa’nın görmesi ve bundan istifade etmeye çalışması ise kötülüğün topluma yüklenen sorumluluğunu arttırmaktadır. Bir toplumun üyesi olmak ya da bir gruba dâhil olmak, öncelikle kişinin aidiyet kazanarak yalnızlığını giderme ve korunma (kayırılma) ihtiyacının ürünüdür. Toplum, bu durumda doğrudan kötü olarak değerlendirilmese de üyesini koruyamadığı ve kötülüğe karşı savunmasız bıraktığı için yani görevinin gereğini yerine getirmediği için kötüdür.

Ahmet Midhat’a göre toplum ya da halk, iyilikten çok kötülüğü motive etmektedir. Toplumun kötülüğü motive etmesi trajik bir şekilde kötülüğe karşı oluşu ile ilişkilidir. Toplumsal öngörüler ve yargılar, kötülüğü kınamak için yola çıkarken kötülüğü fetişleştirmekte ve toplum, kötülüğü fetişleştirirken muhatabının çaresizliğinden de beslenerek güç kazanmaktadır. Toplumsal kötülüğün elindeki en önemli silah sözdür. Sözün gücünü kullanan kötücül toplumun dili ise kötülüğü motive etmesi ile çoğu kez “yılan”a (T,36) benzetilmektedir:

“Halkın dili fenalık için zaten uzundur. Hele halkın dilini doladığı bîçaregânda

müdafaa iktidarı dahi olmazsa o diller o kadar uzanır ki her haddin haricine çıkar”

Tanzimat romanı, bir yandan cemiyeti ve cemiyete dair değerleri koruma amacına hizmet ederken öbür yandan ciddi anlamda cemiyetin eleştirisini yapmaktadır. Özellikle modernizmle birlikte evreni akılla okuyan bireyin trajik bir şekilde evrene güveni sarsılmıştır. Cemiyet, bireyi korumada yetersizdir ve çoğu zaman bireyin aleyhinde örgütlenmektedir. Pek çok romanda kötülük’ün cemiyet ile şekillendiği ya da cemiyetin karakterin kötümser algısını desteklediği görülür. Kötülüğün oluşumunda koşulların ve bu koşulları hazırlayan cemiyetin rolü büyüktür. Cemiyeti yönlendiren ne yazık ki insanî değerler değil, çıkar ilişkileri olmuştur. Değerlerine güvenmeyen, kuşkucu (septik) insanların yer aldığı romanlarda insani değerlerin sıfırlandığı ve bireyin kalabalıklar içerisinde yalnızlaştığı cemiyet algısı da büyük bir yer edinmiştir.

“Eski Mektuplar”da Kenan, Mekteb-i Mülkiye’de okurken, arkadaş edinme konusunda zorluklar yaşar. Okula alışmaya başlayınca bile arkadaşı diyebileceğimiz kimse yoktur yanında. Roman boyunca bu anlamda onun yanında kimseyi göremeyiz. O, koca okulda büyük bir yalnızlık içindedir. Kenan, konuşacak, dertleşecek, ona teselli verecek bir arkadaşa sahip olmadığı gibi diğer öğrenciler tarafından da ötelenmektedir. Çoğu kez onlarla bir arada bulunmaya bile katlanamayan Kenan, onların eleştirel bakışlarından kurtulmak için okulun bahçesindeki ağaçların arasına kaçmaktadır (EM,45). Romanda toplumsal bir kayıtsızlık söz konusudur. Kimse acılar içinde kıvranan kimsesiz Kenan’ı fark etmemektedir. Her ders arasında o, sınıflarına giren öğrenci topluluğunun en arkasında bulunmaktadır. Sonda olma durumu ise burada bir topluluğun üyesi olmaktan çok o topluluğun dışında olmak demektir. Yazar, Kenan’ın sonda olma durumunu vurgularken onunla cemiyet arasındaki çelişkiyi, kayıtsızlığı ve uyumsuzluğu göstermek istemiştir. Annesiz babasız olan Kenan, bu şekilde cemiyetin de dışına atılmıştır:

“O zavallı en geride boynu bükük yetimler gibi mahzun gidiyordu. Kendisinden

her suretle istifade eden arkadaşlarından hiçbiri bîçareye hâlin nedir bile demiyorlardı. Bu insaniyetsizlik, bu bikeslik çok gücüne gitmişti” (EM,50).

Onun arkadaşı diyebileceğimiz sadece Sabit Bey vardır ve o da onun İzmir’de bıraktığı çocukluk arkadaşıdır. O, İstanbul’da tam bir kimsesizliğin içerisindedir. Saim Bey’in onu yönlendirdiği, ona hami tayin ettiği Faiz Bey bile kendi çıkarları için onu feda etmiştir.

Bu çürümüş kötücül ilişkiler, toplumun her kesimine sinmiştir. Toplumu belirleyen ortak çıkarlar ve karşılıklı hoşgörü iken Tanzimat romanında topluma yön

veren ne yazık ki şahsi çıkarlardır. Akraba akrabanın, kardeş kardeşin, arkadaş arkadaşın düşmanı olmuştur. Daim Bey, kadeşi Saim Bey’in ölümünü dört gözle beklemektedir, yine Daim Bey ve ailesi, yeğenleri Meliha’nın kötülüğü için uğraşıp durmaktadır, Faiz Bey, arkadaşının emaneti olan Kenan’ın felaketinde büyük pay sahibi olmuştur, sınıf arkadaşları başarısından ötürü Kenan’ı çekememektedir; Arif Bey ise babasının ölümünden memnuniyet duymaktadır.

Bu toplumsal çürümenin yanında toplum ya da topluluklar/gruplar, grup ruhunu kutsamak ve bütünselliği sağlamak adına çekinmeden şiddete başvurabilir ve kendileri için tehdit oluşturan unsurlara yönelik bütün şiddet biçimlerini de meşrulaştırabilir. “Arnavutlar Solyotlar” romanında toplumun onaylamadığı bir evlilikten doğan Mükrime adındaki küçük bir çocuğa piç olduğu gerekçesiyle toplu olarak uygulanan şiddete tanık oluruz. Yazar, Mükrime’yi katleden şeyin, insanlar olmadığını aksine taassup, bedavet ve vahşet olduğunu belirtir:

“Mükrime gibi bir kız, Soli gibi bir memlekete validesinin yed-i gadrı ile helâk

olunmazsa, taassubun, vahşetin tığ-ı amâsıyla helâk olur. hatta bu tığın bir ucu babasının sadrına değmezse mutlaka anasının sinesini deler. Böyle bir çocuk bizsim gibi şehirlilerin tasavvur ve tahayyüllerine sığamayacak bir belâ-yı mücessemdir”

(AS,161).

Toplumsal kötülüğü besleyen en önemli unsur, imrenme ve hasettir. İmrenme ve hasedi doğuransa toplumdan farklılıktır. Toplumun, farklılığa tahammülü yoktur. Halk, iyi ya da kötü fark etmeden kendisi gibi olmayanı ya da kendi çıkarına hizmet etmeyeni kötü olarak yaftalamakta ve farklı olana (başkaya) yönelen bütün şiddet biçimlerini meşrulaştırmaktadır. “Cinli Han”da sevgilisi askere giden Josephine’in gerek eğitim açısından gerekse mali açıdan kendisini geliştirmesi, diğer köylülerin ona imrenmesine ve haset duymasına sebep olur. Bu hasetle başa çıkamayan köylüler, Josephine’i ayağa düşürerek ondan intikam almaya çalışırlar ve sevgilisi Salpetre’yi kaçırılan Josephine’in kendisi isteği ile kaçtığına ikna ederler. “Jön Türk” romanında Ahdiye’yi kıskanan topluluk, onun hakkında olumsuz yargılarda bulunarak onu dile düşürmeye çalışır. “Eski Mektuplar”da Sadık’ın düğününe gelenler, böylesi zengin bir koca adayının kendi kızlarını tercih etmemelerinin acısını, gelin hakkında olumsuz konuşarak çıkarırlar.

Ahmet Midhat, “Taaffüf” romanında Sâniha hakkında ileri geri konuşan ailelerin onun sahip olduklarını çekemedikleri için onu kötülemeye çalıştıklarını “Meyve veren ağaç taşlanır.” atasözünden hareketle açıklar. Sâniha’ya imrenen ve onu oğullarına

almak isteyen ailelerin Sâniha tarafından reddedilmesi ile imrenme duyguları hasede döner ve belli bir topluluğun (grubun) Sâniha’nın aleyhine örgütlenmesine sebep olur. Bu açıdan toplumsal kötülüğe sebep olan şey, kişiyi diğer grup üyelerinden üstün kılan “iyi” nitelikleridir:

“Sâniha Hanımda iş bu semarat-ı ilm ü irfan olmasa idi, onu kim zemmedecekti?

Fazla olarak bir de servet sâmân. Hem milyonlarla sayılabilecek servet ve sâmân! Buna gedacasına hırslanarak kemal-i tama’ ile Sâniha’yı oğullarına almak için kör körüne saldıran familyaların hayalleri önüne koskocaman bir redd-i teklif duvarı haylûlet ediverince yeislerinden dolayı ne yapacaklarını bilmeyenlerin itiras taşlarını yağmur gibi yağdırmalarına hiç şaşmamalıdır” (T,33-34).

Yazarın “mükemmel bir aile” (T,35) olarak tanımladığı bu aile, babaları Dâniş Bey’in ve koruyucuları Doktor Fratenberg’in ölümünden sonra ortada kalmış, cemiyet bu aileye sahip çıkmamakla eleştirilmiştir. Bu ailenin toplumca korunmamasının ve eleştirilmesinin altında diğerlerinden farklı olmaları, cemiyet yerinde sayarken onların ilerlemeleri bulunur.

“Cemiyet-i medeniyyeyi teşkil eyleyen aileler cümleten ve an-cemaatin terakki

etmeyip de başkaları hâl-i vukufta kalarak yalnız bir aile tekaddüm eylerse ‘Turfanda’ diye Memduh olmaya bedel ‘Turfa!..’ diye makbuh ve makduh olur” (T,35).

Toplumsal kötülükle toplumsal kabullerin yanlışlığını ve kanunların yetersizliğini ortaya koymaya çalışan yazar, iyilik ve kötülük bilgisinin toplumsal kaynaklarını sorgulamaya açar ve bu kaynaklara güvenilemeyeceğini ortaya koyar:

“Aynı Sâniha bazıları nezdinde mağrur ve mütekebbir ve bazıları nezdinde şuh

ve şatır ve diğer birtakımları nezdinde de hoppa ve çılgın görülerek öylece mahkûm edilir” (T,34).

“Sâniha hakkında neler söylenmiyordu neler? Pek serbestmiş! Pek

alafrangaymış! Âdeta Fransızmış! Mümkün değil Müslüman koca istemezmiş! Daha neler, daha ne yaman zann-ı bâtıllar!” (T,36)

Toplumun kötülük mekânizması, iftira ile harekete geçer ve linçlere kadar varır. Toplum, istediği ancak elde edemediğini önce çöpe dönüştürmek suretiyle değerden düşürür, bu şekilde hıncını almazsa toplumsal şiddet biçimi olan linçler başlar. Bu linçler bazen sözel olarak gerçekleşirken bazen doğrudan fiziksel şiddet biçimini alır.

Bunun örneklerini “Arnavutlar Solyotlar”, “Yeryüzünde Bir Melek” gibi romanlarda görmek mümkündür.36

Toplumsal kötülük, yüce bir değer uğruna şiddetin ve kötülüğün meşrulaştırılması temeline dayanır. “Süleyman Muslî”de Mariya Konstanse adındaki Hristiyan bir kıza yine kendi cemaatinin haksız yere uyguladıkları baskı ve cezalara yer verilir. Kerek Köyü ahalisi ve Haçlı ordusu, Müslümanlar karşısında aldıkları yenilginin acısını Mariya Konstanse’dan çıkarırlar. Yargılanmasına karar verilen Mariya’nın Hristiyanlık dinine ihanetle suçlanması, konunun sadece toplumsal bir kötülük olmadığını dini kötülük kapsamında da değerlendirilebileceğini göstermektedir. Amcasının da kendisine düşman olduğu yargılamada yazar, Engizisyon mahkemelerinin haksız ve akıl almaz cezalarının kötülüğünü de belirtir. Mahkeme üyeleri Mariya’nın ifadesi ile suçsuz olduğuna kani olsa da halk, kızın suçlu olmasından yana olduğu için onun ifadesini dikkate bile almamışlardır. Suçsuzluğu açıkça belli olmasına rağmen halk, sırf intikam duygularını birazcık da olsa tatmin edebilmek için ne kadar ağır da olsa Mariya’nın cezalandırılmasını ister. İhtiyar papazın teki Mariya’nın günahı olmadığını ve onu cezalandırmanın Tanrı nezdinde bir suç olduğunu söylemesi üzerine öfkeden deliye dönen halk, papaza da saldırır. Bu şiddet biçimini onaylamayan ve toplumdan bu şekilde ayrı düşen kişi ya da kişiler de cezalandırılması mübah görülen kişinin uğradığı şiddete maruz kalma tehdidi altındadırlar. Sonuç olarak Mariya, sırf halkın öfkesi yatışabilsin diye beline kadar toprağa gömülerek ölüme terk edilmiştir. Hemen öldürülmeyip ölüm süresinin bu şekilde uzatılması ise Hristiyanlıkça kötülüğünün cezasını çekebilmesi ve temizlenebilmesi içindir. Mariya’nın bu şekilde acımasızca öldürülmesini izlemek ve kendilerini iyi bir Hristiyan olarak öne sürebilmek için toplananların sayısı, sayılamayacak kadar çoğalmıştır. Bu ölüm, halk için bir sevinç ve eğlence kaynağıdır; çünkü onlar için bir arınma sebebidir.

“Tütsüler, istavrozlarla kilise heyeti bir yandan teganni eyledikleri hâlde halk

dahi envai hakaretlerle kızı memelerine kadar sâlifü’z-zikr çukura gömdüler. Yüzüne tükürenlerin adedi hasr u ta’dâdın haricine çıktı. Biçare müttehemin gözünden akıttığı yaşlar mermerleri delebilecek kadar tesirli olduğu halde karye halkının yüreğine tesir etmek şöyle, bilâkis teşeffî-i sadr etmelerine medâr olurdu” (SM,35).

36 Konu, ileride “Grup Narsisizmi” başlığı altında da değerlendirileceğinden burada değinilmekle yetinilmiştir.

Din ya da iç grup ahlakını korumak adına sadizmi ve şiddeti bir şekilde meşrulaştıran toplum, kendi çocuklarını yiyen koca bir devdir. Böylesi durumlarda kötü olarak öne sürülen kişi ya da kişilerin cezalandırılması bile bazen halkı tatmin etmemektedir. Mariya’nın taşlanarak öldürülmeyip, toprağa gömülerek halkın gözü önünde ölüme terkedilmesi her ne kadar Hristiyanlığın arınma ilkesi ile açıklanıyorsa da halkın şiddet arzusunu tatmin etmeye yönelik olduğu açıktır.

“[K]ocakarı bir hizmet-i dîniyye olmak üzere toprakların üzerinde tepinerek

sıkıştırmaya himmetle haylice sevap kazandı” (SM,35).

Ahmet Midhat, birkaç romanında Paris’teki Quarter Latin öğrenci topluluğunun çevreye ve insanlara verdiği zarardan bahsederek bu topluluğunun tehditkârlığından ve kudretinden bahseder. “Mesail-i Muğlaka” ve “Demir Bey Yahut İnkişâf-ı Esrâr” romanlarında doğrudan bu öğrenci topluluğunun zararları konu edilir. Bu topluluğun dikkat çeken özellikleri, hiçbir şeye değer vermemeleri ve onları engelleyebilecek herhangi bir gücün bulunmamasıdır:

“Paris’te ‘talebe’ denilen sınıf hakikaten tehditlerini îka’a muktedir adamlardan

ibarettir. Onlar bir şeyi kafalarına koydular mı, onu fiile ihraç için hiçbir manileri olmaz. Kimseden korkmazlar. Masraftan endişeleri yoktur. Çünkü hiçbir şeyde masraf ihtiyar etmezler. Utanmak denilen şey akçeden daha kaht olur. Herhangi bir maksat uğrunda olursa olsun kendilerine dostların kâffesini muavin bulurlar” (DB,187).

Kabul edilebilir şiddet biçimlerinin tamamı reddedilmediği ya da ötelenmediği müddetçe insanlık tarihi, savaş ve yıkımla anılmaya devam edecektir. Bu şiddet biçimlerinin ötelenmesinin imkânsızlığı göz önüne alındığındaysa savaşın ve yıkımın kalıcılığı da ortaya çıkmaktadır. Kötülüğe karşı koyamayan bir millet, ahlaki değerlerini yitirmekle yüz yüze kalır. Bu ahlaki çöküntüde dinin ve toplumsal vicdanın öne sürümü olan değerler de anlamını yitirir.

Ahmet Midhat’ın tarihi gerçeklere dayandırdığı romanı “Süleyman Muslî”de Batınîler (Haşhaşiler)’in yaptığı zulümlere tanık oluruz. Özellikle Batınî şeyhinin sadist arzularının zulme dönüşmesi romanın büyük bir kısmını kaplamaktadır. Batınîlerin zulmünün ulaşamadığı hiçbir yer ve hiç kimse yoktur:

“O hınzırların hançeri sahranın her kumları altında gizlidir. Sana suikasti

kurdular mı, çölde nereye ayak bassan onların hançer-i intikamı üzerine basmış olursun. Onların tir-i gaddârı havâ-yı nesimin her zerresiyle beraber tayerân eder. bir kere senin ölümünü hükmettiler mi, kule-i Babil’in tepesine çıksan teneffüs eylediğin

havanın her zerresi bir ok kesilip ciğerine saplanır. Onların husumeti sanki birer sâika olmuş da bulutlara gizlenmiştir. Bir kere husumet ettiler mi, dünyanın öteki ucuna gitsen ra’d-ı helâklerine hedef olmamak mümkün değildir” (SM,60-61).

Batınîlerin zulümleri konu edilirken onlara büyük bir güç atfedildiği de ortadadır. Batınîler şeyhlerini Tanrı, kendilerini de mutlak güç olarak öne sürmektedirler. Süleyman bile, Batınîlerin kötülüklerinden sakınmanın nerdeyse imkânsız olduğunu düşünmektedir. “Bunların eline düşen bir kızı kurtarmak nasıl

mümkün olur ki, dünyada onlara galebe etmek değil, sû-i azimlerinden tevakki ve mücânebet bile muhâlâttan addolunur” (SM,125). Ancak bu imkânsızlık, işin zorluk

derecesini göstermek içindir ve kötünün hâkim olacağı şeklinde değerlendirilmemelidir; çünkü Tanrı’nın intikam eli olarak tasavvur edilen Süleyman, sadece Mariya’yı kurtarmakla kalmayacak, Batınîlerin yok edilmesini de sağlayacaktır.

Ahmet Midhat’ın romanlarında toplumsal kötülük olarak ahlakı bozulmuş yeniçerilerin zulümlerini de değerlendirebiliriz. “Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da Neler Olmuş” romanı, görev bilincini kaybetmiş ve bireyselleşmiş yeniçerilerin kötülüklerine yer verir. Romanda verilen atmosfer ilginçtir. Kimsenin kimseye güveni kalmamıştır ve toplumsal bir karmaşa hâkimdir. Bu açıdan “Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da Neler Olmuş”, şahsi çıkarların bütün değerlere galebe çaldığı bir devrin romanıdır. Toplumsal güvenin sarsıldığı, endişe ve korkunun hakim olduğu bu roman, aynı zamanda bir devir eleştirisidir.