• Sonuç bulunamadı

Kötülüğün Doğuştanlığı Meselesi, Asli Günahın Reddi ve Determinist

2.2. Tanzimat Devri Türk Romanında Ahlaki Kötülük Algısı

2.2.5. Kötülüğün Doğuştanlığı Meselesi, Asli Günahın Reddi ve Determinist

Hristiyanlık ve benzeri inanış biçimleri insanın doğuştan günahkâr olduğunu savunarak onun tek başına kurtuluşa eremeyeceğini belirtir ve onu mükemmelleşebilme açısından bazı kalıplara, kurumlara ve değerlere bağımlı kılar. Buna göre “ilk günahın yükünü taşımasından ötürü mükemmel olmayan varlık olarak insanın kusurlarının giderilmesi, onu kuşatan ve tek tek bireylerin icadı olmayan din, gelenek, tarih, tecrübe gibi kurum ve değerlerle mümkün olabilmektedir” (Özipek,2003:69). Bu tür düşünme

biçimi, insanı doğal olarak özgür bir varlık olarak da değerlendirmez. Tanzimat romanı ise genel olarak kötülüğün doğuştan olmadığını savunmakla birlikte Hristiyanlığın asli günah dogmasının da kabul edilemez olduğu kanaatindedir. Pek çok romanda insanın annesinden günahsız doğduğu ve kötülüğün de insanın özgür eylemlerinden kaynaklandığına dair genel bir kanı hakîmdir. Kötülüklerin kaynağı ise özgür iradeye sahip insanların doğruluktan sapmalarıdır.

“[F]enalıkların menşei işte bu yanlış zehaplar olduğu görülmek suretiyle kabul

olunur” (YBM,345).

Ahmet Midhat, kötülüğün ya da genel olarak ahlakın kaynağı ile ilgili olarak net fikir öne sürmese de romanlarında genel olarak iki ayrı ahlak telakkisinin varlığı söz konusudur. Bunlardan birincisi, kişinin doğuştan getirdiği ahlakıdır; ikincisi ise kişinin talim, terbiye ve yetiştirme tarzından kaynaklanan ahlakıdır.

Konu ile ilgili olarak “Yeryüzünde Bir Melek” romanında düşmüş kadınlar üzerinden fikir yürüten Ahmet Midhat, bu kadınların annelerinden bu şekilde doğmadıklarını, birilerinin yoldan çıkarması ile tabiatlarına ters düştüklerini belirtir. Kötülüğün doğuştan olduğunun iddia edilmesinin ise yaratılışa iftira etmek olacağını belirterek asli günah itikadının Tanrı’nın yaratma eylemine kusur atfetmek olacağını belirtmiş olur:

“Acaba bu bedbaht anasından şu hâlde mi doğmuştur. Bunu düşünmek hilkate

iftira etmektir. O, bir vakit gerçekten melek gibi bir masumdu. Bir ifrit onu baştan çıkardı” (YBM,200).

Ahmet Midhat, bazı romanlarında ise Hristiyanlığın asli günah dogmasını, dolaylı olarak değil doğrudan eleştirir. Özellikle Hristiyanlığın insanı kusursuz bir varlık olarak melek düzeyinde algılamasını, kötülüğün de iyilik kadar insan için muhtemel olduğu gerekçesiyle şiddetle eleştirir ve bu düşünceyi, İslami yaklaşım ile kıyaslar:

“Bizim şeriat-ı Muhammediye, şeriat-ı İseviyye gibi insanı insanlığın fevkinde

yani melek olarak farz edip de ahkâmını dahi ona bina etmiyor. İnsanın her ihtiyacının önünü açık bırakmaya lüzum görüyor” (YBM,150).

Bir başka Ahmet Midhat romanı olan “Haydut Montari”de de Hristiyan bir adam olan Nicola Satagna, insan ve kötülüğüne dair ileri sürdüğü fikirleri ile asli günah dogmasının yanlışlığını ortaya koyar ve böylece yazar, bu itikadın yanlışlığını kendisi

Hristiyan olan bir adamın ağzından ifade ederek konuya başka bir boyut kazandırmış olur:

“Âlemde herkes anasından bî-günah doğar. Zaman-ı sabâvetinde pek çok kusur

ve kabahat eder ise de masumiyetine bağışlanır”(HM,62-63).

Yine “Çengi” romanında da kötülüğün insan için bir imkân meselesi olduğunu ve melek olmaya çalışmanın insanın yaratılış gayesini ötelediğini belirten Ahmet Midhat, Âdem ile Havva’nın yasak meyveden yemelerinin bir günahtan öte bir zorunluluk olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirtir ve bu konuda ilahi teşvike dikkat çeker. İlk insana dair bu baştan çıkmanın yeryüzünde devam edeceğini de belirten ve bu şekilde ilk günahı doğrudan bir kötülük olarak değerlendirmeyen Ahmet Midhat, bu düşüncelerini Nasuh’un (Paris’te Bir Türk) ağzından da dile getirir ve Hristiyanlığın günah olarak değerlendirdiği bu hadisenin yükünün bütün insanlığa mal edilmesine, günahın babadan oğula geçmesine de karşı çıkar:

“[M]ukaddes İncillerde evlât, pederin ve validenin günahlarından mes’ul

olacağı yazılmış ise de, ben Hristiyan değilim Madam Müslümanım! Benim kabul eylediğim kitapta hiçbir nefsin, nefs-i âhir için mes’ul olmayacağı yazılmıştır. Hakikat dahi bundan ibarettir zannederim. Binaenaleyh gerek sizin gerek Catherine’in valideniz veya pederiniz bir hata etmişler ise ben ondan dolayı sizi ta’yibe asala mahal bulmam”

(PBT,168).

Pek çok romanında asli günah itikadına bağlı olarak anne babalarının suçlarının yükünü taşımakla sorumlu kişilerin trajedilerini konu alan Ahmet Midhat, “Paris’te Bir Türk” romanında yoksul bir kız olan Mademoiselle Virginie’in evren hakkındaki olumsuz düşüncelerini asli günah dogmasına bağlar:

“Ben ise kim bilir hangi âlemde, hangi kabahatimden dolayı dünya denilen şu

dâr-ı azâba atılmış bir mücrimim itikadında bulunuyorum. Çünkü düşündüm taşındım bu âlemi bir saadet olmak üzere bulamadım. Dâr-ı azâb olmak üzere telâkki eyledim. İçinde adam aldatacak bazı şeyler var ise o da azâb-ı hayattan bütün bütün usanç gelememek için tertip olunmuş ustalıklı şeylerdir. Yine düşündüm taşındım azap bir kabahatten dolayı iktiza edeceği derkâr olup ben ise kabahat edebilecek bir mevkide de bulunamadığımdan, besbelli bu dünyadan başka bir âlemde kabahatim olduğuna inanmak mecburiyetini gördüm” (PBT,519).

Bahsi geçen romanda önemli bir karakter olan Catherine, insan ve evren konusundaki düşünceleri ile oldukça aykırı bir kişidir. Asli günah dogması, Catherine

için sadece bir düşünce ya da dinî bir bağlanma biçimi değildir, aynı zamanda bir yaşama biçimidir. O, tüm evrenden ve özellikle insandan nefret etmektedir. İnsan elinin değdiği her şeyi iğrenç bulan Catherine için insan demek “mahiyetini bozmak” (PBT,41) demektir. Catherine’e göre doğuştan günaha bulanmış insan, bozguncudur ve iğrencin merkezindedir. Yazar, Nasuh’u Catherine’i ıslah etmesi için görevlendirir ve Nasuh aracılığı ile gerek Catherine’in gerekse Hristiyanlığın insan konusundaki bu yaklaşımını eleştirir.

“Cellat” romanında yazar, cellat olan bir baba ile babasından utanan oğlunun hikâyesi üzerinden asli günah dogmasının yanlışlığını ortaya koymaya çalışır. Bir yanda insanları kesip biçen bir baba diğer yanda ise masumlar için uğraşan bir oğul vardır. Oğul Andre, babasının mesleğinden utanmakta, babasına “baba” diye hitap etmekten bile çekinmektedir. Yazar, sık sık cellatlığın bu adamın sadece işi olduğunu belirtmesine rağmen Andre, bu işten ve babasından iğrenmektedir. Romanda yer yer genetik mirasa değinen yazar, baba ile oğul arasındaki günah ilişkisini ve asli günah dogmasını reddetmektedir. Ona göre “evlât babanın günahından mesul olur kaide-i

taassubkârîsine asla riayet” (C,170) olunamaz. Ahmet Midhat, bu konudaki

düşüncelerini Hristiyanlık eleştirisi olarak Pol Tonak’ın ağzından okuyucu ile paylaşır: “Andre’ye pederinden hiçbir sıfat intikal etmez. Bunlar Katolikliğin zünûn-ı

bâtılasıdır ki bizim gibi Bonapartistler zaten insanları bahtiyarlıktan meneden bu misillü evhâm-ı bâtılayı ortadan kaldırmak gayretiyle meydana çıkmışlardı” (C,172).

Tanzimat romancısının kötülüğün kaynağına dair genel kanaati, kötülüğün yaratılıştan ya da doğuştan gelmediği, insanın özgür eylemlerinden kaynaklandığı yönünde olsa da uygulamada bundan farklı durumlar da söz konusudur. Asli günah dogması, reddedilmekle birlikte pek çok romanda kötülük ya da kötü bir huy -bununla birlikte iyilik ve iyi bir huy da- yaratılışa bağlı olarak açıklanmaktadır. İnsanoğlu, annesinden masum doğmaktadır; ancak fıtratında şeytan (kötü) olmak istidadı vardır (YBM,116). Ne var ki böyle bir yaklaşım, kötülüğün sorumluluğunu üstlenme konusunda insanı boşa çıkarırken Yaratıcıyı doğrudan kötülükten sorumlu kılmaktadır. Kötülük, yaratılışta varsa bunun sorumluluğu yaratılana değil yaratana mal edilmelidir. Bu yaklaşım natüralizmin determinist etkisi ile açıklanabilir; çünkü natüralizm, insan kişiliğini ve davranışını soya çekim yasalarından ve toplumbilimden faydalanarak açıklar (Coşkun,2006:121).

“Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat” ve “Çengi” gibi romanlarda iyi ahlaka ve tüm korunmaya rağmen insanın, içgüdüsel olarak ya da Ahmet Midhat’ın tabiri ile “hiss-i

hayvânî”den (Ç,63) hareketle kötülüğe bulaştığı görülür. Ahmet Midhat, insanın

yaratılışı gereği belli özelliklere sahip olduğunu ve içgüdüsel olarak onları gerçekleştirdiğini belirtir.

“Yeryüzünde Bir Melek” romanında Ahmet Midhat, kötülüğü gerek evrenin gerekse insanın tabiatına, tabiatının hata yapabilme kapasitesine bağlar. Hatta Ahmet Midhat, bahsi geçen romanda konu ile ilgili olarak biraz daha ileriye giderek insan tabiatının aslının doğruluk ya da iyilikten çok, hata ya da kötülüğe yatkın olduğunu belirtmektedir.

“Zaten dünyada hata olmayan ne vardır ki bu da hata olmasın? Söyleyiniz

efendim söyleyiniz. Ne kadar hatalar söyleseniz tabîat-ı beşeriyyenin haricine çıkmamış olursunuz. Zira tabîat-ı beşeriyye daha büyük hatalara da müsaittir. Belki tabîat-ı beşeriyye aslı, mahz-ı hatâdır” (YBM,8).

Yine romanların pek çoğunda insanın yaratılışının kötülüğe yatkın olduğuna dair inanış hâkimdir. Ahmet Midhat, bunu özellikle “su-i zan” (kötü düşünmek) konusunda kesin bir kaide olarak savunur. Ona göre insanın pek çok olayda iyi bir taraf görmeyip her şeyi kötülüğe yormasında yaratılışının iyi düşünmekten çok kötü düşünmeye yatkın olması bulunmaktadır. Ahmet Midhat, elde kanıt olsa bile bir kişi ya da bir konu hakkında haksız yere kötü düşünmeyi, sonuçları ağır büyük bir kötülük olarak değerlendirmekle birlikte insanın yaratılışı gereği kötü zan (su-i zan) dururken iyi zanna (hüsn-i zan) yönelmeyeceğini belirtmektedir. “Elbette insanlık hasâyısıyla dahi

meftûr ve mecbûl olacağız. Bir ihtimal üzerine bâdî-i emirde su-i zan dururken hiç hatıra hüsn-i zan gelebilir mi?”(HF,121) Çünkü ona göre insanoğlu, iyilikten çok

kötülüğe yatkındır ve bu yatkınlığını başkalarına yönlendirerek onları kendinden aşağı görmektedir. Başkası ile ilgili kötü düşünmenin altında kişinin kendi kötülüğü ile baş edebilmek için kötülüğünü yansıtma ihtiyacının bulunması ile birlikte toplumsal kabullerin de önemli bir etkinliği vardır. “Zira evlâd-ı beşer daima ve her şeyden hüsn-i

zan edenleri hamak ve çabuk kanar diye tahkir ederler. Daima ve her maddede su-i zan edenleri ise cin fikirli, zeki diye vasfederler” (HF,121). Ancak burada şöyle bir sorun

ortaya çıkmaktadır: İnsan, çoğu kez bir hastalık olarak tanımlanan ve büyük günahlardan kabul edilen kötü düşünmeye yaratılışı gereği yatkınsa, bu düşünme biçiminin sebep olacağı kötülükten sorumlu tutulabilir mi? İnsanın iradesi dışında,

yaratılışı gereği olan bir husus, onun için günah kabul edilebilir mi? Ancak Ahmet Midhat’ın bu konu ile ilgili olarak bir öngörüsünün olmadığı, konuyu sadece yukarda belirttiğimiz hususlar çerçevesinde bıraktığı görülmektedir. Ancak Ahmet Midhat “Paris’te Bir Türk” isimli eserinde Catherine’in kibir ve azamet gibi kötülüklerinin “hulkî ve tabiî” (PBT,272) olması sebebiyle Catherine’in mazur gösterilebileceğini belirtir.

“Kendisiyle hemhâl olabilecek bir adam bulup da onunla tezevvüce kibri!....

azameti …….. mani ki bu seyyieler hulkî ve tabiî oldukları için kendisini mazur gösterebilirler” (PBT,272).

Ahmet Midhat, su-i zan konusunda olduğu gibi insanın nimetlerden yüz çevirici olmasını da gaflet olarak değerlendirmesine rağmen bu gafleti “insanın cibilleti

muktezasından” (Ç,80) ileri gelen bir kusur olarak değerlendirerek, insan doğasına

bağlamaktadır.

Romanlarda dikkati çeken bir husus da kötülüğün çoğu kez “maya”nın yoğrulması ile özdeşleşmiş olmasıdır. Kötü kimseler için çoğu kez “bed-mâye” (HF,322) ya da “mayası ifritlikle yoğrulmuş” (HF,279) şeklinde ifadeler kullanılmaktadır ki bu da insani kötülüğün kaçınılmazlığını ve aslında yaratılıştaki kusurluluktan kaynaklandığını göstermektedir.

“Hiç bed-mâye olan insanda merhamet ve mürüvvet mi olur?” (HF,322)

Ahmet Midhat, “Hayret” romanında ise kötülüğün olduğu gibi iyiliğin de doğuştan olduğunu belirterek, terbiyenin bu durumu kuvvetlendirdiğini, dinlerin ise yaratılışa bağlanan bu iyilik ve kötülük üzerinde etkili olmadığını belirtir:

“Bilmiş olunuz ki insan salâh-ı hâl ile yaratılmamış ve aldığı terbiye dahi o

salâh-ı hâl-i bir kat daha tevsi ve bast etmemiş olursa Brahmanî değil a hangi mezhepte doğarsa doğsun yine şekavet-i cibilliyyesini ref edemez. Bir adam İsmail Azmi kadar doğru özlü olduğu hâlde ise Brahmanî olmasa dahi Brahmanîlerden âlâ mazhar-ı füyûzât sayılır” (H,423).

Namık Kemal de “İntibah” adlı eserinde kötülüğü motive eden unsur olarak fıtratı işaret eder. Bir yandan Mehpeyker’in kötülükleri “yaratılışındaki şeytanlık” (İ,51) ile izah edilirken diğer yandan Ali Bey’in sebep olacakları kötülükler de “tabiatında

olan aşırı düşkünlük” (İ,14) ile açıklanır. Mehpeyker’e bu konuda fırsat tanımayan ve

onun kötülüğünü yaratılışına bağlayan Namık Kemal, Ali Bey konusunda da benzer bir yaklaşıma sahiptir. Her ne kadar Ali Bey’in “melek” (İ,11) zannedilebilecek kadar iyi

biri olduğunu belirtmesine rağmen yazar, onu tanıtmaya başladığı ilk andan itibaren tabiatına bağladığı yetersizlikleri ile onun sebep olacağı kötülüklere okuyucuyu hazırlar. Ali Bey’in babasının da farkında olduğu bu kusurları, eğitim ve terbiye ile de düzeltilemez. O, yaratılıştan getirdiği bu özellikleri ile belirlenmiştir. Hatta romanda bu kusurları, onun fiziksel özellikleri ile de bütünleştirilerek verilmiştir:

“Fakat zavallı babası, hayatta olduğu süre boyunca ciğerpâresi için daima

büyük bir endişe içindeydi. Çünkü çocuk sarı benizli, fazla asabî, bununla beraber kanı da oynak bir şey olarak gördüğü hikmetli terbiyelerin, şefkatli davranışların tesiriyle tabiatın sonuçlarından olan hiddeti üstün gelebilir gibi görünse de o mizacın bir diğer neticesi olan meşgul olduğu bir şeye fazla düşkünlüğü ve tutkuya esir olduğu hemen her hâlinden anlaşılırdı: Neye merak salarsa bütün dünyayı unuturcasına kendini ona verirdi. Bir şeyi arzu eder de meydana gelmesinde bir engelle karşılaşırsa istediği şey ne kadar cüz’i olursa olsun ele geçirmek için yolunda en büyük fedakârlıklardan çekinmezdi. Hatta ufak bir emelinde ümitsizliğe kapılınca günlerce hastalanır, geceleri gizli gizli ağlardı” (İ,11).

Romanın ilerleyen sayfalarında Mesut Efendi, kötülüğü “insanların kasten

yaptığı kötülükler” ve “nefsin hastalıkları” (İ,42); kötü kişileri de “yaratılışı itibarıyla kötüler” ve “kandırılmış olanlar” (İ,42) şeklinde ikiye ayırır ve kandırılmış olanlara

acıyıp onları beladan kurtarmak için çabalarken yaratılışı itibariyle kötü olanlara şiddetli bir düşmanlık besler. Oysa böyle bir düşüncenin kabulü hâlinde bizce kandırılmış olanlar, özgür iradesi dâhilinde bir tercihte bulundukları için yaratılışı itibariyle kötü olandan daha az acınasıdırlar.

Nabizade Nazım, “Zehra”da Namık Kemal ile benzer bir yaklaşımla romanın kötülük kurgusunu temellendirdiği Zehra’nın kıskançlığını, onun yaratılışına bağlar. Babası bile “yaradılış olarak kıskanç ve hırçın bir şey” (Z,17) olan kızının doğuştan getirdiği bu özelliğinin sebep olacağı kötülüklerin farkındadır:

“Zehra çocukluk zamanından beri oldukça kıskançtı. Özellikle kendisinden iki yıl

sonra doğan Bedri’yi öylesine kıskanırdı ki birkaç kez neredeyse çocuğu boğmak, kafasını ezmek gibi sapıklıklara kadar ileri gitmiştir.

Kızının bu doğası, Şevket’i hakikaten düşündürmekteydi. Özellikle de kadınlar, bu yapıda olanların ilerde oldukça kötü olaylara sebep olacaklarını biliyordu” (Z,10).

Zehra’nın kıskançlığını ve kötülüğünü, onun “korkunç tabiat” (Z,19)’ına bağlayan yazar, bu tabiata karşı düşünülmüş tüm çarelerin sonuçsuz kaldığını belirtir.

Zehra’nın kendisi de tabiatının korkunçluğunun ve davranışlarının kötülüğünün farkındadır, hatta mutlu olabilmek için bu durumu değiştirmesi gerektiğinin de farkındadır; ancak bu tabiatın karşısında çaresiz olduğunun da farkındadır. Bu karmaşık farkındalık durumu ise onun kötülüğünün şiddetini arttırmaktadır.

“Zavallı kız hayattaki durumunu düşünmeye başlamıştı. Davranışlarındaki

kötülükler üzerinde düşünmeye başladı. Durumu bu gidişle nasıl sonuçlanacaktı? Zekâsı sayesinde dünyada bu tavırla kendisi için mutluluğun kısmet olamayacağını anlamıştı. Bu durumda davranışlarını değiştirmeye ve iyileştirmeye mecburdu. Ancak bu konuda ne gibi çareler düşünebilirdi ve mümkündü? İşte kızcağız bu sorunun verdiği acıyla ne zaman karşılaşsa umutlarının bütünüyle boşa gittiğini fark ederek acı çeker ve bu acı onu daha da hiddetlendirirdi” (Z,18-19).

Zehra, yaratılıştan getirdiği kötücül özelliklerinin farkında olmakla birlikte onları değiştiremeyeceğinin de farkında olan tek Tanzimat karakteridir. Bu farkındalık durumu, zamanla kendisini, kötücül itkilerinde mazur görmesine sebep olmuştur. Zehra’nın kendisi -romanın sonundaki aydınlanma anı hariç- sürekli olarak yaptığı her işte kendini mazur görme ve gösterme eğilimi içerisindedir. O, sebep olduğu kötülükler için asla kendini suçlamamıştır.

Şu haliyle düşünüldüğünde pek çok kişinin felaketine sebep olmuş Zehra, oldukça kötü biridir; ancak kötülüğünün farkında olmasına rağmen bunu değiştirecek kudretinin olmaması, onun bu eylemlerinde tam olarak özgür olmadığını dolayısıyla da sebep olduğu kötülüklerden sorumlu olamayacağını göstermektedir. Babası, kendisi ve herkes, onun yaratılıştan getirdiği bu kötücül özelliğinin farkındadır; ancak bu kötücül özellik, tüm çabalara rağmen engellenememekte, denetlenememektedir. Öyleyse kötü olan Zehra değil yaratılışıdır. Onun kötü olmasında, ahlaki tercihlerinin bir önemi yoktur; onun kötülüğü yaratılış olarak belirlenmiştir. Yukarıdaki alıntıda da belirtildiği gibi “çocukluk zamanından beri oldukça kıskanç” olan Zehra, zaman ilerledikçe ve yaşça büyüdükçe ahlaki olarak çocuk kalmayı sürdürmüş bir otomattır. Nabizade Nazım’ın Zehra üzerinden yürüttüğümüz insan algısı, gelişmeye açık olan ilerlemeci bir varlıktan çok belirlenmiş kimliği ile yerinde sayan bir otomattır.

Ahmet Midhat “Karnaval” romanında aynı konakta yetişmiş Şehnaz ve Hasna karakterleri ile ahlakın yaratılıştan olduğunu anlatmaya çalışır. Şehnaz ve Hasna, aynı konakta yetişmiş olmalarına ve benzer terbiyeler almalarına rağmen oldukça farklı karakter özelliklerine sahiptirler. Şehnaz’ın yaratılışında fesat tohumu, Hasna’nın

yaratılışında ise iyilik olduğunu söyleyen yazar, konuyu bitki ve yağmurdan hareketle açıklayarak natüralizmin etkisini açıkça ortaya koyar. Ancak burada şöyle bir farklılık da vardır. Yaratılışları itibari ile iyi ve kötü olan bu kızların okudukları romanlar da onların bu tabiatlarını desteklemiştir.

“Filhakika kaffe-i nebatat için medar-ı feyz ve bereket olan yağmur hep o

yağmurdur. Ancak lale ve sünbül tohumunu havi olan bir bağda lale ve sünbül bitirip diken ve çalı kökleri müesses olan bir yerde dahi bunları inbat eyler. Cibilletinde tohm-i fasid olan Şehnaz için okuduğu romanlar kendisinin dahi o romanlarda gördüğü eşhas-ı vak’adan birisi olması istidatlarına inbisat verip Hansa cibilletinde zaten salah olmakla beraber okuduğu romanlarda ahvali beğenilemeyecek olan a’zayı vak’anın her birini ibret numunesi olarak telakki eylemiş ve şu âlemde henüz aşk ne olduğunu kendi şahsında tecrübe etmediği halde heva vü heves âleminin kaffe-i mehalikini romanlarda okuyup öğrendiği cihetle o a’za-yı vak’aya benzemeyi değil benzememeyi mahz-ı necat addetmekte bulunmuştu” (KR,56).

Yukarıda da bahsi geçtiği üzere “Henüz On Yedi Yaşında” isimli eserinde ise terbiyenin ahlak üzerindeki etkilerine yer veren Ahmet Midhat, terbiye ile ahlak arasındaki dinamik ilişkiye dikkati çekmektedir. Ancak Ahmet Midhat’ın bu konudaki tavrı net değildir. Ahmet Midhat, “Çengi” romanında da kötülük olarak değerlendirilebilecek bazı hususiyetlerin doğuştan getirildiğini yani bunların insanın fıtratının bir gereği olduğunu ve terbiye ile yok edilebilmelerinin mümkün olmadığını özellikle belirtmektedir. Ahmet Midhat, sadece kendini düşünme ve kendi nefsini bilme gibi bencilliklerin insanın fıtratında bulunduğunu ve herkeste bulunan bu özelliklerin terbiye ile düzeltilmesinin imkân dâhilinde olmadığını belirtir ki bu da kötülüğün engellenemeyeceği düşüncesinin gelişmesine sebep olur.

“İnsan evlâdının her niyet ve teşebbüsünde mutlaka yalnız kendi nefsine de ait

olacak bir garaz-ı mahsûs bulunmak zarurîdir. Zira hod-endişlik insanın fıtratında, cibilletinde mevcut olan hesâisten olup sonra aldığı terbiye bunu def’e mümkün değil muktedir olamaz. Bir kimse ‘Şu işte benim kendi zatıma, kendi nefsime ait hiçbir garazım yoktur’ der ise asla inanmamalı. Behemehâl bir garazı olduğuna şüphe etmeyerek o garazın su-i garaz mı yoksa hüsn-i garaz mı olduğunu tetkike müsaraat göstermelidir” (Ç,61).

Şüphesiz ki böyle bir yaklaşımın ek öncülleri dikkate alınmadan kabul