• Sonuç bulunamadı

İnsanın kendisinden kaynaklanmayan ve ondan bağımsız olarak meydana gelen kötülükler, fiziksel/doğal kötülük olarak adlandırılmaktadır. Kötülük üzerine yapılmış çalışmalarda ve fikir yürütmelerde, fiziksel kötülüklerin insandan bağımsız olarak meydana gelmiş kötülükler oldukları konusunda hemfikir olunmasına rağmen bu tarz kötülüklerin kapsamı hakkında kesin bir sınıflandırma söz konusu değildir. Genel olarak depremler, fırtınalar, kasırgalar, yangınlar, seller, kuraklıklar ve kıtlık gibi doğal afetler ile bunlara bağlı olarak gelişen yoksulluk, açlık gibi felaketler; zararlı hayvanlar; sağırlık, dilsizlik, körlük, sakatlık gibi bedensel (ruhsal da olabilir) kusurlar/engeller ve hastalıklar fiziksel kötülük kapsamında değerlendirilen hususiyetlerdir.

Fiziksel kötülük olarak değerlendirilen bu hususiyetlerin, Tanzimat romanında fazla yer almadığı, alsa bile doğrudan kötülük olarak değerlendirilmediği görülmektedir. 1755 yılında meydana gelen Lizbon Depremi, Batı düşünce dünyasının kırılma noktasını teşkil ederken ve pek çok sanat eserine konu olurken Tanzimat romanında bu tür doğa olaylarına, hastalıklara ve salgınlara çokça yer verilmediği, yer verilse bile üzerinde fazlaca düşünülmediği görülmektedir.

XIX. yüzyılın en çok korkulan hastalığı koleradır ve kolera, bu yüzyılda neredeyse bütün dünyayı etkisi altına almıştır. XIX. yüzyıl boyunca belirli aralıklarla

dünyada büyük salgınlara yol açan kolera, Osmanlı topraklarında ilk kez 1822 yılında görülmüş ve Osmanlı Devleti sınırları içerisine giren hastalık, XIX. yüzyıl boyunca ticari münasebetler, göçler, savaşlar ve hac yoluyla Osmanlı topraklarına taşınmakla kalmamış belirli aralıklarla ortaya çıkıp nüfus açısından büyük yıkımlara neden olduğu gibi ekonomik açıdan da büyük kayıplara yol açmış ve bu salgınlar XIX. yüzyılda nüfusun büyüme hızını da oldukça düşürmüştür (Ak,2011:255-256). Yine veba salgınları XVII. yüzyıldan XIX. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı tebaasına musallat olan en öldürücü ve en sık rastlanan afetlerden olmuştur (Gül,2009:242). Kolera ve vebanın yanında frengi, çiçek ve kızamık gibi hatalıkların görüldüğü hatta zaman zaman salgın halini aldığı bilinmektedir. Ancak XIX. yüzyılı etkisine alan ve pek çok sanat eserine konu olan bu tür salgın ve hastalıklar, Tanzimat devri Türk romanına konu olmamıştır. Bizce bu rastgele bir durum değildir; aksine bilinçli bir tercihtir. Bizce özellikle Ahmet Midhat gibi hem devrinin hem de öncesinin olaylarına duyarsız kalmayan, romanlarını Osmanlı ile sınırlamayan, İtalya’dan, Fransa’ya, Fransa’dan, Amerika’ya kadar geniş bir coğrafyayı konu edinen bir yazarın bu tarz önemli olaylara duyarsız kalabilmesi ya da gözünü kapayabilmesi mümkün gözükmemektedir. Bu tarz olayları konu edinmemenin ve hatta kaçınmanın bilinçli sebepleri bulunmalıdır.

Lizbon Depremi, sadece fay hattındaki bir kırılma değildir, sanatta, edebiyatta ve hatta Tanrı ile insan arasındaki ilişkide de ciddi kırılmalara sebebiyet vermiştir. Kiliselerin hınca hınç dolu olduğu azizler gününde meydana gelen depremin akabinde iyi, şefkatli ve kudretli bir Tanrı’nın varlığı ile kötülüğün varlığının uzlaşmazlığına dair tartışmalar alevlenmiş, ateistik argümanlar yeniden güç kazanmıştır. Düşünürlerin içinden çıkamadığı bu durum ciddi bir kaosun da sebebi olmuştur. Tanzimat romancısının bu tarz olaylardan kaçınması da bizce bu düşünsel plandan kaynaklanmaktadır. Tanrı’nın varlığı ile bu tarz olayları bağdaştıramamak, İslami bakış açısı ile çatışmak, toplumsal bir karmaşaya sebep olmak yenileşmenin eşiğinde, yeni yeni okuma alışkanlığı kazandırılmaya çalışılan bir milleti felsefe ile boğmak gibi endişeler, bizce bu tarz olayların konu edilmemesinin sebepleri arasında sayılabilir.

Bu ifadeler, Tanzimat romanında bu tarz olayların kesinlikle bulunmadığı anlamına gelmemelidir. Yer yer doğal afetlere de hastalıklara da yer verilmiştir; ancak bu tarz olaylar, doğrudan bir hikâyenin konusu olmadığı gibi pek çok kez kötülük olarak da değerlendirilmemiştir.

Bedensel kusurlar ya da yetersizliklerin kötülük ile ilişkilendirilmesinde bu tarz durumlar, çoğunlukla kötülüğe maruz kalma açısından değil kötülüğe sebep olma açısından ele alınmış ve bu şekilde kötücül karakterlerin kötülükleri, bedensel kusurları ile özdeşleştirilmiştir. Bedensel kusurların bu şekilde ele alınması, Tanrı’nın iyiliği ve kudreti ile ilgili olumsuz eleştirileri de engellemektedir. Çünkü karakterlerin kendi seçimleri dâhilinde olmayan bu kusurlar, ahlaki kötülükleri ile ilişkilendirilerek Tanrı vergisi olmaktan çıkarılmış âdeta bir seçime dönüştürülmüştür.

Romandaki kötü karakterlerin çoğu ya çok esmer ya da siyahîdir (Arap). Bu karakterlerin yüzlerinin karalığı, göndergesel olarak yüreklerinin karanlığına işaret etmektedir. “Müşahedat”ta Agavni’yi öldürten Feride esmer bir kızdır; “Sergüzeşt” romanında esir ticareti ile uğraşan Hacı Ömer, “çok esmer” (S,12) bir adamdır, Dilber’e acımadan zulmeden hanımı, Mustafa Efendi’nin karısı, “son derece esmer, … kaba,

çirkin, acayip bir yaratıktı(r)” (S,16), tüm insani açılımlarını kaybeden Teravet

siyahidir; “Yeryüzünde Bir Melek” romanında Arife ile birlik olup Şefik ile Raziye’ye kötülük eden Neşe; “İntibah”taki Abdullah (melez) Araplıkları sebebiyle siyahidirler. Bu ve buna benzer örnekleri arttırmak mümkündür; ancak bunlardan özellikle “Dünyaya İkinci Geliş Yahut İstanbul’da Neler Olmuş” romanındaki siyahî halayık Mesut Ağa’nın yeri başkadır. Romanın pek çok yerinde Mesut Ağa’nın siyahiliği “zindan kadar siyah” (DİG,99) benzetmesinde olduğu gibi olumsuz duygu değerine sahip kelimelerle yapılmış ve Mesut’un kötü bir adam oluşu ile siyahiliği arasında dolaylı olarak değil doğrudan bir ilgi kurulmuştur. Bir mağarada doğmuş, gün yüzü görmemiş, iyilik ve kötülüğün ne olduğunu bilmeyen Güngörmez bile Mesut Ağa’yı görür görmez, içgüdüsel olarak ondan, onun karalığından korkar. Mesut Ağa, Güngörmez’i sevmek istediğinde Güngörmez onu “Ben sana gelmem, sen karanlıksın!” (DİG,95) diyerek reddeder. Güngörmez’in Mesut’tan rahatsız olmasının ve korkmasının sebebi siyahiliğinin onda uyandırdığı olumsuz hislerdir.

Mesut Ağa, siyahi olmakla birlikte hadımdır da. O, Tanzimat romanında, bedensel kusurları ile başkarakter olmaya layık ilk ve tek karakterdir. Romanda açık açık belirtilmese de o, dünyadan siyahiliğinin ve hadımlığının32

sebep olduğu acının intikamını almaktadır; ancak Mesut Ağa’nın kötü bir karakter oluşu siyahiliğinin ve hadımlığının maruz kaldığı bir kötülük olarak algılanmasına engel olmaktadır.

32 Hadımlık, insan eylemlerinden bağımsız olmadığı için her ne kadar fiziksel kötülük olarak değerlendirilemese de haremağalarının genellikle Afrika kökenli (siyahi) oluşları sebebiyle hadımlığı da siyahilik ile birlikte bu grupta değerlendirmeyi uygun bulduk.

Bedensel kusurların doğrudan olmasa da dolaylı olarak fiziksel kötülük olarak değerlendirildiği bu romanda Hadım Mesut, sık sık kılık değiştirir ve farklı rollerde karşımıza çıkar ve bu şekilde acının üstesinden gelmeye çalışır. İster genç ister yaşlı, ister kadın ister erkek, her kılığa giren ve girdiği her kılığın hakkını da layıkıyla veren Mesut Ağa’nın hadımlığı, denilebilir ki onu eksiltmek yerine çoğaltmıştır. Döl gücü elinden alınan Mesut, kılıktan kılığa girerek yaşamı döllemekte, yaratmaktadır. Çeşitli açılardan insanları provoke eden Mesut, romanın ilerleyen sayfalarında ise deşifre olması üzerine cebinden çıkardığı bıçak ile hiç düşünmeden yüzünü parçalamıştır.

“[C]ebinden bir keskin çakı çıkardı. Eline bir ayna aldı, yüzünü ekseri

Araplarda görülen, çizgili yüzler gibi çizmeye başladı ama öyle her yanağında üçer dörder çizgi ile iktifa edemedi. Yol yol ayırıp bıraktı. Hatta alt dudağından bir parçayı da kopardı. … Bir gün … çubuk içerken tamam tütünlerinin her tarafı yanmış olan lüleyi kaldırıp yanağına yapıştırmasın mı? Yanağı cayır cayır yandı” (DİG,83).

Mesut Ağa’nın, yüzünü parçalayışı ile ilgili olarak hiçbir acı ifadesine yer verilmemiştir. Çünkü yüzünü kötü hâle koyan ve çirkinleştiren Mesut Ağa için bu işlem, sadomazoşitçe zevk aldığı bir protestodur. Hadım olan adam için yüzünün bir önemi ve anlamı yoktur; o, bu işlem ile yüzüne, kötü de olsa bir anlam katmaktadır. Mesut Ağa, onu siyahi yaratan Tanrı’ya ve hadım eden düzene karşı yüzünü hadım eder ve böylece yüzünü geçersizleştirirken aslında daha çok göze sokar. Kendini saklamak isteyen Mesut Ağa, yeni yüzü ile daha çok görünür olur. Güzellik geçiciyken çirkinlik akılda kalıcıdır. Bu sebeple düne kadar onu görmeyenler, şimdi bakmak istemediklerinde bile gözlerini ondan alamazlar. Yüzünü böyle bir işlemle çirkinleştiren ve hatta iğrençleştiren Mesut Ağa, güzellik (estetik) ile birlikte evrenin iyilik anlayışına da başkaldırır ve kötülüğün estetik düzenini (çirkini) üretir. Yüzünün çirkinliğini, kıyafetlerindeki karmaşıklık ve davranışlarındaki abuk sabuklukla destekleyen ve aşırılaştıran Mesut Ağa, bu grotesk hali ile evrene meydan okur:

“Dayızade Memiş Beyin yanında bir de Arap kölesi var. İşte bu köle ucube-i

zaman ıtlakına şayan idi. Halk bunu görünce bir kahkahadır koptu. … Nasıl gülmesinler ya? Arap sahihan ucube. Kendisi zindan kadar siyah.yüzü gözü balta ile mi yoksa yatağan bıçağı ile mi yapılmış ne olmuş şerha şerha ayrılıp çeteleye dönmüş … Başında ciğer gibi kırmızı bir fes bu çehreyi ne kadar açar? Fes ama iki üç okka Trabzon fındığı alır bir fes. Üzerinde hemen bir buçuk okka mavi ham ipekten bir püskül. O çehreye o fes ne kadar yaraşır ise o püskül ondan aşağı mı yaraşır?

Arkasında bir beyaz camadan. Onun üzerinde karpuz çuhadan hem de fevkalade olarak som sırma içinde salta. Belinde bir top denilemeyip üç top denilecek kadar Trablus kuşağı. Ayağında beyaz hümayun bezinden dizine kadar koca bir şalvar. O kadar da kabarmış ki zamanımızda Hristiyan matmazellerinin giydiği fistanlar bu kadar kabarmaz. Şimdi bir şairin ucu kehribarlı abanoz bir sigaralığa teşbih edeceği baldırlar ki ayağında da sarı merkûblar!

Ya ne kadar maskara şey! Efendisi, hanımı küçük beyi ile beraber kayıktan karaya çıkınca cem olan halka bakıp halkın kahkahalarına karşın bembeyaz dişlerini ce kıpkırmızı dilini çıkararak gülmeye başlamasın mı?” (DİG,99-100)

Mesut Ağa’nın bu maskara hâline bir de aptalca bir sırıtma eklemesi, onun etrafına kayıtsızlığının göstergesidir. O, bu şekilde sırıtarak ona bakan halkın onun çirkinliğine gülmesinin uyandıracağı zevki engellemekte ve iğrençliğini artırarak kötüyü ve kötülüğü bir değer olarak yeniden üretmektedir. Düne kadar kimsenin görmediği Mesut Ağa, bu maskaralığı ve iğrençliği ile cazibe kazanmıştır.

“Sergüzeşt” romanında da siyahilik (bununla birlikte hadımlık), doğrudan fiziksel kötülük olarak değerlendirilmektedir. Cevher Ağa, siyahiliği ve hadımlığı ile doğrudan bir kötülüğe maruz kalmaktadır. Mısır’da bir sarayda haremağası olan Cevher Ağa, onu yaşamın tüm imkânlarından faydalanmasına engel olan şeyin siyahiliği ile hadımlığı olduğunu düşünür ve “siyah olduğu için tabiata, hadım olduğu için

Sudanlılara lânet” (S,93) eder. Cevher Ağa, “cehennemî mahrumiyet ateşi” (S,93) ile

yaratılışa isyan ederken fiziki kötülüklerin ahlaki kötülükler ile ilişkilendirilmesine de başkaldırmakta ve bu açıdan diğer Tanzimat karakterlerinden ayrılmaktadır:

“Yüzüm siyah ise, ruhumun da karanlık olması mı lâzım gelir? Ben vücutça

noksan isem de, bir kalbe de sahip değil miyim? Kimseye acımaz, kimseyi sevemez miyim?” (S,94)

“Vah” romanında da Talat Bey’in yüzü, yakalandığı çiçek hastalığı sebebiyle çirkinleşmiştir ve bu çirkinliğe sebep olan çiçek hastalığı, fiziksel kötülük olarak değerlendirilmiştir. Yusuf güzelliğinde olan Talat Bey, çiçek hastalığından sonra önceki güzelliğine nazaran bir o kadar çirkinleşir; babası ise onun bu hâlini görmeye dayanamayarak kahrından ölür ve bu ölümle birlikte servetleri dağılır. Ferdane Hanım ile evlenen Talat Bey, kendisini ona layık görmez ve hem kendini hem Ferdane’yi bu acıyla kahreder. Talat Bey, hâlinden ötürü feleği suçlar ve dünyaya küser. Görüldüğü üzere Talat Bey’i dünya nimetlerinden faydalanmaktan alıkoyan ve bu şekilde kötülüğü

motive eden güç, çiçek hastalığı ve sebep olduğu çirkinliktir. Talat Bey’in çirkinliği ile ahlakı arasında da hiçbir ilgi bulunmadığı da açıkça belirtilmektedir. Behçet Bey, Despino’ya “herifin suratı gibi tabiatı, ahlâkı da çirkin midir?” (V,68) diye sorduğunda Despino, öyle olmadığı söyler.

Talat Bey’in çiçek hastalığı sebebiyle çirkinleşmiş suratı ile ahlakı arasında bir ilgi kurulmazken “İntibah”ta Abdullah Efendi için tam tersi bir durum söz konusudur. Abdullah Efendi’nin çirkinliğinin altında fiziksel kötülük olarak değerlendirilebilecek hastalıklar (çiçek, nezle, frengi, çürük diş) bulunmaktadır. Ancak bu hastalıklar ve sebep oldukları çirkinlik, doğrudan Abdullah Efendi’nin ahlaki kötülüğü ile ilişkilendirilmiştir.

“Yaşı yetmişi aştığı hâlde kadınlarla düşüp kalkma yolundan kendini alamadığı

gibi, yüzü, pek fazla çiçek bozuğu olmakla beraber rengi, melez sayılacak derecede esmer; gözleri birkaç defa çektiği Mısır nezlesi sebebiyle hem perdeli hem çipil; burnu, hiçbir vakit izlerinden kurtulamadığı frengi belasıyla çürümüş Frenk inciri gibi hem iri hem çentik; birkaç çürük diş ile çirkinliği iğrençlik derecesine ulaşan ağzı, gayet geniş; bıyığı, sakalı ise uyuz hayvan tüyü kadar seyrek bir insan olarak ahlakının kötülüğünün üstat elinden çıkma cisimleşmiş bir resmi hükmünde olan o iğrenç görünüşüyle …”

(İ,76)

“Jön Türk” romanında Ahdiye’nin babası Gazanfer Bey, İstanbul’da ortaya çıkan bir kolera salgını ile ölür. Yazar, Gazanfer Bey’in “o zalim hastalıktan irtihâl ile

Dilşinas’ı dul ve Ahdiye’yi yetim bıraktı[ğını]” (JT,10) söyleyerek hastalığın sebep

olduğu kötülükleri açıkça belirtir ve bu hastalığı fiziksel kötülük olarak değerlendirir. “Gürcü Kızı Yahut İntikam”da da Tiflis şehrinde ortaya çıkan bir kolera salgınından ve bu kolera salgınının elli bin civarındaki nüfusun üçte ikisini kırıp helak ettiğinden bahsedilir ve yine bu hastalık kötülük olarak değerlendirilir.

Ahmet Midhat, “Yeryüzünde Bir Melek” romanında hastalık gibi kötülüklerin oluşumunun insan eylemleri ile ilişkili olmasa bile sonuçlarının kötülüğünün insanların eylemleri ile ilintili olduğunu belirtir ve böylece konuya farklı bir bakış açısıyla yaklaşır. İlgili romanda veba ile ilgili yaptığı bir yorumda hastalıklarla ilgili yanlış uygulamaların ve tedbirsizliklerin varlığına dikkat çeken Midhat, bu tarz kötülüklerin sorumluluğunu böylece insana da bağlamış olur ve onları fiziksel kötülük olarak değerlendirmekten çıkarır. Ona göre hastalık kadar, hastalık karşısında tedbirsiz davranan insan da suçludur.

“[D]ervişin birisi Mısır’ın kenarında otururken korkunç bir şeyin Mısır’a doğru

gittiğini görerek yanına varıp kim olduğunu sorar. ‘Ben vebayım! On beş bin adamın canını almak için Mısır’a musallat oldum’ der. Derviş bundan ziyade kıyaklık etmemesini rica ederek ayrılır. Bir müddet sonra filvaki Mısır’da veba zuhur ederek fakat on beş bin değil otuz bin adam vefat eder. Derviş yine mahut vebayı görüp ‘Niçin otuz bin öldürdün?’ diye sorunca ‘Hayır! Ben memuriyetim veçhiyle on beş bin adamın canını aldım. Diğer on beş bini dahi kendi doktorlarından vefat ettiler’ cevabını verir”

(YBM,60).

Vebayı “korkunç hastalık” olarak tanımlayan yazar, alıntıdan da anlaşıldığı üzere hastalığı özü itibari ile kötü olarak değerlendirmektedir. Vebanın on bin insanı öldürmeye memur edildiğini belirtmesi ise hastalığın Tanrı tarafından gönderildiğine işaret ederek hastalığın ortaya çıkışında ve yayılmasındaki ilahi sebebe göndermede bulunur. Ancak hastalığın sonuçlarının kötü olmasında insan da hastalık ile aynı oranda sorumluluk sahibidir. Çünkü insanın hastalık karşısındaki tedbirsizliği ve tedavi yöntemleri geliştiremeyişi veba ile aynı oranda insanın ölmesine sebep olmuştur.

“Müşahedat”ta Feride engelli olmasa da hem zihinsel hem de bedensel olarak hastalıklı bir kız olarak tanıtılır. Feride’nin yetersizliği ile kötülüğü arasında ilgi kuran yazar, bu yetersizliği, onun ahlaki yanının gelişmemiş olmasına bağlar ve ahlaki kötülüğünün yansıması olarak gösterir. Oysa hasta olduğu için terbiye bakımından da eksik bırakılan bu kızın ahlak anlayışının da gelişmediği ortadadır. Çünkü çocuklar, dış dünyayı ve kendilerine öğretilen şeyleri her zaman ayni derecede kavrayamaz, böylelikle onların ahlâk anlayışı ancak kavrama güçlerinin ulaşabileceği seviyede kalır (Güngör,2008:48). Yani hastalıklı oluşu, onun ahlakının kötülüğünün yansıması olarak değerlendirileceğine ahlakının ve kavrayışının gelişmemesi, hastalıklı oluşuna bağlanarak açıklanmalıdır ki o zaman bu kusur, doğrudan fiziksel kötülük olarak şekillenir.

“Henüz On Yedi Yaşında” isimli romanda da Kalyopi’nin sakat bir kardeşi vardır. Kalyopi, kötü yola düşmesini ve ailesinin sefil olmasını kardeşinin sakatlığına bağlayarak açıklamaktadır. Sakatlık her ne kadar sakat olan kişi açısından değerlendirilmemiş olsa da ailesinin kötülüğe maruz kalmasının sebebi olarak gösterildiği için fiziksel kötülük olarak değerlendirildiği söylenebilir.

“[T]opal karındaşımın ayağında bir illet peyda oldu. … İşte bizim perişanîmize

Siyahilik, çirkinlik, sakatlık gibi fiziksel yetersizliklerin kötülüğünün yanında bazı romanlarda “güzellik”in kendisi de fiziksel kötülük olarak karşımıza çıkmaktadır. Ahmet Midhat, “hüsn ve cemal[i] insan için en büyük bahtiyarlıklardan” (FBR,30) görmesine rağmen pek çok romanda güzelliği kötülüğün merkezine yerleştirir. “Vah” romanında kötülüğü motive eden güç, Ferdane Hanım’ın güzelliğidir. Oldukça güzel bir kadın olan Ferdane Hanım, her gittiği yerde dikkat çekmekte ve pek çok kez taciz edilmektedir. Ferdane’nin evliliği, güzelliği sebebiyle maruz kaldığı tacizlerle sarsılmaktadır ve kendisini kıskanan kocası, ona zulmetmektedir. Behçet Bey’in Ferdane’ye musallat olmasının sebebi, yine Ferdane’nin güzelliğidir. Romanın sonunda kocasının onu boşamasına ve akabinde ölmesine katlanamayan Ferdane Hanım, tüm kötülüklerin sebebi olarak gördüğü yüzüne kezzap dökerek kendini çirkinleştirir. Bu çirkinleştirme, kendine verdiği bir ceza değildir, Mesut Ağa’nınki gibi bir protestodur, isyandır. Ferdane Hanım, yüzüne döktüğü kezzapla sadece yüzünü bozmaz, yaratılışını ve toplumsal kaynaklı iyi kötü yargısını da lanetler. Her ne kadar yazar güzelliğinden intikam aldığını belirtse de o, Tanrı’nın verdiğini bozarak Tanrı’nın yaratma biçiminden (takdirinden) intikam almaktadır.

“Biçare Ferdane bu kadar beliyyâtın asıl sebebi kendi hüsnü, kendi cemali

olduğunu düşünerek hüsnünden intikam almak için bir sünger parçası ile yüzüne tîz-âb sürerek nazik yüzünü yakıp kavurmuş. Bir hâle gelmiş ki yüzü teflere gerilen kursağa dönmüş” (V,196).

Yine bir Ahmet Midhat romanı olan “Demir Bey Yahut İnkişâf-ı Esrâr”da Polini güzelliği sebebiyle tüm dikkatlerin üzerinde olmasından ve istediği gibi davranamamaktan rahatsız olduğunu belirterek (DB,153) güzelliğinden şikâyet etmektedir. Samipaşazade Sezai’nin “Sergüzeşt”inde de romanın sonunda cariye olarak satıldığı Mısır’daki saraydan kaçan Dilber’in İstanbul’a, Celal Bey’ e gitmeye cesaret edememesi, güzelliğine bağlanır ve güzellik, böylece ölüm gibi bir kötülüğü motive etmiş olur; çünkü “böyle bir seyahate, gözleri çeken güzelliğiyle, şarklı masumiyeti

mâni” (S,104) olan Dilber, kaçıp kurtulmak yerine intihar ederek yok olmayı seçmiştir.

Bazı romanlarda ise sağırlık, dilsizlik ve körlük gibi fiziksel kusurlar, kötülüğe sebep olmak bir yana avantaja dönüşür. Böyle bir yaklaşımla bu tarz kusurların özleri itibariyle kötü olmadığı iyi olduğu ortaya konmaya çalışılır. Yani bazı iyiliklerin meydana gelebilmesi için bir miktar kötülüğe ihtiyaç duyulduğu belirtilir. “Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da Neler Olmuş” romanında Mesut Ağa’nın özel kayıkçısı

olan Laz, dilsiz bir adamdır. İsmi belirtilmeyen bu adamın dilsizliği “fiziksel kötülük” olarak değerlendirilmemekte hatta olumlu açılardan ele alınmaktadır. Laz’ın dilsiz oluşu, başlangıçta sosyal hayatta sebep olduğu zorluklar sebebiyle kötülük olarak değerlendirilmiştir. “Bu lâz dilsiz idi ki dilsizlerin kulağı dahi işitmediğinden

müşterilerin nereye gideceği ve kaç paraya götüreceği hususunda sıkıntı çekiliyor diye lonca odası tarafından tart edilmeye dahi sebebiyet göstermiştir” (DİG,56). Ancak

dilsizin, dilsizliğinden kaynaklanan kötü talihi, bir süre sonra Mesut Ağa’nın onu kayıkçı olarak işe almasıyla değişmeye başlar, hatta bu iş için dilsizliği, onun için bir