• Sonuç bulunamadı

1.2. Kötülük Probleminin Tarihsel Arka Planı

1.4.1. Batı Din ve Düşünce Sisteminde Teodise

1.4.1.2. Irenaeusçu Teodise

Irenaeusçu teodise, Augustine’den iki yüzyıl önce yaşamış Irenaeus’un (130- 202) düşünce sistemine dayanmaktadır. Irenaeus’a göre Tanrı, her şeyi bir sözü ile yoktan var etmiştir. Bu noktada Augustineci teodise ile aynı düşünürken kötülüğün düşüş doktrinine bağlı olarak açıklanması ve insanın doğuştan günahkâr olması noktalarında ise Augustineci teodiseden ayrılmaktadır. Bununla birlikte her iki teodisenin de kötülüğe yaklaşımlarında ciddi farklılıklar vardır. Augustineci teodise, kötülüğün sorumluluğunu insana bağlarken Irenaeusçu teodise, kötülüğün nihai sorumluluğunu Tanrı’ya bağlamaktadır. Irenaeus’un teodisesinin önemli temalarından olan kötülüğün varlığının nihai sorumluluğunun Tanrı’ya bağlanması, Augustine teodisesinin tamamen reddettiği ve hatta tüm teodisenin bu ret üzerine kurulduğu bir temadır. Augustine, insanın özgür iradesi ile mükemmelliğini bozduğunu; Irenaeus ise özgür iradesi ile insanın mükemmelleşeceğini belirtir ve ikisinin düşüncelerinden

beslenen teodiselerinin temel ayrımı da burada yatmaktadır. Augustine, mükemmelliği insanın düşüşe kadar olan döneminde (geçmişte); Irenaeus ise olgunlaşma sürecinin sonunda yani gelecekte görür. Augustine’nin, mükemmelliğin düşüş ile bozulduğunu söylemesine karşılık Irenaeus’a göre insanın düşüşü kazara ortaya çıkmamıştır ve tanrısal amacın bir parçasıdır. Irenaeus’a göre Tanrı, insanı kendi suretinden yarattığı için insan iyidir ancak yaratılmış olduğu için de mükemmel değildir. Özetle Augustine’e göre insan başlangıçta kusursuzdur, ancak zamanla iradesini yanlış kullanarak/Tanrı’dan ayrılarak kusurlu olmaktadır; Irenaeus’a göreyse insan başlangıçta kusurludur, ancak zamanla kendini olgunlaştırmakta ve kusursuzlaştırmaktadır.

Irenaeusçu teodise, insanı bir olgunlaşma sürecinin başında gelişme ve değişmeye yatkın olarak değerlendirir. İnsan, bu süreç içinde varlığını olabildiğince Tanrı’ya benzer hâle getirmelidir. Bu teodise geleneğine göre insan, mükemmel olmayan ama zaman içerisinde özgür iradesi ile mükemmelleşebilen bir varlıktır ve kötülük de bahsi geçen olgunlaşmanın aracıdır. Ona göre insan, yaratılışın başında kusursuz olsaydı gerçek manada özgürlük olmazdı, insanın özgür iradesi ile kazanmış olduğu mükemmellik, Tanrı tarafından bahşedilmiş olan mükemmellikten daha değerlidir.

Aslında hem Irenaeusçu hem de Augustineci teodise, Tanrı’nın kötülüğe izin verdiğini kabul eder. Ancak Augustineci teodise, insanın ona verilmiş özgürlüğü yanlış kullanarak dünyaya kötülüklerin gelmesine sebep olduğunu düşünürken özgürlüğe herhangi bir olumlu bir fonksiyon yüklemez; Irenaeus ise özgür iradenin insanın olgunlaşmasına ve gelişmesine katkılarından hem özgür iradenin hem de ahlaki kötülüklerin olumlu bir fonksiyonu olduğunu düşünür. Irenaeusçu teodise, dünyayı “ruh yapma yeri” olarak tanımladığından dünyadaki kötülükleri de onun ilk günahına ilişkin cezasının tezahürü olarak değil insandaki iyilik potansiyelinin gerçekleşmesinin vesilesi olarak, daha büyük iyiliklerin oluşmasına sebep olan zorunlu elementler olarak, açıklar.

Irenaeus, insan ırkının gelişimini iki aşamaya ayırır: İnsanın yolun başında kusurlu olduğu aşama ve gelişmenin sahnesi olan yaşanan/ tecrübe edilen aşama. Irenaeus’un kendisi bu evrenin birinci kısmı için “Tanrı’nın imgesi”, ikinci aşama içinse “Tanrı’nın benzerliği” (Manafov,2007:111) ifadelerini kullanır.

Irenaeus’un teodisesi, gelişim sürecinin başında, insanın mükemmel ve olgunlaşmış varlıklar olarak değil de kusurlu ve olgunlaşmamış varlıklar olarak yaratıldığı fikrinden ötürü çokça eleştirilmiştir. Tanrı’nın insanı ve evreni niçin

kusursuz, mükemmel ve olgunlaşmış olarak yaratmadığı sorusu, bu teodisenin eleştiricilerinin temel sorgulama noktası olmuştur. Hick ise bu soruyu, özgürce ulaşılan Tanrı idrakinin, bilinçsizce kabul edilen/ona dayatılan Tanrı inancından daha makbul ve pozitif bir değer olduğu yönünde cevaplar. Gerek insanın gerekse evrenin mükemmel yaratılmaması, inancın bilinçle harmanlanmasının gereğidir. İnsan mükemmel olarak yaratılmamıştır; ancak mükemmelleşmeye müsait (mükemmelleşme potansiyeline sahip) bir varlıktır.

Ireneaus’un fikirlerini savunanlar arasında Friedrich Schleiermacher, F.R. Tennat, John Hick gibi düşünürler bulunur. Batı din felsefesinde, Hristiyan geleneği içerisinde zikredilen Irenaeusçu teodise, her ne kadar Augustineci teodisenin gölgesinde kalmış ve yaygınlık kazanamamış olsa da Schleiermacher ile XIX. yüzyılda yeniden ortaya çıkmıştır.

Schleiermacher, düşüş doktrinini hem bilimsel temelden yoksun olduğu hem de Hristiyan inancı için teolojik açıdan zorluklar çıkardığı için kabul edilemez bulur. Schleiermacher, teolojik açıdan her ne kadar günah olmadan kurtuluşun olamayacağını savunsa da günahın insan doğasını bozması sebebiyle insanın günahın sorumluluğundan kurtulamayacağını da belirtir. Schleiermacher, günahın pozitif değeri üzerinde durarak günahın Tanrı inayetinin işareti olduğunu belirtir. Günah, Tanrı’nın merhameti için gereklidir ve bu sebeple değerlidir. Scheleiermacher teodisesinin en önemli özelliklerinden biri günahın, inkâr edilemez ve ortadan kaldırılamaz gerçekliğinin olmasıdır. Günahın kökeni tanrısaldır ve bedeli ödenmeden insan tarafından ortadan kaldırılması mümkün değildir. Schleiermacher, “Tanrı günahın yaratıcısı olduğu gibi kurtuluşunun da garantisidir. Bu açıdan da günahın fonksiyonunun nihai değil, amaçsal olduğunu anlamalıyız” der.

Schleiermacher’a göre insan ve toplum arasında günah konusunda birbirlerini karşılıklı yönlendiren bir ilişki söz konusudur; insan toplumu, toplum da insanı günahkâr kılar. Schleiermacher, var olan tüm kötülükleri günahın karşılığı olarak görmesine karşılık, kötülükleri toplum kaynaklı ve doğa kaynaklı olarak ikiye ayırır. Toplum kaynaklı kötülükler insanın sorumlu tutulması gereken ve savaşlar, açıklık, sefalet gibi kötülüklerdir (Manafov,2007:124-126).

Schleiermacher, Irenaeusçu teodiseyi yeniden sistemli hale getirmiş olsa da doğrudan bu teodisenin çizgisini takip etmemiş ve ona kendine göre yeni anlamlar katmıştır. Ireneausçu teodise her ne kadar XIX. yüzyılda Schleiermacher tarafından

yeniden ortaya çıkmışsa da özellikle John Hick tarafından ruh yapma/şahsiyet oluşturma teodisesi (soul-making theodicy/person making theodicy) olarak geliştirilerek sistemli hale getirilmiş, âdeta John Hick ile özdeşleştirilmiştir. “Hick’in savunduğu şekliyle Ireneaus’cu teodisenin ana temaları, özellikle şunlardır:

1.a. insan doğal evrim yoluyla yaratılmıştır. b. İnsan, Tanrı’dan bilişsel bir mesafe, uzaklık içinde yaratılmıştır. c. İnsana Yaratıcısı karşısında temel (basic) bir özgürlük imkânı veren bu bilişsel uzaklıktır. 2. Ben-merkezli bir organizma olan insanın içinde hayatta kalma mücadelesi verdiği sert ve sıkıntılı dünya, yine de ahlaken ve manen olgunlaşmamış bir yaratık olan insanın nihai yetkinliğine doğru gelişebileceği bir çevredir. 3. Bu gelişme bu hayatta başlar, onun ötelerinde sürüp gider. 4. Bu durumda, ahlaki ve doğal kötülük, Tanrı’nın mükemmelleşmiş sonlu kişiler yaratmasının şu anki aşamasının zorunlu özellikleridir. 5. Kötülüğün varlığının nihai sorumluluğu Tanrı’ya aittir” (Yaran,1997:97).

Hick’in “soul-making” (ruh yapma) olarak nitelediği teodisesi, insanın evrendeki ve öte dünyadaki insanlaşma sürecini temel edinmiş ve Augustineci teodisenin başarısızlığı üzerine kurulmuştur. Hick, düşüş doktrinini literal bir doğru olmaktan öte mitolojik bir hikâye olarak değerlendirmektedir. Hick, düşüşe sahne olan cenneti kaybedilmiş/yitik değil, kazanılacak bir amaç olarak değerlendirir. Hick için düşüş, insanın ideal hayatını kurmasına ve insanın evrimsel gelişmesine katkı sağlayan mitolojik bir hikâyedir.

Ruh yapma teodisesinde bedensel acılar ve bunların sebep olduğu ruhsal ıstıraplar önemli yer tutar. Hick, acının kötü mü yoksa iyi mi olduğu konusunda acıya

çoğu zaman koruyucu bir fonksiyon yüklemektedir. Hick, acıyı

gelişmenin/olgunlaşmanın kaçınılmaz şartı olarak değerlendirir. “Yanılmadan söyleyebiliriz ki, insanlığın entelektüel gelişimi, insanın doğadaki yasalarla etkileşim sonucu olmuştur; şöyle ki, oradaki yasaları öğrenerek ya onun tehlikelerinden uzak durmak ya da onun nimetlerinden faydalanmak için, o yasaların (deneysel olarak) bilinmesi gerekmektedir. Uzak durulmayı gerektiren tehlikelerden ya da kazanmayı teşvik eden mükâfattan yoksun olan bir dünyada, gerçek manada ne insanın zeka ve kabiliyetlerinin ilerlemesinden bahsedilebilir, ne de gerçek bir bilimden, sanattan ve kültürden bahsedilebilir” (Manafov,2007:133)28. Hick, acının uyarıcı ve koruyucu etkisine vurgu yaparak, hem bedensel acıların hem de ruhsal ıstırapların ruh yapma

amacının yararlı ve kaçınılmaz bir parçası olduğunu belirtir. Bedensel acılar, çoğu zaman teşhis için işaret, tedavi için de koruyucu bir işleve sahiptir. İnsanlar ve hayvanlar, karşılaşılan bedensel acılar sayesinde kendini koruma yöntemleri ve hayatta kalma becerileri geliştirirler. Bu sebeple acı, biyolojik bir zorunluluktur (Hick,1985:298-299). Hick için ölüm de acı gibi kaçınılmazdır ve gereklidir. Ölüm ve kötülük, dünyada ahlaki gelişim olanaklarımızı keşfetmemizi sağlayan temel kavramlardır.

Hick, Irenaeus gibi zorluk ve tahriklerin sonucunda özgür irade ile kazanılmış insani iyiliğin; insanın katkısı olmadan bahşedilmiş iyilikten daha değerli olduğunu belirtir. “Ruh-yapma teodisesine göre, şahsiyetin ahlaki-manevi ve entelektüel gelişimi meydan okumaların ve sorumlulukların sonucudur. Hiçbir başarısızlığın ve tehlikenin olmadığı, çaba gerektirmeyen statik durumlarda herhangi bir gelişme söz konusu olamaz. İster bilgisel isterse de ahlaki-manevi olsun her türlü gelişmeler sıkıntı ve zorluklarla hesaplaşma sonucu ortaya çıkabilmektedir” (Manafov,2007:132). Hick’e göre acının ve ıstırabın olmadığı dünyada, gelişme ve olgunlaşmadan söz edilemeyeceğinden duygu ve değerin (ahlakın) de bir önemi kalmayacaktır. Ahlaki değer yargılarının ve kişiliklerin gelişebilmesi (ruh yapma/şahsiyet oluşturma) için acı, keder ve kötülüklerin bulunduğu bir dünya, salt iyilikten meydana gelmiş bir dünyadan daha iyi ve daha değerlidir. Acı, keder ve dolayısıyla kötülük, ahlaki değer ve kişiliklerin gelişebilmesi için evrende zorunlu olarak bulunmaktadır. Bu şekilde, ahlaki değer ve kişiliklerin gelişmesi için kaçınılmaz görülen kötülük, insan için bir erdem olarak değerlendirilmiş olur. Bu açıdan erdemi var eden, kötü ve kötülüklerin varlığıdır.

Gerek Irenaeus gerekse Hick, ahlaki kötülüğün tanrısal amacın hizmetinde olduğunu savunurlar. Hick, dünyanın zevk ve eğlence yeri olmadığını, ruhun olgunlaşma yeri olarak sıkıntı ve zorlukların yoğunlukta olduğu bir yer olduğunu belirtir. Acıyı yaşamak, acı çekeni anlamak için gereklidir. Acı olmadan bazı duyguları geliştirebilmek mümkün değildir; ancak acı, mutlak bir varlığa da sahip değildir. Schleiermacher’da olduğu gibi Hick’e göre de kötülük olmadan bağışlanmanın, merhametin ya da fedakarlığın özetle tanrısal inayetin anlamı olmaz bununla birlikte etik kavramların bir değeri de kalmazdı.

Hick, acının ve kötülüğün varlığının Tanrı’nın varlığının idraki noktasında da olumlu bir etkinliğe sahip olduğu kanısındadır. Ona göre acı, insanı Tanrı’ya taşır. Bu sebeple de acı mutlak manada kötü değil, aslında iyidir. İşte bu sebeple Tanrı,

bazılarımızın sınırlı miktarda acı çekmesine izin verir. Kötülükten mahrum bir dünyada, ihtiyaç da olmaz tehlike de. Doğal olarak insan olmak da anlamını yitirir. Hick’e göre böyle bir dünya “genel yasalara göre değil, ‘özel inayetlere’ göre işlemek zorunda kalırdı. Doğa yasaları aşırı derecede esnek olmak zorunda kalırdı. Çekim yasası bazen geçerli olur, bazen olmaz, bir nesne bazen sert olur, bazen yumuşak. Hiçbir şekilde bilimden bahsedemezdik, çünkü araştırılacak sabit bir dünya yapısı olmazdı. İkinci olarak, kendi yasaları olan nesnel bir çevrenin güçlükleri ve sorunları ortadan kaldırıldığı için, hayat, hoş fakat amaçsızca içinde sürüklenip gittiğimiz bir rüya gibi olurdu. Üçüncü olarak, şu anki etik kavramlarımızın hiçbir anlamı kalmazdı. … Sonuç olarak, hiçbir acının olmadığı zevk dolu bir dünya, haz yönünden iyi olabilse de insanın ahlaki niteliklerinin gelişimi için çok uygunsuz olurdu” (Manafov,2007:140)29

. Böyle bir dünyaysa “olası dünyaların en kötüsü” olurdu. Bununla birlikte Hick’e göre kötülükler dünyada rastgeledir ve öyle de olmalıdır. İyiler her zaman iyilikle, kötüler de her zaman kötülükle karşılaşmış olsa iyilik, iyi olduğu için değil amacının dışında sadece bir arzu nesnesi (kötülükten kaçınma arzusu) olarak algılanırdı.

Kötülüklerin tamamının tanrısal amaca hizmet edip etmediği noktasında Hick, bazı kötülüklerin bu amaç doğrultusunda anlaşılmaz gibi görünebildiğini ancak bu belirsizliğin, Tanrı’yı hiçbir zorlama olmadan bilmeye ve sevmeye hizmet ettiğini belirtir ve bunu da “sırrın pozitif değeri” olarak açıklar. O, kötülüklerin gereğinden fazla ve hak edilmemiş olduğu yönündeki itirazlara karşı “sırrın pozitif değeri”nden hareketle açıklamalarda bulunur. Hick, evrenin gizemliliğinin ruh yapma yeri olarak onun bir özelliği olduğunu belirtir. Ona göre yaratılmış ve doğal olarak sınırlı olan insanın, yaratılmamış ve sınırsız olan Tanrı’nın bütün işlerini anlayabilmesi ve evrenin ilahi bilgisine, sınırlı düşünce kabiliyeti ile ulaşabilmesi zaten mümkün değildir. Sınırsız ve sonsuz olan Tanrı sınırlı ve sonlu olan insan zihninin ve dilinin kavrama kapasitesini aşar. Çünkü Tanrı, kendini tanrısal amacı doğrultusunda saklamaktadır. Ancak bu durum bazen de Tanrı’nın inkâr edilmesinin odak noktasını oluşturmaktadır.

Hick’e göre insanın iyi ile kötü arasında özgürce, kendi iradesi ile bir tercih yapabilmesi için Tanrı’dan belli bir epistemik (kuramsal bilgi) mesafede yaratılması gerekmiştir. İnsanın Tanrı’dan belli bir epistemik mesafede yaratılmış olduğu fikri, bu teodisenin merkezi temalarındandır. Hick’e göre ahlaki kötülüğün kaynağı, Tanrı’dan belli bir epistemik mesafede yaratılan insanın özgür tercihler yapmasıdır. Çünkü insanın

Tanrı’dan belli bir epistemik mesafede yaratılmış olması, onu yaratıcısı karşısında özgür bir varlık haline getirmekte ve tercihlerinde bağımsız kılmaktadır. Bu mesafe ve özgürlük, Tanrı’nın ona takdir ettiği bir mesafedir. Bu mesafe, fiziksel değil bilişsel bir uzaklıktır, insanın gelişmesi için kaçınılmaz olan “uzaysal değil epistemik bir mesafe, bilgi boyutunda bir mesafedir” (Yaran,1997:99).

İnsanın olgunlaşması/kusursuzlaşması için evrende iyilik ve kötülük’ün bulunması gereklidir. Dünya, bu sebeple maksimal zevk (hedonistik cennet) ve minimum acı yeri değildir. İnsanın iyilik ve kötülük arasında özgür tercihler yapabilmesi, iyi ya da kötü olması, gerçek manada Tanrı’yı bilişsel olarak kavraması ve ona inanması, Tanrı’dan belli bir epistemik mesafede yaratılmasına bağlıdır. İnsanın gerçek manada özgür ve dolayısıyla eylemlerinden sorumlu olabilmesi için Tanrıdan belli bir mesafede yaratılmış olması gerekmektedir. Tanrı inancının niteliğini belirleyen de bu epistemik mesafedir. Hick, Tanrı’nın kendini bizim tecrübe alanımıza apaçık ortaya koymaması, gizlemesi gerektiğini belirtir. Tanrı, kendini yarattıklarından gizleyerek, O’nu bilme ya da bilmeme özgürlüğünü insana tanımalıdır (Uslu,2004:160). Bu teodiseye göre Tanrı, varlığını insana dayatmaz; insan, kendi seçimi ve bilişsel farkındalığı ile Tanrı inancını benimser ve yaratıcısını sever.

Tanrı ile insan arasında epistemik mesafenin oluşunun özetle iki amaca hizmet ettiği söylenebilir: “Birincisi insan kendi iradesinde, iman veya inkâr etmesinde, tüm dinî ve dinî olmayan davranışlarında kendi seçimini kullanabilmektedir. İkincisi, insan davranışlarının ahlakiliği ve aslîliği önem kazanmaktadır. Zira görmeden ya da tam bilinmediği halde Tanrı’ya olan inanç ve saygının değeri, bilme düzeyinden daha değerli ve anlamlıdır” (Manafov,2007:116).

Ruh yapma teodisesi, kötülüğün varlığını inkâr etmez, onun iyiliğe hizmet ettiğini savunur. Bu teodiseye göre kötülük, iyi bir amaç için vardır. İyiliğe hizmet etmiyormuş izlenimi veren (katliamlar gibi) kötülükler ise daha çok eskatolojik (kıyamet bilim) bir anlam ifade etmektedir. Hick, insanî mükemmelliğin geçmişte olmadığını özgür irade ile gelecekte ve hatta öte dünyada da gerçekleşeceğini belirtir. Anlaşıldığı üzere Hick, ruh yapma teodisesini ölümle sınırlandırmaz, ölüm sonrasında da olgunlaşmanın gerekliliğini belirtir. Kötülüğün varlığını izah edebilmek için öte dünya anlayışının kaçınılmazlığını savunur; çünkü kötülük, öte dünya inancını zorunlu kılar. Tanrısal amacın tam olarak anlaşılabilmesi için öte dünya inancına ihtiyaç vardır.

Hick’in öte dünya anlayışının genel geçer öte dünya anlayışlarından farklı yanı ise olgunlaşmanın eskatolojik olarak da devam edeceği fikridir.

Hick’in teodisesini geçerli kılabilmek için eskatolojiye ihtiyacı vardır. Çünkü tüm teodisesini dayandırdığı gelişme ve olgunlaşma, bazen beklenmedik ve erken ölümlerle gerçekleşemeden son bulabilmektedir. Erich Fromm, birçoğumuzun yaşamının en trajik tarafının daha tam olarak doğmadan ölmek olduğunu söyler (Manafov,2007:163). Hick, özellikle çocuk ölümleri (yaşam sürelerinin kısalığı) örnek gösterilerek dünyanın olgunlaşma yeri olmadığı yönündeki eleştirilerin önünü, ölümden sonra da gelişmenin ve olgunlaşmanın (sorumluluğun) devam edeceği şeklinde kesmeye çalışmaktadır. Buna bağlı olarak gerek Irenaeus gerekse Hick, Augustineci teodisenin aksine ebedi cehennem doktrininin kabul edilemeyeceğini belirterek ölüm sonrası gelişmenin sonucunda tüm insanların en nihayetinde cennete ulaşacaklarını öngörür. Hick, öte dünyanın gerekliliğinin yanında üniversal bakış açısıyla kurtuluşun, herkes için geçerli olduğunu ifade eder. Hick’e göre herkes sonunda cennete girecektir. Çünkü Ireneaus ve Hick, ebedi cehennem olarak reva görülen cezanın hiçbir zaman gelişme amacına hizmet etmediğini ve sonlu varlıkların kötülüklerinin bedeli olamayacağını ifade ederler.

Bu teodise, çoğu kez pek çok açıdan eleştirilere maruz kalmıştır. Eleştirilerin büyük bir kısmı Tanrı’nın acıyı yaratmadan iyi var edip edemeyeceği, acı olmadan bu olumlu fonksiyonların gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceği noktasındadır. Mackie ve McCloskey gibi düşünürler, Tanrı’nın amaca (iyiliğe) ulaşmak için araçlar (kötülük) kullanmasını, Tanrı için yetersizlik olarak değerlendirmişlerdir. Tanrı’nın kötülük olmadan iyiliği var edip edemeyeceği konusu onların ateistik yaklaşımlarının temel dayanaklarından olmuştur. Oysa Tanrı’nın yarattığının araç-amaç ilişkisi içinde değerlendirilmesi, bir eksiklik değildir bu, Tanrı’nın gelişi güzel iş yapmaktan uzak olduğunu göstermektedir (Yaran,1994:58).

Ruh yapma teodisesinin, fiziksel kötülüklerin iyi bir amaç için var olduğu ve kişinin ahlaki gelişmesine hizmet ettiği yönündeki fikirleri de eleştirilmiştir. Çekilen acıların ve ıstırapların her zaman olgunlaşma ve gelişme ile neticeleneceği fikri, çoğu eleştirmence acı ve ıstırabın yarattığı baskı altında insanların karakterlerinin ve ahlaklarının çözülmeleri ve gittikçe daha kötüye gitmeleri örnek gösterilerek makul karşılanmamış, evrenin ruh yapma yeri olarak değerlendirilmesi ampirik içerikten yoksun bulunmuştur. Hick, çoğu kez acıyı hafife almakla eleştirilmiştir. Özellikle

olgunlaşma ve gelişmenin söz konusu olmayacağı hayvan türünden varlıkların çekmiş oldukları acının ve çoğu zaman olgunlaşma amacına bile hizmet edemeyecek kadar çok olan kötülüklerin gereksizliğini görmezden gelmekle suçlanmıştır. Bazı insanların maruz kaldıkları acı ve kederin, diğer insanlar için bir ders olacağı ve merhamet duygusunu geliştireceği yönündeki fikirleri, hakaret kabilinden değerlendirilmiştir. Hick’in bazı kötülükleri “sırrın pozitif değeri” şeklinde nitelendirerek açıklayamayışı da yine bu teodisenin eleştirilmesine sebep olmuş konulardandır.

Sonuç olarak Augustine teodisesi, Hristiyan inancına sıkı sıkıya bağlı olmasına rağmen Irenaeusçu teodise, zaman zaman Hristiyan düşünce geleneğinden ayrılır. Hatta bu teodise pek çok yönden İslami teodiselere yaklaşmaktadır. Ruh yapma teodisesi ve İslami teodiseler, kötülüğün evrendeki varlığını tanrısal hikmetten yola çıkarak açıklar. Her iki teodise de insanı, yetkinleşeceği bir yolun başında görür, kötülüğe eğitici bir fonksiyon yükler, iyiliklerin ancak kötülükler ile anlam kazanacaklarını savunur, eskatolojik ödül fikrini geliştirir, geçmişe değil geleceğe bakar. Olgunlaşmanın ölümden sonra devam edeceği, herkesin kurtulacağı noktalarında ise farklılıklar göstermektedirler. C.S. Yaran, Augustineci teodiseyi çok fazla Hristiyan’ca bulmuş olmasına rağmen Hick’in geliştirdiği ruh yapma teodisesini, doğal teolojinin desteğini dışlaması ve en önemli soruları sırrın pozitif değeri olarak değerlendirip eksik bırakması noktalarında eleştirmesine rağmen kötülük problemine felsefi açıdan makul ve tutarlı biçimde yaklaşan, modern bilim açısından uyuşmazlık arz etmeyen, ahlaki açıdan kötülüğü yüceltici ve savunucu bir arka plan bulundurmayan, klasik teizmin ve