• Sonuç bulunamadı

2.2. Tanzimat Devri Türk Romanında Ahlaki Kötülük Algısı

2.2.3. Din Bağlamında Ahlaki Kötülüklerin Ele Alınması

Ahmet Midhat’ın romanlarında Hristiyan din görevlilerinin dini suistimal etmelerinden kaynaklanan kötülüklere yer verilmiştir. “Cinli Han”, Papa Brasill adındaki din görevlisinin dini kullanarak kötülüklerine alet edinmesini ve bu şekilde ona inananları kandırmasını konu edinir. Papa Brasill, görünüşte çok iyi biridir. Pierie köyünün dışında kendisine özel hücre benzeri evinde yaşayan, yoksulları koruyup kollayan, kadınlarla işi olmayan, kimsenin kendisinden şüphe bile etmediği “pek zahit

ve târik-i dünya” (CH,40) bir papaz olarak tanınmakta ve köylüler tarafından “mesîh-i sânî” (CH,22) gibi telakki edilmektedir:

“Papa Brasill bir şeyin doğru olduğuna inanırsa artık o şeyin yalan olduğuna

Oysa kendisine bu kadar itibar edilen bu papaz, hiçbirisine âşık olmadan iki bin beş yüz kadar kadınla gizlice ilişkiye girmiş, topladığı paraları kendi çıkarına kullanmış, kötülüğü adam öldürmeye kadar varmış, yüzlerce ve hatta binlerce suçu rahatlıkla ve pişkinlikle işlemiş, iflah olmaz kötü biridir. Yanındaki yardımcısı De Laroche ile birlikte gittikleri her yere kötülük ve felaket götürmektedirler. Brasill ile Laroche arasında geçen şu konuşma, Papa Brasill’in kötülüğünün farkında olduğunu ve suç işlerken ki rahatlığını göstermesi bakımından önemlidir:

“Zavallı! Sen de unutma ki o kestiğin kafaların vücutlarını bir Papa Brasill tutup

zapt eyliyordu. Sen de unutma ki o deldiğin sinelerin vücutlarını bir Papa Brasill kazığa bağlıyordu da öyle deliyordun. Ben entrikacıklarımı tertip ederek bir adamı istediğim tuzağa düşürdükten sonra cellatlık hizmetinde her kimi istersem istihdam eyleyebilirim. Pek başım sıkılırsa titrek elceğizlerimle bu hizmeti kendim dahi görürüm. Ama ben olmazsam sen on para etmezsin! Anladın mı dostum! Beni tehdit ediyorsun ha! Sen aklını başına al oğlum. Yoksa seni öyle mudhik bir hâle koyarım ki hâline kediler bile gülerler sen de gülersin!” (CH,25)

Papazın kötülüklerini bu kadar rahat işlemesinin altında “papaz” oluşunun sağladığı iyilik algısı bulunmaktadır. İnsan olmak, onun papaz kimliğinin ardına gizlenmiştir. Din, onun kötülüklerini muhafaza eden bir kuruma dönüşmüştür. Yazar sık sık, Brasill’in kötülüklerini papazların tamamına yükleyerek dini kötülüğü genelleştirir. Sadaka toplanması ile ilgili olarak yazar bu kötülüğü şöyle açıklar:

“Bu vazife papazların cümlesinde vardır. Şu kadar ki cümlesi de bu vazifeyi

suiistimal ederler. Fukaraya muavenet edeceğiz diye halktan binlerce kuruş topladıkları hâlde yüzlercesini bile fukaraya vermezler kendilerine ‘hadîm-i fukarâ’ namını verdikleri hâlde en zenginlerden daha zengincesine yaşarlar. Victor Hugo’nun dediği gibi fukaraya iane olarak halktan aldıkları pirzolaların etlerini kendilerini yiyip kemiklerini fukaraya atarlar” (CH,20).

Papa Brasil’in hilekârlığının, akıl ve dirayetinin aşırılaştırılarak altının özellikle çizilmesi, De Laroche’un kılıktan kılığa girmesi ve adam öldürürken gözünü bile kırpmaması ile birlikte onlara bir gizem verilmesi ve içten içe bir kudret atfedilmesi onları “şeytan” figürü ile özdeşleştirmiştir. Onlar, kötülüğü çıkar olmaktan çok, amaç edinmiş kimselerdir; onlar, kişileri değil doğrudan değerleri hedef alırlar ve böylece diğer kötülerden de ayrılırlar:

“Bizim için vakıa namus denilen şey bu kadar bedduaya lâyıktır. Böyle namusu

üzerinde musırr ve muannit olan bir kızın evvelâ namusunu mahvetmelidir” (CH,27).

Roman boyunca Papa Brasill ile De Laroche’un kişi olmaktan çok, olağanüstü varlıklar olarak tasarlandıkları ve kötülüklerinin aşırılaştırıldığı görülür. İnsan olmaktan çok şeytan olarak tasarlanan bu tipler, romanın sonunda da kaçarak ceza almaktan kurtulmuşlardır. Bu tarz kötülerin Tanzimat romanında muhakkak cezalandırıldıkları göz önüne alındığında kötülükleri aşırılaştırılmış bu iki kişinin kaçıp kurtulmasının bilinçli olarak kurgulandığı görülecektir. Papa Brasill ile De Laroche’un kaçmaları demek, muhtemel kötülüklerini başka yerlerde sürdürecekleri anlamına gelmektedir; çünkü Pierie köyüne de başka bir yerden kaçarak gelmişlerdir. Yazarın kötülerin kötülüklerini sürdürmesine müsaade ettiği bu kurgusal yapı, şeytanın kıyamete kadar kötücül eylemelerini sürdürmesi ile benzeşmektedir.

“Arnavutlar Solyotlar” romanında Solyot Papaz Samuel, doğrudan kötülüğü motive etmesi bakımından önemlidir. Solyotların sözüne itibar ettiği bu papaz, romanın sonunda kısmen iyileşmesine rağmen romanın başında kan dökülmesine ses çıkarmayan, hatta kendi halkından Boçaris’in katli için onay veren, gerektiğinde Rüstem’i kendi elleriyle öldüreceğini belirten iyiden çok kötü tarafları ile öne çıkarılmış biridir. Hatta roman boyunca en dikkat çekici özelliği olan zekâsı ile sık sık hileler planlayan bu papaz, şeytana benzetilmekte ve şeytani fikirlerine nihayet olmayacağı belirtilmektedir (AS,95). Papaz Samuel’in Manastırı ise adeta bir kaledir. Solyotların cephanesi bu manastırın altındaki mahzende saklıdır.

Dinden beslenen bu kötülüklerin yanında doğrudan dinsel ritüellerden beslenen kötülükler de vardır. “Haydut Montari”de papazların bildiklerini söylememe yeminleri, kötülüğün saklanmasına ve yaygınlık kazanmasına sebep olmuştur. Papazların susma eylemine parayı da karıştıran yazar, doğrudan, bu uygulamanın yanlışlığı ve kötülüğü üzerinde durmaktadır.

Ahmet Midhat, pek çok romanında Hristiyan inancın dini gerekliliklerinin sebep olduğu kötülüklere ve bu kötülüklerin toplumu ahlaki anlamda yıpratmasına yer verir. Özellikle Katolik mezhebinde boşanmanın olmayışı, Ahmet Midhat’ın pek çok romanında kötülüğün arka fonunu oluşturmaktadır. Hristiyan topluluklarda gayri meşru çocuk sayısının artmasını da boşanmanın olmayışına bağlayan Ahmet Midhat, “Müşahedat” romanında Agavni’nin babasının ilk eşinin tüm ahlaksızlıklarına rağmen ondan bir türlü boşanamamasının sebep olduğu kötülükleri konu edinir. Burada dikkati

çeken husus, basit ve belki zararsız gibi görünen bir kötülüğün, pek çok kişiyi etki altına almasıdır. Karısından boşanamayan Antuvan Kolariyo, mutluluğu başka bir kadında arar ve bu kadından bir çocuğu olur. Ancak bu çocuğa başka biri ile evliliğini sürdürdüğü için adını veremez, hukuksal olarak bu çocuğu tanıyamaz ve kendi çocuğu “piç” muamelesi görür. Yasalar ve toplum önünde piç olarak görülen bu çocuk, toplum dışına itilir ve kötü yola düşer. Antuvan Kolariyo’nun boşanmak istediği eşinin yasak ilişkisinden olan oğlu Karnik de Siranuş’u evlenme vaadiyle kandırır, Seyit Numan’ı dolandırır, pek çok cinayet işler. Özetle “Müşahedat” romanının kötülük kurgusunun merkezinde Hristiyanlığın Katolik mezhebinin bir dinsel zorunluluk olarak öne sürdüğü boşanma hakkının olmayışının yol açtığı kötülükler bulunur. “Gönüllü” romanında da Venedikli Palmer’in oğlu Petri’nin, Atina dükası Nerio’nun dul karısı ile evlenip dükalığa sahip olmak için Venedik’teki karısını öldürmek suretiyle onun nikâhından kurtulduğu nakledilir (G,87).

Yine Hristiyanlığa ait uygulama olan afarozları da ciddi bir kötülük sebebi ve hak ihlali olarak gören Ahmet Midhat, romanlarında yer yer bu durumdan da bahsetmiştir:

“Hristiyanlıkta vaftize mukabil bir aforoz ile insanı dininden tecrit edebildikleri

hâlde İslâmiyette bir kimseden o sıfatı nez’e hiçbir kimsenin hakkı yoktur. Çünkü kul ile Allah arasında ne kilise ne papaz gibi hiçbir hâil bulunmayıp Müslüman doğrudan doğruya kendini mabuduna rabt eder” (G,208).

“Paris’te Bir Türk” romanında da rahibelik kurumu ve din görevlilerinin evlenmelerinin engellenmesine yönelik kötülüklerden bahsedilir ve bu uygulamaların yanlışlığı ortaya konur. Rahibe Anne üzerinden yapılan bu eleştiri, Nasuh’un düzenlediği bir oyunla, sadece fikir yürütme olarak bırakılmaz, uygulama ile bu inanma biçiminin kötülüğü ortaya konulur.

Dini kötülüğün daha çok papazlar üzerinden işlenmesi, dini kötülük bakımından doğrudan Hristiyanlığın merkeze alındığı, bu dine acımasızca saldırıldığı ve bu dine mensup bütün din görevlilerinin de kötü bir kurgu ile ele alındığı izlenimini uyandırmamalıdır. Bahsedilenin aksine oldukça iyi olarak öne çıkan papazlar da vardır. “Demir Bey Yahut İnkişâf-ı Esrâr” romanında Demir Bey, daha çocuk yaşta babası ve üvey annesi tarafından hakarete uğrayıp, dayak yerken ve hatta babası eline satır alıp onu kesmek için üzerine yürürken onu kurtaran ve kollayan bir papazdır. Hatta bu papaz, Demir Bey’i gördüğü bu işkencelerden kurtaracak ve yanına alarak âdeta evlat

edinecektir. Demir Bey, bu papaz sayesinde hayatta kalacak ve yine bu papaz sayesinde ailesinin yanında görmediği rahata erişecektir:

“[A]şiyane-i pederde her gün horluk görmeye mukabil papazın evinde nân u

nimetle perverde oluyordum” (DB,297).

Bazı romanlarda din ile cemiyetin kötülükleri iç içe geçmiş olarak verilir. Ahmet Midhat’ın romanlarında Müslüman bir erkekle Hristiyan kadının evlenmesi noktasında Hristiyan cemaatten kaynaklanan kötülükler söz konusudur. “Arnavutlar Solyotlar” romanında Rüstem ile Eftimi arasındaki yakınlığı ve evliliği, dinsel olarak onaylamayan Solyotlar, onların çocuklarını vahşice öldürmeye kadar varırlar. Onların bu evlilikte temel itiraz noktaları, ikisinin farklı dinlere mensup olmalarıdır. Bu çifte yönelen bütün şiddet biçimleri, din adı altında normalleşmiş ve yine din, dört yaşındaki küçücük bir çocuğun parçalanarak öldürülmesine cevaz verecek kadar kötüleşmiştir.

“Henüz On Yedi Yaşında” romanında Kalyopi, Müslüman bir adama –Yümni Bey- âşık olmuş ve onunla evlenmiştir. Evliliğinde mutlu olmasına rağmen, Hristiyan cemaatin ailesine yaptığı baskılarla kocasından istemeyerek boşanmak zorunda kalmış ve bunun neticesinde de kötü yola düşmüştür.

“Senin için her felâketin mukaddemesi işte halkın bu taasssubu oldu. Halbuki

böyle pis yerlere duçâr olan kızlara eden gayret eseri göstermiyorlar?” (HOYY,135)

Yine Ahmet Midhat’ın romanlarından olan “Gönüllü”de de Recep Köso ile Filomene’in evlilik planları yine dini sebeplerle bozulur. Recep Köso, Filomene’i kaçırır ve Filomene, din değiştirerek Müslüman olur. Ancak Hristiyan cemaat, bu evliliğe rıza göstermez. Bu konuda yazar araya girerek “Yenişehir Rumları ne şeytan

şeylerdir?” (G,59) diyerek onlardan gelecek kötülüğü önceden haber vermiş olur.

Filomene’in babası Sonkur Yankos, kızını Recep’ten kaçırabilmek için Kalabaka’da bulunan Aghia Triadha Manastırı’na kapatır. Ahmet Midhat sayfalarca din adına yapılan kötülüklerden bahseder. Özellikle Kalabaka’daki kuş uçmaz kervan geçmez, “çaylakların ve akbabaların bile üzerlerine çıkabilmek için uça uça yorulacakları ve

binaenaleyh usanıp yorulacakları bu kayalar üzerine” (G,76) Ortodoks Hristiyanların

nasıl bir mecburiyet ile çıkıp konmuş olduklarını doğrudan Katoliklerin Ortodokslara yaptığı zulüm şeklinde açıklar. Osmanlıların ve Müslüman Arnavutların dini baskıları ile Ortodoksların bu manastırlara çekildikleri fikrinin yanlışlıklarını, tarihi metinlerle çürütmeye çalışan Ahmet Midhat, özellikle Katolik papazları “Avrupa’yı taht-ı

kahırlarına alan ve engizisyonları ile cihanı bîzar eden” (G,76) papazlar olarak

tanımlar.

“Rum unsurunun işbu Lâtinlerden çektikleri eza ve cefayı dünyada hiçbir kavim,

hiçbir galip ve müstevliden çekmemiştir. Rumlardan bir kısmı papalık makamını tanımak suretiyle eza ve cefalarını o himaye sayesinde tahfif edebilmişlerdir (…) Rumların malları da, canları da, ırzları da hep bu Lâtin ve Katoliklerin keyiflerine tâbi kalmışlardır” (G,83).

Ahmet Midhat’ın “Süleyman Muslî” adlı romanında dinin yozlaştırılması şeklinde dini kötülüğün başka bir boyutu karşımıza çıkar. Hasan Sabbah’ın kendini Tanrı olarak görmesi ve İslam’ı değiştirerek yozlaştırması, büyük bir kötülük olarak öne sürülür. Özellikle Alamut Kalesi’ndeki akıl almaz eğlencenin, fuhşun ve cinayetin İslamiyet ve cennet merkezli gösterilmesi, affedilecek günahlardan değildir:

“Hasan gittikçe istilâsını arttırıp en sarp yerlerde kalelere malik oldu ve her

tarafa halifeler gönderip halkı gizlice kendi mezheb-i bâtılına dair kitaplar telif eyler ve nusûs-ı Kur’âniyye’nin hâşâ zâhiri murad değildir, bâtını muraddır, diye tevillere kalkışırdı. Hükûmetin de ol kadar tasallüb ve istibdâdı vardı ki hatta kânun-ı bâtılı hilâfına hareket ettiği için kendi oğlunu değnek altında helâk eyledi” (SM,92).

“[B]unlar hâşâ sümme hâşâ şeriatın zâhiri matlûb değildir vesilesiyle ferâiz-i

şer’iyyeyi kâmilen inkâr ederek bilcümle menâhîyi irtikab eylemişler ve dünya yüzünde kendilerinden maada her sınıf halkın malını, ırzını, canını mübah itikat eylemişlerdir”

(SM,93)