• Sonuç bulunamadı

2.2. Tanzimat Devri Türk Romanında Ahlaki Kötülük Algısı

2.2.1. Birey Bağlamında Ahlaki Kötülüklerin Ele Alınması

Ahmet Midhat, “Esrâr-ı Cinâyât” isimli eserinde, insanda biri “semavi” (melekiyet) diğeri “dünyevi” (şeytaniyet) (EC,222) olmak üzere onu iyiliğe ve kötülüğe yönlendiren iki eğilim bulunduğunu ve bu eğilimlerin sürekli olarak birbiri ile mücadele hâlinde olduğunu belirtir. Ahlaki iyilikler ve kötülükler, insandaki bu iki ayrı eğilimin

mücadelesinden kaynaklanır. “Semavi” eğilimlerin galibiyeti, ahlaki iyilikleri; “dünyevi” eğilimlerin galibiyeti ise ahlaki kötülükleri meydana getirir:

“[İ]nsanda birisi melekiyete karîb bir tabiat ile diğeri dahi şaytâniyete karîb

diğer bir tabiat vardır. Tabîr-i aherle diyebilirim ki, irade-i ilahiyye insanın sıfat-ı memduha-ı beşeriyyete muvafık hüsn-i ahvâlde bulunmasını muktezi iken, araya bir de şeytan-ı vesvâs girerek, insanı kendi tarik-i insaniyyetinden ızlâle sa’y ediyor”

(EC,222).

Bu ifadeleri ile Ahmet Midhat, insanda aynı anda hem iyiliğe hem de kötülüğe yatkın bir tarafın olduğunu belirtir ve kötülüğü bir imkân meselesi olarak değerlendirmiş olur. Ahlaki anlamda kötülük, insanda imkân olarak mevcuttur, bunu eyleme dönüştürense insanın özgürce yaptığı seçimlerdir. Bu açıdan düşünüldüğünde Tanrı, kötülük yapabilme/günah işleme kapasitesi ile yarattığı insana irade hürriyeti vererek kötülük yapmıştır. (Peterson-Hasker-Reichenbach-Basinger,2006:228) İnsan için esas eğilimin tabiat-ı melekiye olduğunu belirten Ahmet Midhat, pişmanlığı da tabiat-ı melekiyenin mağlup olmaya razı olmaması ve tabiat-ı şeytaniyenin insanı zorladığı kabahatleri muhafaza edememesi yani tabiat-ı melekiyenin güçlülüğü olarak açıklar.

Ahmet Midhat’a göre insan için iyilik olduğu kadar kötülük de muhtemeldir. İnsanoğlu, iyiliğe olduğu kadar kötülüğe de müsaittir, ancak çevresinde yıkım yapabilecek ya da bir yanıyla melek kadar iyi olabilecekken diğer yanıyla şeytana pabucunu ters giydirecek kadar kötü olan da yine aynı insandır. İnsan, imkân olarak melek ile şeytan arası bir varlıktır. Ona bu niteliğini kazandıransa bir nefse ve özgür iradeye sahip olmasıdır:

“Kâh olur ki insanoğlu melekler derecesinde iyilikler, güzellikler gösterir. Kâh

olur ki irtikâb eylediği mel’aneti İblis bile irtikâbdan haya eyler” (SM,38).

İyinin ve kötünün ne olduğu konusunda “Kafkas” romanında Yunus Kesahur’un yaptığı tanımlama önemlidir. Yunus Kesahur, “muvafık-ı şer’ olan ve insanın iktizası ve

tabiatın haricinde bulunmayan ahvâl[i]” (K,145) utanılmayacak/iyi şeyler olarak

tanımlarken “Allah’ın rızasına, insanın iktizasına mugayir … şeytanet[leri]” (K,145) ise utanılacak şeyler, kötü şeyler olarak tanımlar. Burada dikkati çeken şey, insanlığın gereği olarak tabiatında bulanan şeylerin utanılmaya sebep olmayacak iyi şeyler olarak tanımlanmasıdır; çünkü insanlığın gereği olarak tabiatında bulunan bazı şeyler, sonuç itibariyle iyi olmayabilir.

Tanzimat romanında ahlaki kötülükler ile ilgili olarak nefis ile beden arasında ilgi kuran genel bir eğilim vardır. Özellikle güzellik-çirkinlik, irilik-ufaklık, şişmanlık- zayıflık gibi bedensel özellikler, kişinin iyiliğine ve kötülüğüne bağlı olarak bilinçli olarak kullanılır. Şehlevend (Hüseyin Fellah) ve Julie (Diplomalı Kız) gibi birkaç istisna hariç iyilerin hepsi çok güzeldir. Kötüler de ise bir farklılık vardır. Feride (Müşahedat) gibi, Mustafa Efendi’nin karısı (Sergüzeşt), Hacı Ömer (Sergüzeşt) gibi çirkin kötüler bulunmakla birlikte (kadın erkek çoğu kez fark etmeden) genellikle kötüler de güzeldir. Ancak kötülerin güzelliği, sınırlı ve geçicidir. Romanların başlarında güzel olarak tanıtılan kötüler, ahlaki kötülüklerinin anlaşılması ile çirkinleşmeye (göze çirkin gelmeye) başlarlar. Mehpeyker (İntibah), romanın başında yüzünün ve sesinin baştan çıkarıcı güzelliği ile anlatıcısını bile büyülerken, kötülük yaptıkça çirkinleşir ve yüzüne bile bakılamayacak hâle gelir. Şehriyar (Cezmi), romanın başında yaşının geçkinliğine rağmen çok güzel bir kadın olarak tanıtılır; ancak roman ilerledikçe ve kötülükleri ortaya çıktıkça iğrenilecek hâle gelir ve güzelliğini Perihan ile kıyasladığı her yerde aşağılanır.

İnsanın nefsi ile yüzü arasında ilgi kuran Ahmet Midhat, uyku hâlindeki insanların güzel çirkin fark etmeden güzelleştiğini belirtmekte ve bunu nefsin uykuda olmasına bağlamaktadır; uyanıklık hâlindeki güzelliğin ve çirkinliğin ise yine nefsin güzelliğinden/iyiliğinden ve çirkinliğinden/kötülüğünden etkilendiğini belirtmektedir:

“Erbâb-ı dikkate malûmdur ki uyanıklık hâlinde iken emrâz-ı nefsaniyye ve

hissiyât-ı kalbiyye her tebeddül ve tahavvülünde vech-i insana dahi bir tagayyür verir. Bir çehrede hâl-i tabiî ile tebessüm hâlinin peyda eyledği suret arasında o kadar fark vardır ki, hemen insanın bunlara ayrı ayrı iki çehre diye hüküm vereceği gelir. Uyku hâlinde ise emrâz-ı nefsaniyhye ve hissiyât-ı kalbiyye dahi muvakkaten tatil olunmuş bulunacağından, bir yüzün sûret-i asliyye ve tabiiyyesi asıl o zaman görülür. Tuhaftır ki uyku hâlinin yüze tesiri elbette daima bir hüsn-i te’sirdir. Ne kadar çirkin karı olur ise olsun, uyurken temaşa edilecek olsa elbette veçhinde başka bir letafet bulunur” (K,193)

Ahmet Midhat, yine “Esrâr-ı Cinâyât” adlı eserindeki “cinayet” konulu bir pasajda ise insanın, bir nefse sahip olarak kötülük üzerine yaratıldığını belirtir. Burada yazarın ifadesine göre insanın yaratılışının özünde kötülük vardır ve yaratılışın getirdiği bu kötülükten tamamen uzak olabilmenin imkânı da yoktur. Yani nefs kötüdür ve bir nefse sahip olan insan da kötülüğe yatkındır. Ancak Ahmet Midhat, bu ifadeleri ile herkesin kötü olması gerekeceğini değil insanda kötülüğün imkân olarak mevcudiyetini

ifade etmeye çalışmıştır. Ahmet Midhat’a göre, bu nefis her ne kadar kötülüğe yatkın olsa da terbiye ile ıslah edilmesi ve iyiye ulaşılması mümkündür. Burada önemli olan husus, Ahmet Midhat’ın iyi ile kötüyü sadece bir imkân olarak değerlendirmesi ve buna bağlı olarak da bir mücadele sonunda “kazanılacak” değerler olarak görmesidir. O, insanın oturduğu yerden iyi ya da kötü olamayacağını, nefsi ile mücadele ederek iyi ya da kötü olmayı hak ettiğini belirtmektedir:

“[İ]nsanlar mademki bunca emrâz-ı nefsâniyye ile mütehallik ve mecbûldürler ve

mademki cinayet denilen şey mutlaka emrâz-ı nefsâniyyenin sevkiyle vücuda gelir bir harekettir, o hâlde ister Hediye Hanım olsun, ister kim olursa olsun cinâyet irtikâbı istidadından hilkaten ve mevki’an baîd addolunacak hiçbir insan evladı tasavvur olunamaz. Şu kadar ki insanlar derece-i terbiyelerine göre emrâz-ı nefsâniyye muktezasının tecelliyât-ı zâhiresini men’e muktedir olabilerek, bu mücâhede-i nefsiyyeden ırz ve iffet ve istikamet denilen hasâil-i hamide vücuda gelir” (EC,25).

Ahmet Midhat, gerek romanlarında gerekse yazılarında ahlakı dinamik bir olgu olarak değerlendirir. “Ahmet Midhat’ın seçmeci düşünce yapısında ideal ahlak, imkansız ahlak değildir” (Coşkun,2006:59). Ona göre iyilik ya da kötülük gibi kavramlar, statik değil değişkendir, bununla birlikte ahlaklı olabilmenin ön şartı da uygun şartlar gelişmesine rağmen iyi olma durumunu koruyabilmektir. Ahmet Midhat, kimsenin oturduğu yerden iyi ya da kötü olmasının mümkün olmadığını, böylesi bir ahlaklılığın ancak görünüşte olduğunu, insanların gerçek ahlâkî durumunun görülebilmesi için mecburiyetlerin dışına çıkılması ve elinde olmayanın insana verilmesi gerektiğini belirtir. “İnsanın nîk ü bed ahlâkı, mertebe-i insaniyyesi hâl-i

sükûn ve sükûtunda tayin olunamaz. Arbede-i hayat içinde meziyât-ı mahsûsası kendisini göstermelidir ki o adama bir mertebe tayini mümkün olabilsin” (JT,129).

Yazar, bu konu ile ilgili görüşlerini “Paris’te Bir Türk” romanında Monsieur Alexandre ile yaptığı konuşmada Nasuh’un ağzından da açıklar:

“Bakınız Monsieur Alexandre! Bundan çend gün evvel pek iffetli bir adamdım

diyorsunuz. Lâkin bana kalır ise hç iffetli bir adam değildiniz. Doğru lakırdıya darılmazsınız ya? İffet babında âdeta bir miskin olmaktan başka hiçbir şey değildiniz. Ben afif mi derim ol adama ki mutlaka karılar yanında muvaffakiyet kazanabilmeye cesaret edemediği için zarurî ve mecburî afif olur? bu neye bilir misiniz? Bu bir emin adama benzer ki hırsız olmaması çalacak bir şey bulamadığı veyahut çalmayı

beceremediği içindir. Acaba o adam çalacak bir şey bulsa ve çalmaya muvaffak olsa çalmaz mı dersiniz? Diyemezsiniz” (PBT,405).

Ahmet Midhat, edep, iffet ve iyiliğin bir mahrumiyet içinde hiçbir şey öğrenmeden elde edilebileceğinin düşünülmesinin doğru olmadığını ahlakın ancak idrak ile mümkün olduğunu ve bunun içinde muhakkak bir şekilde kötülüğe ucundan kıyısından yaklaşmak gerektiğini belirtir. Ona göre, ahlaka değer katan şey, kötülüğü tecrübe ederek onun yanlışlığının farkına varmak yani, kötülüğün kötü olduğunu idrak etmektir. O, sırf kötülük yapmadığı için iyi olarak değerlendirilen insanları kötülerken, elinde kötülük yapma imkânı bulunduğu hâlde kötülükten uzak duran insanları ise övmektedir. Bu düşüncelerini ise yine Nasuh’a söyletir:

“Benim babam derdi ki ben oğlumun ömründe ağzına işret koymamış, ömründe

harama bakmamış, ömründe hapse girmemiş bir terbiyeli çocuk olmasını arzu etmem! Bunların hepsini yapmış, bitirmiş olduktan sonra hepsi dahi insan-ı kâmil için muzır olduğunu anlayarak kendiliğiyle vaz geçmiş ve tarîk-i reşadı kendisi arayıp bulmuş bir adam olmasını isterim. Bu sözde babamın hakkı yok mudur?

Nasuh şu yolda başlamış olduğu telkini daha ziyade uzattı gitti. Fenalığı yapamadığı için iyi olan insanları bihakkın zemmederek fenalığı yapmak dahi elinde olduğu halde perhize muvaffak olanları takdis eyledi. Zengin olamadığı için ihtiyar-ı kanaat edenlere kanaatkâr diyemeyeceğini ve zengin olabilmek elinde olduğu hâlde hâl-i fakrı hâl-i gınaya tercih elinde olana kanaat edenleri asıl kanaatkâr sayacağını ve zühd ve takvada dahi muhakemesi böyle olduğunu uzun uzadıya anlattı” (PBT,406).

Ahmet Midhat, düşünce düzeyinde ahlâkı dinamik bir olgu olarak değerlendirirken uygulamada bundan farklı bir tavır takınmış, kendi dediğine kendisi uymamıştır. Ahmet Midhat’ın ahlakın dinamikliğine dair pek çok romanında yaptığı açıklamalar, sadece sözde kalmış kurgulamalarına yansımamıştır; ancak bu durum, yalnızca Ahmet Midhat için geçerli değildir, durum, diğer yazarlarda da aynıdır. Bu açıdan Tanzimat romanında iyi olarak değerlendirebileceğimiz bir davranışları bulunmamasına rağmen ve iyi olmak için yeterli şartları karşılamamalarına rağmen bazı karakterlerin tematik iyiler olarak konumlandıkları görülür. “Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat”ta yazar Fitnat Hanım’ın “baştan ayağa namus timsali” (TTF,43) olduğunu söylemenin hiç de abartı olmadığını ifade eder. Beş ile sekiz yaşları arasında yanında bir adamla okula giden Fitnat, sekiz yaşından on dört yaşına kadar evinden dışarıya adım atmaz ve hatta sokak kapısını bile bilmez (TTF,42). Erkek olarak sadece üvey

babasını gören ve bilen, evden dışarıya adım atmayan bir kadının “namuslu” olduğunu iddia etmek, onun gerçekten namuslu olduğuna kani olmak değil, itaatini taltif etmektir. Oysa bu namus timsali kız, sadece cumbanın aralığından gördüğü hatta gördüğü de değil elinde olmadan gözünün kaydığı bir adama -Talat- iyi mi kötü mü, hırsız mı çapkın mı olduğunu bilmeden gönlünü kaptıracak kadar da geniş ve rahat biridir. Namus, iki göz bir evde, erkek olarak sadece üvey babadan müteşekkil bir hayatta, evden dışarıya çıkmamak değildir. Bu Fitnat’ın namusluluğunu değil kader karşısındaki itaatini gösterir. İtaatse her zaman olumlu karşılanan bir değer olarak iyiliğin yerini tutmuştur.

Ahlaki kötülüklerin insanın özgür eylemelerinden kaynaklandığını belirten Ahmet Midhat, bu eylemlerin bilinçli bir seçişe dayanması sebebiyle eylemin oluşmasının akabinde faile yönelecek kötülüklerin, kötü görülmeyeceğini ifade ederek meseleyi hak etme açısından değerlendirilir ve pişmanlıklarına rağmen bu kişilere yönelik merhametin gelişmeyeceğini ifade eder. Ahmet Midhat'ın düşünme biçimine göre insanın bilinçli olarak işlediği bir eylemin sonuçlarının kötülüğü ile ilgili olarak yakınmaya hakkı yoktur; çünkü ona göre eylemi bilinçli olarak tercih etmek, sorumluluğunu üstlenmeyi ve tüm kötü sonuçlara katlanmayı gerektirir. Konuyu evli bir kadının başka bir adama ilgi duyması üzerinden değerlendiren Ahmet Midhat, bunu büyük bir kötülük olarak ifade ederken boşanma gibi kötü bir hadisenin bile böylesi bir durumda iyi olarak telakki edilebileceğini belirtir. Evli kadının başka bir erkeğe yönelmesinin sonuçlarını ise felaketten başka bir şey olarak tanımlamayan Ahmet Midhat, eylemin özgür seçimlerin sonucunda meydana gelmesinin ise acıma duygusunu ortadan kaldıracağını ifade eder:

“Ekseriya görülen hâl bîçare kadından istifâ-yı haz eyledikten sonra onu fazla

olarak bir de fuhuş ile bi’l-tahkir ‘Haydi ey aşüfte!..’ diye kemâl-i istihkar ve istinfar ile dâmen-berçîde-i firâr olmaya müsaraattır ki evvelce pak-dâmen ve cümlenin tazimine müstahak ve mazhar olan o bîçare kadın için bu hitaba muhatap olmak acısına canlar dayanamayacak felâketlerdendir. Vâ esefâ ki bu felâketi kendisi davet eylediğinden hâline merhamet edecek kimse bulunamayıp bilâkis istihzaen ‘Oh!...’ çekecek kimseler kadından da erkekten de pek çok bulunurlar” (T,59).

“Jön Türk” romanında Ceylan’ın bütün kötücül davranışları, onun özgür iradesinden kaynaklanmaktadır. Ceylan, baştan çıkaramadığı Nurullah’ın kadehine afyon sürerek onun sızmasına sebep olmuş, Nurullah farkında olmadan kendi isteği ile

onunla birlikte olmuş ve bu ilişkiden hamile kalmıştır. Burada ikili bir durum söz konusudur. Yazar, bir yandan göze aldığı şeyle Ceylan’ın iradesinin güçlülüğünü ortaya koyarken diğer yandan da ona teslim olmayan Nurullah’ın iradesinin güçlülüğünü ortaya koyar:

“Ah Nuri, ihtiyarın elinde oldukça sana malik olmak muhal ender muhal idi.

İhtiyarını selp etmeye mecburiyetimden dolayı acaba beni affedecek misin? Sana neler dedim, ne kadar mantıkî delâil ve berâhîn irat eyledim ise kadehine sürdüğüm birkaç buğday afyon kadar tesiri olamadım” (JT,98).

Ceylan, olaydan iki gün sonra Nurullah’a yazdığı mektupta kimsenin göze almaya cesaret edemeyeceği böylesi bir işin ne kadar çılgınca olduğunu ve bu işi özgür iradesi ile planladığını açıkça ifade eder. Ancak buna rağmen Ceylan, olayın sorumluluğunu tek başına almak istemez ve Nurullah’ı da kötülüğünün sorumluluğuna ortak etmeye çalışır:

“Ettiğim cür’etin derece-i mecnûnânesini takdirden aciz değilim. Benim ettiğim

işi bir familya kızı değil esâfil-i inâsın en bedbaht bir karısı bile gözüne kestiremez. Fakat bu işte mesuliyet doğrudan doğruya bana, yalnız bana raci olmak revâ-yı hak mıdır?” (JT,104)

Yaşananlara rağmen Nurullah’ın kendisi gibi bir kızla evlenmek istemeyip onu ortada bırakmasına, bunun kendi tercihi olması hasebiyle tepki göstermeyen Ceylan, Nurullah’ın Ahdiye ile evleneceğini öğrenmesi ile kötü planlar kurar. Nurullah’a iftira ederek düğün gününü felakete çevirir ve hapse girip İstanbul’dan sürülmesine sebep olur. Ceylan, tüm kötücül çabalarına rağmen Ahdiye ile Nurullah’ın bir şekilde bir araya geldiğini öğrenince çılgına döner ve intikam ateşi ile yanar. Bir şey yapamayınca da çıldırır. Doktorların birkaç defa morfin yaparak sakinleştirmeye çalıştığı Ceylan, son olarak elbisesine petrol dökerek kendini yakar ve ölür. Ona yardım eden ve Jön Türkler aleyhine ispiyonculuk yapan babası Kazım Bey de deşifre olması ile intihar eder. Nurullah’ın haksız bir ithamla senelerce hapiste yatmasına ve yine senelerce ülke dışında yaşamasına, karısından ayrılmak zorunda kalmasına, Kazım Bey’in ölümüne ve daha birçok kötülüğe sebep olan şey, Ceylan’ın iradesini kötü yönde kullanması ve nefsine yenilmesidir.

“Vah” romanında Behçet Bey, romanın başında iyi ahlak sahibi bir adam olarak tanıtılmasına rağmen bilinçli seçimleri ile gün geçtikçe kötüleşir. Nefsinin kötücül arzularına yenik düşen Behçet Bey, dolaylı da olsa Talat Bey’in ölmesine, Ferdane

Hanım’ın namusunun lekelenmesine ve Ferdane’nin kendi yüzünü kezzap ile yakmasına sebep olur. Romanın sonunda yedi yıl pranga cezası alan Behçet Bey, başlarda masum gibi görünen merak duygusunu gün geçtikte abartmış, namuslu bir aile kadını olan Ferdane’yi baştan çıkarmaya çalışmış, başaramayınca da gayri ahlaki resimlerini yaptırarak namusunu lekelemeye çalışmıştır. Romanın kötülük kurgusu Behçet Bey’in bilişsel seçimlerine bağlı olarak gelişmiştir.

“İntibah” romanında ahlaki kötülükleri motive etmesi bakımından öne çıkan kişi Mehpeyker’dir. Dilaşub’u satın alarak ona hem fiziksel hem de psikolojik şiddet uygulayan Mehpeyker’in birincil arzusu, Dilaşub’a acı çektirmektir. Ali Bey’i öldürtmek isteyen Mehpeyker de ne istediğini bilmekte ve davranışlarının varacağı noktayı önceden tahmin edebilmektedir. Mehpeyker’in kötülüğe dair bu bilince sahip olması, onu kötü biri yapmaktadır. Ancak Mehpeyker’in kötülüğü üzerine odaklanan çalışmalar, çoğu kez Ali Bey’in kötülüğünü gözden kaçırmakta ve Ali Bey’i iyi bir adam olarak değerlendirmektedir; ancak bizce “İntibah”taki kötülük, Ali Bey sayesinde etkinlik kazanmaktadır. Ali Bey’in Mehpeyker’e âşık olmasında çeşitli faktörler bulunsa da bunlar içeresinde Ali Bey’in cinsel arzularının uyanması önemli bir yere sahiptir. Ali Bey’in, Mehpeyker’in düşmüş bir kadın olduğunu bilmesine rağmen nefsinin şehvani arzularına yenik düşerek onunla birlikte olması, romana ahlaki kötülüklerin girmesinin birinci basamağını, daha sonra Mehpeyker’in tüm samimiyetine rağmen ona inanmayarak onu terk etmesi ikinci basamağını, Dilaşub’un tüm iyiliğine ve masumiyetine rağmen ona inanmayarak onu evden kovması üçüncü basamağını, gerçeği öğrendiğinde Dilaşub’u kurtarma fırsatı varken bunu yapmayarak Mehpeyker’i yakalatma sevdasıyla karakola koşması da dördüncü ve son basamağını oluşturur. Bu dört basamağın dördünde de Ali Bey, özgür iradesi ile tercihler yapmaktadır. Özellikle Dilaşub’a inanmayıp Dilaşub’un satılmasına razı olması, onun kötülüğünün doruk noktasıdır. Dilaşub’un masumiyetini bilmese bile Dilaşub’un düşmüş bir kadına satılacağını bilen Ali Bey, sebep olacağı kötülüğün açıkça farkındadır. Hatta o, Dilaşub düşkün bir kadına satılacağı için memnundur. Ancak Ali Bey’in sebep olduğu kötülükler bir tercihten çok aşırı düşkünlük gösteren doğasının gereği olarak gösterilmekte, Mehpeyker’in kötülükleri de ailesinden yola çıkılarak açıklanmakta ve böylece özgür irade aslında pas geçilmektedir.

Ahlaki kötülüklerin özgür iradeye bağlı olarak açıklanmasının yanı sıra pek çok romanda kötülük, yaratılışa ve aileye bağlı olarak açıklanır. “Zehra” romanında

meydana gelen kötülükler Zehra’nın tercihlerine bağlı olarak açıklanıyorsa da yaratılışı itibariyle kıskanç olduğu belirtilen Zehra’nın bu şartlar altında özgür bir tercihte bulunabileceği tam olarak söylenemez.

“Yeryüzünde Bir Melek” romanında Arife ve Cevriye, “Müşahedat” romanında Agavni kendi istekleri ile ve yine bilişsel bir tercihle şehvet yolunu seçmiş ve kötü yola sapmış kadınlardır. Arife ve Cevriye sadece maruz kalma açısından değil sebep olma açısından da kötülüğü motive etmişlerdir. Arife, yaptığı her şeyi isteyerek, planlayarak ve sonuçlarını bilerek yapmıştır; ancak Cevriye’nin durumu ondan bazı farklılıklar taşımaktadır. İsmail’den ayrılarak Raziye adıyla fuhuş yapıp hem kendini hem de Raziye gibi namuslu bir kadının adını düşüren Cevriye, yaptıklarını Kandım.” (YBM,298) şeklinde açıklar. Cevriye, yaptıklarını Arife’ye kandığını söyleyerek açıklarken bu eylemlerin tam olarak özgür bir irade ile gerçekleşmediğini ve sorumluluk sahibinin doğrudan kendisi olmadığını belirtmek ister. Her şeyi Arife planlamıştır ve o sadece bu kötücül plana uymuştur, böylece kötü olan Cevriye değil, plandır. Savunmasını bu şekilde yapan Cevriye, romanın sonunda ilahi adalet açısından da cezalandırılmayarak mazur görülmüştür.

Romanlarda kötü olarak öne sürülen bütün kişiler, genellikle şeytana külahını ters giydirecek kadar zeki kişilerdir. Bunun iki açıdan önemi vardır: Birincisi bu insanların yüksek zekâ düzeyine sahip olmalarıdır, ikincisi ise zekâ sahibi insanın şeytanla boy ölçüşmesidir. “Erbâb-ı şer ve fesadın ekseriya erbâb-ı hayr ve hasenattan

dahi zeki oldukları muhakkaktır” (EC,187). Kötülerin bu kadar zeki oluşu,

davranışlarının belli bir bilinçle ve özgür irade ile tasarlanarak oluştuğunuı göstermektedir. İnsan, zekâsını kötü yönde kullanarak kötülüğe sebep olmuş ve kendini şeytana rakip olarak öne sürmüştür. Mehpeyker (İntibah), Şehriyar (Cezmi), Ceylan (Jön Türk), Arife (Yeryüzünde Bir Melek), Hediye (Esrâr-ı Cinâyât); Dominica Badia (Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrâr), Sarpson (Hayret), Halil Suri (Esrâr-ı Cinâyât), Sinyor Giorgino (Haydut Montari), Papa Brasill ve Laroch (Cinli Han), Mesut Ağa (Dünyaya İkinci Geliş yahut Sır içinde Esrâr) ve daha pek çok kötü kişi, zekilikleri öne çıkmakta ve kötülüğü bilişsel olarak seçmektedirler.