• Sonuç bulunamadı

Ahmet Tabakoğlu*

TİCÂRÎ GELİŞME VE BİMETALİZM (1478-1565)

Anadolu’nun ilkçağlardan beri transit ticâret bölgesi olma vasfı, zaman zaman kesintiye uğramışsa da istikrar dönemlerinde tekrar ortaya çıkmıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan sonra geçirilen zor günleri müteakip birli- ğin sağlanması ve Doğu Akdeniz’le Karadeniz’de güvenliğin gerçekleştirilmesi sonunda ticârî faaliyetler büyük bir canlılık göstermiş ve mübâdele hacmi bü- yümüştü. Fâtih ilk Osmanlı altın parasını (Sultânî) böyle bir ortamda basmış- tır (1478). Böylece ikili (altın ve gümüş) madene dayanan (bimetalist) sistem dönemi açılmıştı.

Kuruluş döneminde yapılan fetihlerle Rumeli’nde bir çok altın ve gümüş madeni çalışır halde ele geçirilmişti. Bu madenler, XVII. yy.ın ilk çeyreğine ka- dar işletilmiş ve Osmanlı darphânelerini beslemiştir. Özellikle Yavuz Selim’in (1512-1520) Orta Doğu’da siyâsî birliği sağlaması ve gelir kaynaklarının bol- laşması finansman zorluklarını azalttığından sikke tecdîdi siyasetine ihtiyaç kalmadı.28

XIV. yy.ın ikinci yarısında Venedik dükası Akdeniz ticâretinde en önemli ödeme aracı olan sikke ve başlıca hesap birimi olmuştu. Ticâreti kolaylaştır- mak amacıyla diğer Avrupa devletleri de dükanın standartlarını benimsemek zorunda kaldılar.29

Fâtih, İstanbul’un fethinden sonra elde edilen ganimetlerden altın para basma tecrübesine girişti. Yine Fâtih, 1463-1478 Venedik savaşları sırasın- da Venedik altını ile birlikte, bir miktar Ceneviz altını da basmıştı. Bu tec- rübenin de sağladığı fayda ile barıştan bir hafta sonra ve Venedik dükası örnek alınarak ilk sürekli Osmanlı altını basılmıştır. XVI. yy.da toprakların hızla genişlemesinden sonra, egemenliğin en belirgin simgesi olan tek al- tın sikke ile Balkanlar’dan Mısır ve Cezayir’e kadar tüm ülke birleştirilmiş oluyordu.30

Osmanlıların kendi adlarına bastırdıkları ve Sultânî ya da Hasene-i Sultânîye adı verilen ilk altın sikkeler, ilk kez 1478 yılında İstanbul’da üretil- di. Ağırlıkları ve altın içerikleri bakımından Sultânî’lerin dükadan ve Akde- niz çevresindeki diğer devletlerin altın sikkelerinden farkı yoktu. Hatta ilk Sultânî’lerin altın içerikleri dükanınkinden biraz daha yüksekti. Sultânî’le- rin ve sonraki altın sikkelerin akçe cinsinden ifade edilen değerleri XIX. yy.a kadar, piyasalarda belirleniyordu.

Gündelik alışverişlerde gümüş ve bakır sikkeler kullanılmaktaydı. Bu, günlük alışverişlerin çoğunluğu için altın sikkeler bir hayli büyük kalı- yordu.31 Bunun için altın sikkeler daha çok tüccarlar, sarrâflar, yüksek devlet memurları, imalathâne sahipleri, sipahiler sonraki devirlerin çiftlik sahipleri ile köylülerden aldıkları vergilerin bir bölümünü nakit olarak toplayan sipahi- ler tarafından kullanılıyordu. Bunun yanında büyük parasal miktarların ifade edilmesinde ve tereke kayıtlarında görüldüğü gibi, servetlerin saklanmasında kullanılmaktaydı.

Miras tereke defterlerinde görüldüğü gibi, kişiler servetlerini saklarken, gümüş yerine daha istikrarlı olan altını tercih edebilirler.32 Bir diğer kaynak da merkezi hazînenin Rûznâmçe ile Ecnâs-ı nukûd ve erkâm defterleridir. Bu 29 Bloch’u zikreden Pamuk, 1999, 9.

30 Pamuk, 1999, 248.x

31 Mesela, İstanbul’da çalışan vasıfsız bir yapı işçisi, XVI. yy.ın büyük bir bölümünde günde 5-6 akçe ya da bir altının onda biri kadar ücret almaktaydı. Usta bir duvarcı ya da marangozun günlük ücreti ise on iki akçe ya da bir altının beşte biri kadardı. 1525’te başkent için hazırlanan narh listelerine göre, 500 dirhemlik (1,6 kg) ekmek ile 200 dirhem (640 gr.) kuzu etinin fiyatı bir akçeydi. Bkz. Sahillioğlu, 1, 1967, s.36-40; 2, 1968, s.54-56 ve 3,1968, s.50-53.

23 defterlerde hazîneye giren meblağların, sikke çeşitleri ve ortak hesap parası olan akçe itibariyle toplamları yapılmıştır. 33

Bu kaynaklar bize XV. ve XVI. yy.larda Venedik dükası ile XVI. yy.ın ilk çeyreğine kadar tedâvülde kalan Eşrefî’nin en çok kullanılan yabancı altın sik- keler olduğunu gösteriyor. Eldeki bilgiler, Sultânî’nin öneminin XVI. yy.ın ilk çeyreğinden sonra hızla yükseldiğini göstermektedir.34

Osmanlılar kullandıkları Avrupa altınlarına flori derlerdi. Bu 1252’de Flo- ransa’da basılan ilk Avrupa altınıdır. Bu yüzden Venedik dükası örneğinde bası- lan bu ilk Osmanlı parasına da flori denmekle birlikte çoğunlukla XVII. yy.ın ilk çeyreğine kadar Sultânî ismini taşıyan bu para daha sonra bu Şerîfî ismini aldı.

Feodal dönemde mübâdele hacmi dar olduğu için sadece gümüşle yetinen ve kıymetli maden elde etme imkanları da kısıtlı olan Avrupa’da, Haçlı Sefer- lerinden sonra Akdeniz ticâretinin gelişmesiyle altın sikke basılmaya başlan- dı. Selçuklulardan yarım yüzyıl sonra, ticârette daha güçlü ve etkin olan İtal- yan devletlerinden Floransa’da 1252’de basılmaya başlanan altın florinleri ile 1284’ten itibaren aynı standartlarda basılan Venedik dükası, XIII-XIV. yy.larda Doğu Akdeniz’de tedâvül eden en önemli sikkeler idi. XV. yy.ın ortalarından itibaren, Düka uzun mesafeli ticâretin en yaygın kullanılan ödeme aracı ol- duğundan, İspanya’dan Macaristan’a kadar pek çok Avrupa ülkesi, kendi altın sikkeleri için florin ve dükanın standartlarını kabul ettiler. Doğu Akdeniz’de de Memlûklar, 1425 yılından itibaren, aynı standartlarla, adını verdikleri bir altın sikke basmaya başladılar. Eşrefî Osmanlılar’ın fethine kadar Mısır’da tedâvül eden en önemli altın sikke olarak kaldı.

Aslında Mısır’da basılan ilk altın paralara Melikü’l-eşref ünvanını alan Mı- sır-Memlûk Sultânı Barsbay’dan (1369-1438) dolayı Eşrefî denmekteydi. Çe- şitli Türk devletlerinde ve Osmanlılarda da bu isimle para basılmıştır. Orta Doğu’da altın paranın genel ismi ise dinardı.

Bunlardan başka, dükanın çeşitli taklitleri de hem Batı Avrupa hem de Doğu Akdeniz’de yaygın olarak tedâvül etmekteydi.35

Aynı yıllardan itibaren İtalya, Eflak ve Boğdan, Ukrayna ve Karadeniz kıyılarında tedâvül ettiğini bildiğimiz, Güney ve Doğu Avrupa kaynakla- rının deyişiyle, “Türk” altın dükaları Osmanlılar tarafından basılan florin ya da dükalar olabileceği gibi, belirtilen Eşrefîler de olabilir. Bilindiği gibi 33 Bkz. Kepeci, 2013 (Rz.): 8 12 1106/20 VII 1695.

34 Sahillioğlu, 1958, 108-109 ve 141-42; Sahillioğlu, 1978; Pamuk, 1999, 70-72. 35 Pamuk, 1999, 65.

özellikle Avrupada Türk ve müslüman lafızları birbirleri yerine kullanıla- bilmekteydi. Ancak, Osmanlılar İstanbul’un fethinden bir süre sonra İs- tanbul, Edirne ve Serez’deki darphânelerinde resmi standartlarda Venedik dükası darbetmeye başladılar. Üretilen sikkelerin altın içerikleri Venedik’te üretilen dükalardan eksik olmadığı halde, darphâneler ve devlet bu üretim faaliyetinden kâr sağlamaktaydı. Frengi florisi üreten darphânelerin iltizâm bedelleri bu işin kârlı olduğunu açıkça gösteriyor. Yine devlet, kendi dü- kalarını basarak düşük kaliteli dükaları tedâvülden kaldırmayı da amaçlamış olabilir.36

Akçe değeri 1492-1565 arasında sabit kaldı. XVI. yy.ın büyük bir bölü- münde yaklaşık 0,7 gram ağırlığını sürdürdü. Yüzyılın son çeyreğine kadar akçe, günlük alış verişler için uygun bir sikkeydi. Akçe aynı zamanda Balkan- lar ve Anadolu’daki en önemli hesap birimiydi.37

XV. yy.ın ortalarına doğru, altın/gümüş oranı 10-15 arasında dalgalan- dığı için, Avrupa devletlerinin büyük bir kısmı, orta ve büyük boy gümüş sikkeler basarak günlük alışverişleri kolaylaştırmayı amaçladılar.38

Fâtih’in altın para basmasını mümkün kılan temel olgu Türkiyenin tekrar transit ticâret bölgesi olması ve uluslararası ticâretin gelişmesiydi. İstanbul’un fethi ve Balkanlar’da Bosna-Hersek’e kadar uzanan topraklarla, kuzeyde Kırım, doğuda da Anadolu’nun büyük bir kısmının Osmanlı Devleti’ne katılmasından sonra, Osmanlılar, Roma-Bizans ile İslâm geleneklerinin mirasçıları oldular.

Altın paranın devreye girmesinin sebeplerinden biri de uzun mesafeli ticâ- rette etkili olmak için ödeme araçları üzerinde söz sahibi olma gereğiydi. Gümüş akçe Osmanlıların ilk 150 yılında, nisbeten dar bir piyasanın ihtiyacına cevap verebilmişti. Ancak, toprakların genişlemesi, ticâretin gelişmesi daha geniş bir mübâdele hacmine cevap veren ve büyük alımlara imkan tanıyan yeni bir öde- me aracını gerektiriyordu. Bütün bunlar da altın para basılmasını sağladı.

Altın paranın devreye girdiği XV. yy.ın sonlarına doğru, Osmanlı kent nü- fusunun hemen hepsi ve kırsal nüfusun bir bölümü para ekonomisine bağ- lanmıştı. Vergilerin neredeyse tümü akçe cinsinden ifade ediliyordu. XVI. yy. boyunca kıymetli madenlerin özellikle para olarak çoğalması ve nüfus yoğun- luğunun artması, sadece kentlerdeki mübâdele ilişkilerinin yoğunluğunu ar- tırmakla kalmamış, kırsal nüfusun önemli bir bölümünü de para ekonomisine 36 Pamuk, 1999, 66.

37 Pamuk, 1999, 72-73. 38 Pamuk, 1999, 75-77.

25 bağlamıştı. Kānûnnâmeler ve tahrîr defterleri de ekonominin nakdîleştiğini

göstermektedir.39

Sultânî üretiminin XVI. yy.ın ikinci çeyreğine kadar sınırlı kaldığını biliyoruz.40

Altın sikkelerin yokluğunda veya yeterli miktarda bulunamadıkları za- manlarda, büyük ödemeler çok sayıda akçe ile yapılıyordu. Bu durum güç- lük yaratıyor, altın sikkelere olan talebi artırıyordu.

Fetihlerin bir sonucu olarak ülke içinde çeşitli para tedâvül bölgeleri ortaya çıkmıştı.41 Bu bölgelerde eskiden kalan paraların ağırlık, ayar ve hatta isimle- rine bile dokunulmuyordu. Mısır pâre (kıt’a), Doğu Anadolu şâhî, Macaristan penz bölgesiydi. Hepsi de gümüş para olan bu paraların akçeye göre ayarlan- malarında ortaya çıkan dengesizlikler, çoğunlukla akçeyi iyi para durumuna getirdiğinden söz konusu paranın piyasadan kaybolmasına yol açabiliyordu.

Ülkedeki tüm altın sikkeler, Venedik dükası esas alınarak uluslararası standartlarda birleştirildi ve altın Sultânî tüm ülkede tek Osmanlı sikkesi konumuna getirildi. Böylece Osmanlılar egemenliğin simgesi olan tek bir altın sikke ile Balkanlar’dan Mısır’a ve Kuzeybatı Afrika’ya kadar tüm ülke- yi birleştirmiş oluyorlardı. Ancak, Balkanlar ve Anadolu’nun yanısıra Mı- sır, Tunus ve Cezayir’de Sultânî düzenli olarak basılırken, Eflak ve Boğdan prensliklerinde hiçbir zaman basılmamıştır.42

Yine Balkanlar’daki para veya ödeme akışlarının en önemli kaynakların- dan biri de askerî seferlerdi. Seferler uzayınca İstanbul’dan gönderilen miktar da büyümekteydi. Bir askerî seferde harcanan para 310 milyon akçe veya 2-3 milyon altın dükayı bulmaktaydı.43

Mısır’da Memlûk Devleti, 1425 yılından itibaren Venedik dükası standart- larında ve eşrefî adı yerilen bir altın sikke basmaya başladı. Eşrefî kısa zaman- da Mısır’da önde gelen altın sikke olarak dükanın yerini aldı ve bu konumunu 1517’de Mısır’ın Osmanlılar tarafından fethine kadar korudu. Mısır’da darbe- dilen Osmanlı altınları diğer kentlerde üretilen altın sikkelerle esas olarak aynı standart ve görünümdeydiler, ancak bunlar şerîfî olarak adlandırılıyorlardı.44

39 Pamuk, 1999, 81-83.

40 Sultânî hakkında geniş bilgi için bkz. Pamuk, 1999, 66-70. 41 Para bölgeleri hakkında bkz. Pamuk, 1999, 96-121. 42 Pamuk, 1999, 96.

43 Bkz. Finkel, 1988, 269-283. 44 Pamuk, 1999, 102-103.

Osmanlılar XVI. yy.ın başlarında Safevîleri yenerek Doğu Anadolu, Güney Kafkaslar, Irak ve Mezopotamya’ya girdikten sonra, bölgenin önde gelen darp- hânelerinde altın Sultânî’ler basmaya başladılar. Bir yandan da bölgenin büyük gümüş sikke kullanma geleneğini, Şâhî ismiyle devam ettirdiler.45

1478 yılında Osmanlı Devleti’ne katılan Kırımda, Kırım hanları da kendi adlarına gümüş sikke bastırabildikleri (Kefevî akçe) halde, altın sikke bastıra- mamışlardır.46

Kuzeybatı Afrika’da, Cezayir, Tunus ve daha sınırlı ölçüler de Trablus’ta basılan altın sikkelerin kaynağı güneyden gelen kervanlardı.

XVII. yy.ın sonlarına doğru Sultânî’ler tedâvülden kalktı.47 Toprak Reformu

Anadolu Selçuklu Devleti’nin son zamanlarında iktâ’ sisteminde bozul- ma görülmüş ve timar topraklarından bir kısmı özel mülk ve vakıf haline dö- nüşmüştü. Özellikle Mehmed II. (1451-1481), Anadolu ve Trakya’da bir çok mülk ve vakıf toprağını tekrar asli durumlarına çevirmişti. Bayezid II. (1481- 1512)’in bu uygulamada bazı düzeltmeler yaptığı bilinmektedir.48

Çeşitli yollarla mülk veya vakıf olarak devletin elinden çıkmış toprakların mîrîye mal edilmesi Fâtih tarafından geniş bir şekilde uygulanmıştır. Bu hare- ket 1478 sonbaharında Nişancı Karamânî Mehmed Paşa’nın (1477-1481) vezî- riâzamlığında uygulanmıştı.49

45 Pamuk, 1999, 110-111. 46 Pamuk, 1999, 115. 47 Pamuk, 1999, 117-119.

48 Yazıcı olarak durumu yakından bilen Tursun Bey tarihinde 20 binden (Bir yerde 2000) fazla vakıf ve mülk toprak parçasının timar sistemine sokulduğu belirtilmektedir. İşte Bayezid II. bunlardan bazıla- rını sahiplerine iade etmiştir. Ancak Fâtih’in kul sisteminin üstünlüğüne dayanan merkeziyetçi idare- si daha sonraki dönemlerde, bölünmeci eğilimlere karşı hakimiyetini sürdürmüştür. Bkz. Tursun Bey, 1330, 26-38; Ayrıca, Cvetkova, 1963.

49 Konya’da doğdu. Babası Ârif Çelebi’nin Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî soyundan olduğu ve Konya Mevlânâ Dergâhı postnişini iken 824’te (1421) vefat ettiği belirtilir. Medrese tahsiline Konya’da başladı ve Musannifek ile Alâeddin Ali et-Tûsî’den ders alarak öğrenimini tamamladı. Ardından Konya’dan ayrılıp Osmanlı ülkesine gitti. İstanbul’un fethinden sonra Mahmud Paşa’nın vezîriâ- zamlığı sırasında (859/1455) onun himayesine girdi. Önce Mahmud Paşa’nın İstanbul’da yaptırdığı medresenin müderrisliğine, arkasından divan kâtipliğine getirildi. Mahmud Paşa’nın tavsiyesiyle 869/1464 yılında nişancı ve bu görevdeyken 875/1470-1’te vezir oldu. Uzun süre nişancılık gö- revinde kalan Mehmed Paşa bu dönemde daha çok Nişancı Paşa unvanıyla şöhret kazanmıştır. Vezîriâzamlığa ise 1478 yılı ortalarında getirildiği anlaşılmaktadır. Mehmed II.’, İstanbul’un fethiyle Anadolu ve Balkanlar’da sınırları genişleyen devleti yeniden yapılandırma projesinde Karamânî Mehmed Paşa’dan büyük destek görmüştür. Özelikle kanunnâmelerin hazırlanmasında Mehmed Paşa etkili rol oynamıştır. Eskiden beri mevcut olan kardeş katlinin onun görüşleri doğrultusunda kanun haline getirildiği belirtilir. Mehmed II.’le birlikte yeni veraset kanununun da kurucusu ol-

27 Bu toprak reformu memlekette geniş hoşnutsuzluk uyandırmıştır. Bu ıs-

lahatın asıl gayesi timarlı sipahi sayısını arttırmak ve padişahın hazinesi için yeni haslar bulmaktı. Bir zamandan beri babasıyla arası açık bulunan Amas- ya Valisi Şehzade Bayezid bu kanunun kendi bölgesinde (Amasya, Tokat ve Trabzon) uygulanmasına karşı çıkınca halk gözlerini ona çevirmiştir. Öteki şehzade Sultan Cem babasının savaşçı siyasetini devam ettirmeye aday sayı- lıyor ve Karamânî Mehmed tarafından destekleniyordu. Fâtih’in hastalığının arttığı son yıllarda Bayezid ile Cem arasında taht için başlayan gizli mücadele memlekette geniş bir sosyal tepkiyle birleşmişti. Bayezid padişah olur olmaz ilk işi bu emlâk ve evkafı sahiplerine iade etmek olmuştu. Fâtih’in emlâk ve evkafı neshetmesi özellikle ulemâ sınıfını, şeyhleri ve eski Türk, müslüman bey ailelerini etkilemiş, yeni akçe çıkarması da bütün halk arasında hoşnutsuzluk yaratmıştır.

muştur. Devletin maliye işleri de yeniden düzenlenmiş, defterdar Dîvân-ı Hümâyun’un aslî üyesi yapılarak bu görev müstakil bir makam haline getirilmiştir. Karamânî Mehmed Paşa Osmanlı Dev- leti’nin gelirlerini arttırmak, asker ihtiyacını karşılamak maksadıyla bazı vakıf ve mülk arazilerinin timara çevrilmesinde de rol oynadı. Mehmed Paşa askerî bir kumandan ve idareci olmaktan çok medreseden yetişmiş bir bürokrat olma yönü ile sivrilmiştir. Onun özellikle iç siyasette padişah üzerinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Cem Sultan taraftarı olarak padişahı etkilemeye, hatta onun tahtın vârisi şeklinde ilânına çalıştığı da belirtilir (İA, III, 70). Ancak olayların Bayezid lehine geliştiğini görünce başka yollarla amacına ulaşmak isteyen Mehmed Paşa’nın hasta durumdaki padişahı Mısır seferine ikna etmesinin ardında, onun yolda ölümü durumunda Konya’ya yakın olunacağından Cem’in kolayca tahta çıkmasını sağlama niyetinin yattığı ileri sürülmektedir. Aldığı bütün önlemlere rağmen Fâtih’in ölümü duyuldu ve yeniçerilerden bir kısmı Fâtih’in ölümünden bir gün sonra İstanbul’a geçti. Mehmed Paşa, yasağa uymayanları tehdit ettiyse de bir grup ye- niçeri subaşı ile birlikte Mehmed Paşa’nın divanhânesini basarak onu katletti. Mehmed Paşa’nın kabri, İstanbul’da isminden dolayı Nişancı olarak anılan mahalledeki caminin kıble tarafında yer alan türbededir. Çağının diğer devlet adamları gibi Mehmed Paşa da mutasavvıfları, şairleri, ilim adamlarını himaye etmiş, Horasan’dan Konya’ya gelen Musannifek ile muhtemelen hocası Alâed- din Ali et-Tûsî’yi İstanbul’a getirtip padişah ve Mahmud Paşa ile tanıştırmıştır. Yine Şeyh Vefâ’nın İstanbul’a gelmesi ve padişah nezdinde itibar kazanması da onun aracılığı ile olmalıdır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî soyundan olup medrese çıkışlı akrabalarının da İstanbul’a gelmelerine vesile olduğu anlaşılmaktadır. Mehmed Paşa çevresindekileri belli bir kültür seviyesine ulaşmaları için teşvik etmiş, yetişmelerini sağlamıştır. Karamânî Mehmed Paşa vezîriâzamlığı sırasında ilim adam- larına tartışmalar yaptırır ve özellikle felsefî konularda bu tartışmalara katılırdı. Yeniliğe açık bir devlet adamı olarak devlet işlerinde kendisine ayak uyduramayanları değişik metotlarla etkisiz hale getirmiştir. Mehmed Paşa’nın ayrıca devlet idaresinde Türk-devşirme çekişmesinin başta gelen şahsiyetlerinden biri olduğu yolundaki yorumlar, onun yahudi asıllı hekim Yâkub Paşa’ya ve Rum Mehmed Paşa’ya karşı olan muhalefetine dayandırılır. Karamânî Mehmed Paşa’nın İstan- bul’da hayır eserleri bulunmaktadır. Ayrıca Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler yazan Mehmed Paşa’nın mahlası Nişânî’dir. Karamânî Mehmed Paşa kaleme aldığı Osmanlı tarihiyle de dikkat çeker. Onun Arapça yazdığı bu eser ilk Osmanlı tarihlerinden biri olarak ayrı bir öneme sahiptir. Özellikle Os- manlı tarihi ilk dönemlere ve Mehmed II.’ dönemine ait kıymetli bilgiler taşır (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 3204; Âşir Efendi, nr. 234). Kitabı, tercümesini yayımlayarak ilim âlemine ilk duyuran Mükrimin Halil Yinanç olmuş ve ikinci bir tercümesini ise İbrahim Hakkı Konyalı neşretmiştir (“Os- manlı Sultanları Tarihi”, Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1949, s. 323-369). Yusuf Küçükdağ, DİA, 24, 449-451, İst. 2001.

Fâtih bu reformu birtakım hukuki ilkelerden hareket ederek gerçekleştir- miştir. Eski bir Karaman defteri başına konan fermandan öğrendiğimize göre, herhangi bir vakfın o tarihte asıl amacını yerine getiremediği, cami ve tekke gibi binaların harap olduğu ve artık işlemediği, böylece vakfın asıl gayesinin ortadan kalktığı ileri sürülmüştür.

Keza, mevcut mülk veya vakıf için sultandan izin ve berat alınmadığı noktası üzerinde durulmuştur. Bu gibi bütün mülk ve vakıflar kaldırılmıştır. Devlet, bunu bir müsadere olarak kabul etmiyor, fonksiyonu kalmayan vakfı kapatıyor, mevcut statünün kaldırıldığını öne sürüyordu. Aslında bu reform, eyaletlerde zaviye ve tekkelerde vakıf yoluyla şeyhlerin eline geçmiş olan ve sayısı Fetret Devri ve ondan sonraki bunalım dönemlerde artmış olan vakıf ve mülkleri yeniden mîrî haline getirmek anlamına geliyordu. Bunu yapabilmek için İstanbul Fâtihi gibi mutlak bir otoriteye sahip bir sultan olmak gerekirdi. Yapacağı seferler için çok sayıda askere ihtiyacı olan Fâtih merkezî hazinede devletin ihtiyaçlarını karşılayabilecek büyük gelir toplamak çabasındaydı. Bu ancak vakf ve mülk halindeki toprakların özel kişilerin mülkiyetinden veya evkâfın elinden alınıp devlete mal edilmesiyle gerçekleşebilirdi. Bu toprak re- formunu hiç abartmadan, aynı dönemde batıda İspanya’da, Fransa’da ve İngil- tere’de kilise mülklerinin devletleştirilmesiyle karşılaştırabiliriz.

Reformdan etkilenen gelir kaynakları elinden giden sınıfı beyler, pa- şalar, ulema, zaviye sahibi dervişler ve Osmanlı öncesi aristokratik aileler oluşturuyordu. Bunların arasında sayıca en büyük kalabalığı, küçük vakıflarla işleyen derviş zaviyelerini, şeyhleri ve dervişleri sayabiliriz. Reformdan etkilenenler Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde hayatî bir fonksiyonu olan fakat sonraları bu fonksiyonunu kısmen kaybeden tarikat mensubu şeyhler ve dervişleridir. Reforma karşı olanlar geniş bir propaganda faaliyetine girişmiş- lerdir. Onlar neshin şeriata aykırı olduğunu, dine hizmet edenlerin mağdur edildiğini ileri sürmekteydiler.

Halvetiye dervişleri Orta Anadolu’da yoğun bir propaganda faaliyetine gi- rişmişler ve Amasya’da 2. Şehzade Bayezid’i karşı hareketin öncüsü yapmaya çalışmışlardır. Doğrudan doğruya sultanın kendisine yönetilmeyen eleştiri ve saldırılar, reformdan sorumlu devlet adamlarına, başlıca Vezîriâzam Ka- ramânî Mehmet Paşa’ya yönelmiştir.

Mehmed Paşa, toprak işlerinden sorumlu olarak nişancılığı zamanında bu meseleyle ilgilenmiş ve padişaha bu reform hareketinde yardımcı olmuş gö- rünmektedir. Mehmed Paşa aynı zamanda Fâtih zamanında devlet iktidarını kendi tekelleri altına almış olan kul aslından paşalara karşı da bir tepkiyi temsil