• Sonuç bulunamadı

31 şekillenen ve modern sübjektivite tarafından belirlenmiş bir gerçekliğin alanını rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Baconcı düşünceye referansla elde edilen güçlerin, modern aklın ve özerkliğin hem insan dışı tabiata hem de diğer insanlara yönelik tahakküm oluşturduğunu göstermekte olan Adorno ve Horkheimer, Aydınlanma’nın Diyalektiği adlı eserlerinde yer verdikleri modern öznenin kendi kendisini tahrip edişine, iktisadi üretkenliğin bir ta-raftan adil dünya için gerekli şartları sağladığını ancak diğer tata-raftan teknolojik aygıta ve onu kontrol eden gruplara ölçüsüz bir üstünlük sunduğunu ifade ederler.98 Aslında bu tespit, Bacon’ın eserlerinden yola çıkarak ortaya koymaya çalıştığımız sübjektivite meta-fiziğinin nasıl vücut bulduğunu özetlerken aynı zamanda bizi bekleyen dünyanın adil bir dünya olup olmayacağına yönelik sorgulamalara da kapı aralamaktadır.

Gelinen noktada insan tasavvurundaki dönüşümün bir değil birden fazla alandaki kırılmayla bağlantılandığını söylemek mümkündür. Bilimin yeni bir değer olarak belirir-ken felsefeden ve metafizikten kopuşu sonrasında etik ile siyasetin bağlarını koparma-sıyla insansal değerlerden arındırılan toplumsal ilkeler, hukukun varsayımlar üzerine oturtulduğunu, diğer taraftan doğa ile insanın ayrıldığını ve doğanın insanın karşısında kendi yasalarına göre işleyen mekanik bir güç olarak konulduğunu ve bu yaklaşımın yeni bilimsellik anlayışıyla birleşmesi sonucu insan bilimlerinin yeni bilimsel yönetimin kap-samı içine alındığını görmüş bulunuyoruz. Disiplinler alanında yaşanan bu kırılmanın kavramsal karşılığı ise doğa, akıl, erdem, adalet ve insan kavramlarının kazanmış olduğu yeni içeriktir.

32 yeni doğa, bilim ve akıl üçgenine dayalı felsefi antropolojinin nasıl bir şey olabileceğinin en çarpıcı örneğini ortaya koyar. Bu noktada Machiavelli’in insana dair görüşlerini Hob-bes’un düşünceleri ile kıyaslayacak olursak Rönesans hümanizminin sunduğu insan dü-şüncesi, Reform hareketinin sebep olduğu kaosa karşı duramadığından yerini Mac-hiavelli’in öncülüğünü yaptığı ardından Hobbes’un da (bir şekilde revize ettiği) devam ettirdiği, doğasından kaynaklı bencil aynı zamanda kötü addedilen insan görüşüne bırakır.

İnsan davranışlarını, mekanik materyalist bir perspektiften faydalanarak açıklamaya koyulan Hobbes’un nazarında insan karmaşık bir nesnedir.100 Aristoteles geleneğinde ereksel yaklaşımın insanı harekete geçirdiği görüşü Hobbes’un felsefesinde yerini nedensel yaklaşıma terk etmiştir. Nedenselci tutumu benimseyen Hobbes için insan, doğal olarak bencil bir yapıda olmanın yanı sıra aynı zamanda kendi eylemlerini kendisini korumaya endeksli bireysel güdülerle yönlendirmektedir.101 Hobbes’un insana dair görüşlerinde baskın olan husus, insanın diğer varolan cisimler gibi bir cisim olmasıdır yani insan doğal bir cisim olarak kabul edilmekte olup cisim ile insan arasında herhangi bir ayırım söz konusu değildir. Onun insanların “istekleri” ve “nefretleri”

tarafından yönlendirilen makineleri andırdığını söylemesi, mekanistik yaklaşım açısından önemli bir açıklama olup Hobbes’un modern sübjektivite düşüncesinin Descartes’a nis-peten daha materyalist bir karakterde olduğunu belirtebiliriz. İnsanı otomat olarak yorumlayan Hobbes’un bu antropolojik yaklaşımı postmodernitenin insana dair kaotik tanımlamalarının bir yansıması olarak yorumlanabilir.

Hobbes’un atomistik bireycilik yaklaşımı yeni addedilen doğa ve bilim yaklaşımının neden olduğu sonuçları görmemizi ve kişi anlamında insanı gözeterek etik, hukuk, eğitim ve siyasete yaklaşmanın bizlere farklı perspektifler sunması bakımından önemli olmakla beraber onun düşünsel dizgesinde birey anlamında insanın doğuşunu gözlemlemek mümkündür. Birey tasarımıyla eşzamanlı olarak beliren modern hukuk ve politika kavrayışlarında da bireye dayalı görüşlerin varlığı kendisini net bir biçimde ortaya koymaktadır.

Öyle ki modern hukuk düzeni sübjektif haklar üzerine konumlandırılmış olup bu haklar, hukuk süjelerine kendi kabul ve önceliklerine göre hareket etmeleri için gerekli olan hukuki sahayı sağlamakta olup hukuken serbest bırakılmış oldukları bu sahada hiç kimse yapıp ettiklerinden ötürü hesap vermek zorunda olmayan özgür insanlardır. Bu an-lamda sübjektif haklar teorisi, Hobbes’un açık ve kesin bir biçimde yasaklanmamış her şey serbesttir prensibine geçerlilik kazandırmaktadır.102

Bu düşünceden de anlaşılacağı üzere Hobbes’un adalete ilişkin görüşleri, onun insan doğası görüşleriyle yakından bağlantılıdır. Doğa durumunda herkesin her istediği şeyi yapma hakkına sahip olduğunu belirten Hobbes’a göre esasında doğa durumunda hiç kimse bir diğerinin söz konusu bu hakka ve özgürlüğe sahip olduğunu kabullenmediğinden dolayı kimsenin bu hakkı da gerçekleşmez. “Çünkü doğal durumda ne iyi ve kötü ne adalet ve adaletsizlik vardır. Çünkü ortak bir gücün olmadığı yerde yasa,

100 Martin Cohen, Political Philosopy, London: Pluto Press, 2001, s. 51.

101 Amittay, Siyasal Düşünceler Tarihi, s. 163.

102 Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, s. 70.

33 yasanın olmadığı yerde de adalet veya adaletsizlik olmaz.”103 Dolayısıyla Hobbes açısından adalet fikri insan doğasından bağımsız inşa edilmez.

Hobbes’a göre toplum-öncesi periyot “herkesin herkesle savaştığı” bir ortamdır.104 Onun bu kurgusunda anlatmak istediği husus, “fiili ve/veya eylemsel bir savaş hali değil, herhangi bir güvencenin olmadığı böylesine bir koşulda çarpışma ve/veya kavga olasılığının süreklilik arz etmesi ve insanların da bu olasılığın farkında ve bilincinde olmasıdır.”105 İnsanın kendi doğasından kaynaklı olarak toplumsallık özelliğinin bulunmadığını ileri süren Hobbes açısından doğa durumu içinde insanlar birbirlerine karşı nispeten tehlike arz eden bir rakip aynı zamanda üstesinden gelinmesi gereken bir engel olmaktadır. Buradan da anlaşılacağı üzere Aristoteles tarafından “zoon politikon” olarak tasvir edilen insan kavrayışı Hobbes’un “insan”ı değildir. Dolayısıyla böylesi bir ortamda bulunmak insanları savaşa iter ve doğa durumu da devamlı surette bir savaş halini alır.

Hobbes nezdinde birey yalnızca bedensel olarak değil aynı zamanda zihinsel ola-rak da doğuştan eşit yaratılmıştır. İnsanın fiziksel olaola-rak eşit olmasını açıklarken bunu fiziki güç olarak en zayıf insanın kendisi gibi benzer bir risk içinde olan öteki insanlarla bir araya gelerek bedensel açıdan en güçlünün hayatına son verebilecek kadar güçlü ol-masına bağlayan Hobbes, benzer biçimde insan zihninin eşitliğini de insanların çevrele-rinde kendileri gibi zeki ve bilge pek kimsenin olduğunu düşünmediklerini söyler. Böy-lelikle kişinin zekâ bakımından eşitsizliğinin tersine eşitlik içinde olduğu anlamına gelir.

Zira eşit paylaşımın önemli kanıtı her insanın payına düşenden memnuniyet duyması-dır.106

Devlet ve siyaseti, kötücül duygulara engel olan bir mekanizma şeklinde değer-lendiren Hobbes, ahlak alanını siyasetin lehine “kralın gücü” ile daraltmayı savunur.107 Daha açık bir ifadeyle Hobbes tarafından “bir doğa yaratığı” olarak addedilen insanın ilk etapta kendini düşünmesi ve koruması doğal bir seyirdir.108 Hobbes’un düşünce dizgesinde doğa halindeki insanları başkalarına zarar vermekten alıkoyan bir güç yani hukuk yoktur oysa insan aklı, kendini güvende hissetmek adına bir çıkış yolu arayarak Toplum Sözleşmesiyle doğa halinde var olan haklarını dünyevi olana yani develete devrederek kenidini güven ve koruma altına almayı yeğler. Böylelikle devlet, suçu ve suçluyu tespit eder ceza verir. Buradan da anlaşılacağı üzere adalet, devlet eliyle tesis edilirken aynı zamanda ahlak ilkelerini de belirlemiş olur. Tanrı devletindeki adalet yerini dünyevi olan adalete bırakır.

Hobbes açısından düzen, doğal akış halinde olan dünyanın kontrol altında tutul-ması için şarttır.109 Böylesi bir savaş halinde ne doğru ve yanlış ne de adalet ve adaletsizlik gibi çıkarımlara yer yoktur. Ortak bir erkin olmayışı yasanın da söz konusu

103 Solmaz Hünler, Dört Adalı, İstanbul: Paradigma Yayıncılık, 2001, ss. 19-20.

104 Thomas Hobbes, Leviathan, çev.: Semih Lim, İstanbul: YKY, 2008, s. 94.

105 Frederick Copleston, Felsefe Tarihi (Hobbes-Locke), çev.: Aziz Yardımlı, İstanbul: İdea Yayınları, 1991, ss. 53-54.

106 Hobbes, Leviathan, ss. 92-93.

107 Başdemir, Siyaset ve Ahlak, s. 17.

108 Selahattin Hilav, 100 Soruda Felsefe El Kitabı, İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1985, s. 92.

109 Zygmunt Bauman, Modernlik ve Müphemlik, çev.: İsmail Türkmen, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2014, s. 17.

34 olamayacağı anlamına gelir. Şiddet ve sahtekarlık savaşın en önemli erdemleriyken adalet ve adaletsizlik de toplum nezdinde insanoğlunun maruz kaldığı niteliklerdir. Böylesi bir mücadele ortamı içinde insanlar kendilerini güvene alma imkânı bulamamakta dolayısıyla bu tür bir güvensizlik ortamında adaletten bahsetmek oldukça anlamsız bir hal almaktadır. Çünkü adalet, mantıksal ve akılsal olmayan bir oluşum olmasına rağmen Hobbes, insanoğlunun sadece akıl tarafından yönetilebileceği hususunda pek de iyimser değildir.110 Hobbes’un adalete rasyonelite atfetmeyerek adaleti mantıksal bir oluşum olarak değerlendirmemesi oldukça dikkat çekicidir.

Bu doğrultuda kişinin doğasından ötürü kötü ve yönetilmeye ihtiyacı olduğunu belirten Hobbes’un insan görüşüne bakacak olursak felsefede Kartezyen ve Aristotelesçi alternatiflere karşı çeşitli materyalist, nominalist ve ampirik görüşler savunduğu söylene-bilir.111 Hobbes söz konusu “insan doğası” argümanlarını iki çıkarımla değerlendirir: İlki

“herkes ortak mülkiyeti kendisi kullanmak ister; ikinci ise tüm insanları doğadaki en bü-yük kötülük olan vahşi bir ölümden kaçınmaya yönelten doğal akılla ilgilidir.”112 Dola-yısıyla insanın devamlı surette bir korku hali içinde olduğunu ve bu halin dikkate alınması gerektiğini belirtir.

Böylesi bir doğal yaşam döngüsünde insanların birbirini tehdit yahut tehlike ola-rak algılamakta olduğunu vurgulayan Hobbes’a göre herkes herkesi düşman biçiminde değerlendirmektedir. Daha açık bir ifadeyle, Hobbes’un “doğa durumu/hali” kurgusu ta-mamıyla kaotik bir atmosfer ve güvensizlik hali üstüne inşa edilmiştir. Düşünür açısından

“eşitlik güvensizliğin, güvensizlik de çatışma ve savaşın” ana kaynağıdır. Böylelikle Hobbes, insanın sahip olduğu doğasından kaynaklanan kendi çıkarını gözetmesinin ve birbirleriyle devamlı savaş halinde olmasının barışın tesisi için bir egemenlik geliştirme-lerine neden olduğunu belirtir. Bir başka deyişle Hobbes, Tanrı’yı ve dini devre dışı bıra-karak Batı düşünce yapısında sekülerleşme sürecinin sonucunda boş kalan tahta Devlet’i oturtur. Hobbes’un olağan üstü etki yapan toplum ve devlet kuramı, insanlar arasında sürekli ve karşılıklı bir savaş bulunduğunu ve başlangıçta var olan bu ilkel ve doğal du-rumun daha sonra yine insanlar arasında bir sözleşmeye yani devletin yaratılmasına yol açtığı yönündedir.

Özellikle belirtilmelidir ki varolan bütün şeylerin cisim olduğunu ve bunları doğal ve yapay olarak değerlendiren Hobbes’a göre yapay cisimlerin en önemlilerinden biri devlettir. Toplum Sözleşmesi kuramında devletin hâkim bir güç olarak meydana çıkışın-daki koşulları ve nedenleri inceleyen Hobbes, “güvenlik-güvensizlik ikilemini” irdeler.

Devlet ve toplum düzeninin ontolojik nedenini güvenlik düzleminde sorgulayarak iktidar odaklı bir güvenlik teorisi ortaya koyar. Doğa hali ve toplum halini birbirlerinden ayrı konumlandıran bu formülasyonuyla insanların siyaset kuramını iki ayrı tasarıma dayana-rak inşa etmesine neden olmuştur. Toplum Sözleşmesi teorisiyle güvensiz bir ortam ifa-desini doğa hali ile ilişkilendir. Toplum hali ise güvenliğin hâkim bir ölçüt olduğu

dö-110 Frank Thilly, Felsefenin Öyküsü Çağdaş Felsefe, çev.: İbrahim Şener, İstanbul: İzdüşüm Yayınları, 2002, ss. 57-58.

111 Stanford Encyclopedia of Philosophy, “Thomas Hobbes”, Çevrimiçi Erişim: 03.07. 2019, https://plato.stanford.edu/entries/hobbes/

112 Thomas Hobbes, Elemente Philosophica De CIVE, Yurttaşlık Felsefesinin İlkeleri, çev.: C. D. Zara-kolu, İstanbul: Belge Yayınları, 2014, s. 4.

35 nemi ifade etmektedir. Böylelikle Hobbes, genel güvenliği maksimize etmenin ve kor-kuyu minimize etmenin ilk adımını Toplum Sözleşmesi kuramında görür.113 Hobbes’un bu kuramı adalet olgusunu rasyonel temeller üzerinden inşa ettiğini göstermesi açısından dikkate değerdir.

Sonuç olarak gelinen noktada “her şeyin efendisi” olan hümanizmin insanı, Re-form hareketi sonrasında bir kurda dönüşmüştür. Toplum öğesini bir kurgu olarak nitele-yen Hobbes, asıl olanın insan olduğunu belirterek felsefi antropolojiye dayalı olan bir toplum felsefesi inşa ederken dünyevi adalet fikrine de öncülük eder.

Benzer Belgeler