• Sonuç bulunamadı

72 manist bilinç” kendini ideolojik araçsallaştırmanın tuzağında bulmamak adına kendi üze-rine düşünerek ciddi bir eleştiri süzgecinden geçmelidir.256 Böyle bir çerçeveden soruna bakınca postmodern söylem içinde ortaya çıkan hümanizm eleştirisi haklı bir temele otu-rabilmekte ve adalet konusu etkin bir tartışma motivasyonu olarak değerlendirilebilmek-tedir.

Özneyi kurucu bir bilinç olarak değil kurulan bir bilinç olarak değerlendiren Fou-cault nezdinde felsefenin nesnesi olan insan, temsil sahası lağvedildiğinde ve incelenecek erekli ve tarihsel olarak belirlenen bir varlığa dönüştüğünde ortaya çıkar. Böylelikle öz-neyi merkezsizleştirmeye girişen Foucault’ya göre böylesi sınırlar özöz-neyi bilgi üzerinde egemen kılmaktan alıkoyar. Modern felsefede bilginin hem öznesi hem de nesnesi kılınan insanın istikrarsızlık ve ikilikler arasında inşa edildiğini iddia eden Foucault’ya göre özne dil, arzu ve bilinçdışının bir etkisinden başka bir şey değildir.257

Görüldüğü üzere modern özne ve akıl kavramlaştırması, postmodernist düşünür-lerce aklın saf olmayıp toplumsal şartların bir sonucu yani oluşturulan bir şey olduğuna yönelik vurguyla yoğun bir biçimde eleştirilir. Aklın evrensel bazı esaslarının varolduğu şeklinde bir iddiada bulunmak mümkün değildir çünkü biz aklın esaslarını toplum içeri-sinde öğrenmekteyiz. Dolayısıyla yargılarımız, herhangi bir durumla bağlantılı olabi-lir/olmayabilir. Öyle ki bu durumların hiçbirinde bizler saf bir akla sahip değilizdir. Bu açıdan felsefi bir proje olarak hümanizmin öznenin kuruluşunu öznel özde arama şekldeki yönelimi hiçbir zaman savunulamaz. Nitekim postmodernler açısından öznenin in-şası tamamıyla öznenin düşünüm ve karar alanının dışındaki etkenlerle gerçekleştirilmek-tedir. “Postmodern düşünce açısından ben, tamamı ile kurgusal bir şey olup, gerçekte normal veya anormal nitelemeleriyle ele alınabilecek kendinde bir varlığa sahip değil-dir.”258

Fransız düşüncesi, insanın “doğası” veya “özüne” verilen veya değiştirilemeyen ya da kendi en yüksek varlığı ve ideali olarak sunulan bir “doğa” ya da “öze” dayandığı düşüncelerini reddetmeye başlar.259 Artık hümanizmin sahip olduğu değer yıkılır ve “in-san” anlamını neredeyse tanınmayacak şekilde değiştirir. Ancak özellikle belirtilmelidir ki insan bir nesne olmadığından dolayı kendisini nesneleştirmeye çalışan bütün girişimler onun hastalanmasına neden olacaktır. “Bu hastalık (nevroz), sıkıntı, hayatın anlamsız ol-duğunu düşünme duygusu, her şeyin bulunduğu ortamda sevinçten yoksun yaşama hali, hayatın yönünü bilmeme, kendini şaşkın ve çaresiz hissetme şeklinde görülebilir.”260

73 kavramlardan birisi olup özne ile nesne yahut bilinç ile şeyler arasında varolan ilişkinin kopması, bozulması ve öznenin ötekileşmesi gibi anlamlara gelerek felsefe tarihinde daha çok Hegel ile gündeme gelirken Feuerbach ve Marx’ın felsefi yazılarında da yer alan önemli bir kavramdır. Söz gelimi Foucault’ya göre gerek Hegel’in gerekse Marx’ın diya-lektik tarih anlayışlarından kaynaklı olarak yabancılaşma ve uzlaşma, insanın özüne dön-mesi çağdaş hümanizmin insana insanı vadeden perspektifinden dolayı en önemli sorun-ları olarak lanse edilir.262

Hegel’den günümüze değin verili topluma yönelik eleştirinin bir tür ifadesi olarak kullanılmış olan bu kavram, Hegelci diyalektiğin dünyadaki nesnelleşme ve kendinin ya-bancılaşması şeklinde iki uğrak noktası dikkate alındığında Hegel’in felsefesi yabancılaş-manın üstesinden gelme çabası olarak şekil alır.263 Dolayısıyla Hegel perspektifinde ya-bancılaşma, “aynı insanın, özne, yani kendini gerçekleştirmeye çalışan yaratıcı insan ve nesne, yani başkaları tarafından etkilenip yönlendirilen insan olarak ikiye ayrılışının so-nucu olup insanın kendi yaratıları (dil, bilim, sanat vb.) ona yabancı nesneler haline gel-diği zaman ortaya çıkar.”264

Hegel’in yabancılaşmaya dair düşüncelerinin yanı sıra bu konuda dikkat çeken düşünürlerden biri olan Feuerbach’a göre yabancılaşma kavramı, insan ve Tanrı bağla-mında değerlendirilir. İnsanın kendi kendisini nesneleştirmesiyle Tanrı’ya ulaşıldığını yani Tanrı’nın insandan bağımsız olmadığını belirten Feuerbach’a göre insanın yabancı-laştığı nokta da burasıdır. Kendi doğasını nesneleştirerek Tanrı’ya ulaşırken bu esnada kendisine ve özüne yabancılaşmıştır çünkü insan kendine ait olumlu özellikleri abartılı bir şekilde Tanrı’ya yükleyerek kendisini olumsuzlamakta ve fakirleştirmektedir.

“Tanrı’nın zenginleşmesi için insanın yoksullaşması gerekir, yani Tanrı her şey insan ise bir hiç olmalıdır.”265 Burada açıktır ki Feuerbach açısından insanın kendi özünden daha üstün bir varlığı (Tanrı) hayal ederek kendini onun karşısında küçümsemesi ve köleleş-tirmesi insanın kendi özüne yabancılaşmasına neden olur. Özetle belirtmek gerekirse Fe-uerbach’ın yabancılaşma kavramının dini yabancılaşmayı ima ettiğini ve onun insan do-ğasını odağa alarak hem Tanrı’yı hem de insanı değerlendirdiğini böylelikle yabancılaş-manın teolojiden antropolojiye kaydığını belirtmek mümkün.

Feuerbach’ın yabancılaşmaya dair düşüncelerini kabul eden Marx, onun bu dü-şünceleri yabancılaşma türlerinden sadece biri olarak niteler. Marx’a göre insan kendisi-nin ürettiği şeylerden “bir köle, güçsüz ve bağımlı bir varlık olarak ilişki kurduğu, ayrı, bağımsız ve güçlü bir nesneler dünyası meydana getirmek suretiyle, kendi kendisine çe-şitli şekillerde yabancılaşır.”266 Marx için insan özünün oluşturulması üretim ve üretim süreciyle bağlantılı olup yabancılaşma görüşü de bu düşünceye dayanmaktadır.

ver yerleşik alışkanlıklar nedeniyle insanın kendisine, kendi gerçek özüne yabancı hale gelmesi duru-munu, insan özgü özellikleri, insani ilişki ve eylemleri, insandan bağımsız olan ve insanın yaşamını yö-neten şeylerin, cansız nesnelerin özellikleri, ilişkileri ve eylemlerine dönüştürme hareketi ya da sürecini tanımlar.” Bkz. Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999, s. 906.

262 Michele Foucault, Felsefe Sahnesi, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2004, ss. 33.

263 Jean Hyppolite, Marx ve Hegel Üzerine Çalışmalar, Ankara: DoğuBatı Yayınları, 2010, s. 120.

264 Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999, s. 906.

265 Ludwig Feuerbach, Hristiyanlığın Özü, çev.: Devrim Bulut, Ankara: Öteki Yayınevi, 2004, s. 51.

266 Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999, s. 907.

74 (...) işçi emeğiyle dışsal dünyaya, duygusal doğaya ne kadar çok sahip olursa, ken-dini iki bakımdan da yaşam araçlarından yoksun kılmış olur: İlkin, duyusal dışsal dünyaya gitgide onun kendi emeğine ait bir nesne olmaktan çıkar; sonrada dolay-sız anlatımıyla yaşama aracı, fiziksel beslenme aracı olmaktan habire uzaklaşır.267 Dört ayrı yabancılaşma görünümünden bahseden Marx’ın yabancılaşma teori-sinde ilk dikkati çeken “yabancılaşmış emek” kavramıdır. Buna göre işçi, yaşamak ve üretmek için doğaya muhtaçtır. Bu kavramı insan ve doğa ilişkisinde değerlendiren Marx’a göre bu ilişkideki açmaz işçiyi emeğine ve ürününe yabancılaştırır. “İşçi ne kadar çok servet üretse, üretimin gücü ve kapsamı ne kadar artarsa, kendisi de o kadar yoksul-laşır. Ne kadar çok meta yaratırsa kendisi de bir meta olarak o kadar ucuzlar.”268 Bu ifa-delerden de anlaşılacağı üzere işçi üretim araçlarını sahiplendikçe kendi nesnesinin köle-sine dönüşür. Kontrolü elinde bulunduran işçi hakimiyetini kaybederek kontrol edilen olur.

Yabancılaşmış emek kavramının yanı sıra Marx’ın dikkat çektiği yabancılaşma-nın ikinci görünümü üretimle ilişkili olup insayabancılaşma-nın üretim eylemi yoluyla doğayı sahiplen-mesi ve doğayı kendi eseri olarak görsahiplen-mesiyle özetlenebilir. Üçüncü olarak işçinin doğa-sına ve özüne yabancılaşmasıdır. Kendi üretim araçlarını üretmesiyle insanın hayvandan farklılaştığını bildiren Marx’a göre bu yolla tür olarak kendini diğer varlıklardan ayırarak türsel varlığının özünü oluşturur. Kendi üretim nesnesinden kopması ise insan türüne ya-bancılaşmasına neden olmaktadır.

(…) insandan kendi üretim nesnesi koparıp alındığında, yabancılaşmış emek in-sanı kendi türsel hayatından, kendi gerçek türsel nesnelliğinden koparıp almış olur ve onun hayvanlar karşısındaki üstünlüğünü, organik olmayan bedeninin, doğanın elinden alınması elverişsizliğine dönüştürür.269

Yabancılaşmanın dördüncü görünümü kapitalizmin insan ilişkilerini pazar ilişki-lerine dönüştürmesi nedeniyle insanların insani nitelikleriyle değil pazardaki statüleriyle değerlendirilmekte olması başka insanlara da yabancılaşmasıyla gerçekleşir.

Modern dönemde gözlemlenen en ciddi sıkıntılardan biri olarak nitelendirilen ya-bancılaşma hususu postmodern filozofların modernizme ve hümanizme yönelik eleştiri-lerinin kaynaklarından biri olarak karşımıza çıkmakta olup büyük oranda Marx’ın görüş-lerinden istifade edilerek hareket edilmiştir. Marx’a göre insanın kendi gerçekliğine ya-bancılaşması hatta bir makine uzantısı halini aldığı üretim sürecinde insan tam olarak mekanikleşmiştir. “Manifaktürde işçiler canlı mekanizmanın birer parçasıydı. Fabrikada, onun yalnızca eklentisi olan işçiden bağımsız cansız mekanizma vardır.”270 Söz konusu mekanik üretimde insan emeğine olduğu kadar kendi türüne de yabancılaşmış olur ve kendi hayatından ve etkinliğinden de yabancılaşmış olur, “türün hayatını birey hayatının bir aracına çevirir.”271

267 Karl Marx, 1844 El Yazmaları, çev.: Murat Belge, İstanbul: Birikim Yayınları, 2014, s. 76.

268 Marx, 1844 El Yazmaları, s. 75.

269 Marx, 1844 El Yazmaları, s. 82.

270 Karl Marx, Kapital I. çev.: Alaattin Bilgi, Ankara: Sol Yayınları, 1993, s. 405.

271 Marx, 1844 El Yazmaları, ss. 79-81.

75 Sonuç olarak belirtilmelidir ki Marx için yabancılaşma teorisi toplumsal, iktisadi ve kültürel boyutlara dayanmakta olup esas olan ise iktisadi yabancılaşmadır. Bilinç dü-zeyinde yabancılaşmayı değerlendiren Hegel’in aksine Marx, materyalist bir perspektif-ten yabancılaşma kavramını iktisat ile bağlantılandırır ve üretim sürecini suçlar. Marx’a göre tarihin sonu olan komünizm yabancılaşmadan kurtulmanın yolu ve çözümüdür.

Ayrıca belirtilmelidir ki 20. yüzyılda makinaların insanlar gibi insanlarında maki-nalar gibi davrandığını göz önünde bulunduracak olursak özelliklede 19. yüzyılda üretim ilişkilerinde gözlemlenen sömürü yerini robotlaşmaya terk etmiş olup üretimin tek hedef olarak algılandığı toplumlarda insanlar nesne gibi görülmüştür. Adlei Stevenson’ın (ABD eski başkan yardımcısı) 1954 yılında Kolombiya Üniversitesi’nde gerçekleştirdiği bir ko-nuşmada, “biz artık köle olma tehlikesi içinde değiliz, robot olma tehlikesi içindeyiz”

ifadeleri modernitede öznenin hem nesneleştiğinin hem de yabancılaştığının kanıtı nite-liğinde olup dikkat çekicidir.

Benzer Belgeler