• Sonuç bulunamadı

63 II. BÖLÜM

POST-ANTROPOLOJİK FELSEFELERDE SÜBJEKTİVİTE PARA-DOKSU

64 her türlü antropolojiye metafizik bir zemin sunar. Bu noktada belirtilmelidir ki organik insanın sonunun tasvir edildiği 21. yüzyılda, baş döndürücü bir hızla gelişen teknolojiyle birlikte yaşamamızda şimdiye kadar var olmayan fakat varlık imkânlarından söz ettiren yeni türlerin girecek olması ihtimali ve yeni bir gelecek yaratma yolunda teknolojinin referans olarak kullanılması bu çalışmada bizlere anti-hümanist perspektiflerin neden post-antropolojik felsefelerde ve adalet ile olan münasebetinde geniş bir yeri işgal ettiği-nin esas nedenlerini izah edebilir.

Hatırlanacağı üzere modern düşünceyle birlikte varlık ve hakikat fikri gibi insanın da niceliksel kavramlarla değerlendirilip şeyleşerek parçalanması söz konusu olmuştur.

Kemal fikrini yitirerek küçülen insan, tıpkı modern temsilci epistemolojinin yaptığı gibi insan varlığını bilinç ve beden ayırımına tabi tutarak şeyleştirip parçalamıştır.224 İçinde kemal kavramını barındıran insan anlayışı natüralist epistemolojilerden dolayı ufalan-dıkça arkada yalnızca bilinç-dışı olarak anılan “bilimsel bir meşruiyet kazandırılan adi, bayağı bir dört ayaklı varlık, insan varlığının anlam ufkunun nihai sınırı olup çıkıverdi.

Bu yüzden modern zamanlarda önce insan, sonra da Tanrı ölmüştür aslında.”225 İnsan kavramının bilimsellik statüsüne erişme çabasından hareketle ifade edilebilir ki insan ta-savvurunun içinin boşaltıldığı ve anlam daralması yaşadığı hümanistik yaklaşımın esa-sında insanın kendi sonunu hazırlamış olduğu aşikardır.

Sübjektivite paradoksunu daha açık hale getirecek olursak modernliğe dair üç tür sıkıntıdan söz eden Charles Taylor’ın görüşlerine yer vermek duruma netlik kazandıra-caktır. Taylor’a göre öncelikli tehlike “anlam yitimi” olarak nitelenebilecek, ahlaki ufkun kararması olurken ikinci husus, araçsal akıl karşısında hedeflerin gölgede kalmasıdır.

Çünkü bir toplumun “araçsal akıl” çeperinde yapılanması gerek bireylerin gerekse tüm grup üyelerinin özgürlüklerini ciddi biçimde daraltmaktadır ve üçüncüsü ise özgürlük yi-timidir. Taylor’ın da belirttiği üzere teknolojinin mevcut konumu yaşamımızı tatsızlaştı-ran ve daraltan olguyu pekiştirmekte insani çevrenin zenginliğini, tınısını ve derinliğini kayba uğratmaktadır. Tıpkı Marx’ın Kominist Manifesto’da kapitalist ilerlemenin netice-lerinden biri olarak “katı olan her şey buharlaşıyor” söyleminde durumu özetlediği üzere iddia şöyledir; “geçmişte kullandığımız katı, sürekliliği olan, çoğunlukla bir anlam ifade eden nesneler, etrafımızı kuşatan geçici, taklit mallar uğruna bir kenara konuyor.”226 Do-layısıyla modernitenin sıkıntıları ve bunalımları modern bireyin yaşama ilişkin anlam da-ralmalarıyla kendini ifşa ederken aynı zamanda içinde bulunduğumuz yüzyıl içinde ken-disinin karanlık yönünün de iyice belirginleşmesini gözler önüne serer.

Hümanizmin ilan ettiği, evrenin merkezinde yer alan en zeki tür olarak insanın yapay zekâ gibi kendinden daha zeki türlerin varlığıyla gücünü yitirme olasılığı, tıpkı kendisinin evrendeki en zeki tür statüsünde olduğu gibi onun diğer türlerle kurduğu ilişki şeklini andıran bir vaziyete maruz kalma ihtimalini doğurmuştur. Nitekim bu gücün yi-timi, hümanistik yaklaşımda öznenin sahip olduğu merkezi konumunu yerinden ettiği gibi insanı geleceğe yönelik endişeye de sevk etmektedir.

224 Küçükalp, “Yeni Hümanizm ve İnsan Kavramının Küçülmesi”, s. 288.

225 Kasım Küçükalp, Zamansız Düşünceler Çağdaş Yaşama Meseller, İstanbul: Onto Yayınları, 2017, s.

35.

226 Charles Taylor, Modernliğin Sıkıntıları, çev.: Uğur Canbilen, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2017, ss. 14-17.

65 Bu düşünceden hareketle belirtilmelidir ki evrenin efendisi konumundaki insan, artık sömüren değil teknolojinin insanın yerine geçmesiyle sömürülen konuma geçme ris-kiyle karşı karşıyadır. Çağımızın yüzleşmesi gereken bu tür sorunlar, adalet söylemle-rinde de birtakım dönüşümlerin habercisi olarak yorumlanabilir. Bu nedenle anti-hüma-nist yaklaşımlar, post-antropolojik felsefelerde insanın adalet ile ilişkisi üzerine gerçek-leştirilen yeni tartışmalara yansıyan etkileri açısından önem taşımaktadır.

Bu hususu dikkate aldığımızda, anti-hümanizm yaklaşımını serimlerken moder-nite eleştirilerinden beslenmek, bu yaklaşımı en iyi ifade etme yöntemlerinden biri olduğu için modernite ve postmodernitenin bir kıyaslamasıyla konuyu incelemenin daha faydalı olacağı kanaatindeyiz. Söz gelimi modernitenin aslında sahte bir görüntüden, fantazma-goryadan ibaret olduğunu belirten Benjamin’in “ilerlemenin biteviye sürmesi, bizatihi fe-lakettir”227 ifadesi moderniteye yönelik eleştirilerin çarpıcı bir özeti olarak değerlendiri-lebilir. Dolayısıyla özgürlüğü motto kabul eden modernitenin, ulaşılmak istenen ideal ile realite arasında bir uzlaşı inşa etmeyi başaramadığı ve farklılığı tek bir potada eriterek vadetmiş olduğu değerlere sadık kalamadığının göstergesidir.

Anti-hümanist düşünürlerin insan sonunu gündeme taşımalarının yanı sıra akılsal-lığa yapılan vurguyla birlikte adalet, eşitlik, özgürlük ve mutluluk açısından beklenen ilerleme iddiasının gerçekleşememesi tartışmaya açılmış olur. Turner’in de belirttiği üzere modernliğin rasyonalizasyonu dünyayı belki daha düzenli ve güvenilir hale getir-miş olsa bile dünyayı daha anlamlı kılamamıştır.228 Soruna bu çerçeveden bakınca post-modern söylem içinde ortaya çıkan post-modern çağın insan tasavvurundaki iddialar ve eleş-tiriler haklı bir temele oturabilmektedir.

Görüldüğü üzere postmodernite, modernitenin pratik ve söylemlerinin yok olu-şunu sağlayan bir tarihsel dönemdir. Postmodernistler modernizmin adalet, teori, hakikat vb. kavramlarla kendisini meşrulaştırmış olduğunu ileri sürerek bilimsel ve nesnel olma yönündeki söylemlerini meta anlatı olarak adlandırıp reddederler.229 Ayrıca “modernliğin artık özgürleştirici bir güç değil bir boyun eğdirme, baskı ve ezme kaynağı olduğunu ileri sürerler” ve gerçekçi bir özgürlük adına temelsizlik, görelilik, farklılık, çoğulculuk, olum-sallığı savunduklarından dolayı “tek bir kod, tek bir dil, tek bir hakikat” söylemini dayat-mış olan bütün anlatılara saldırırlar. 230

Ontolojik dayanakların sarsılması ve transandantal alanda beliren yarıkla beraber modern öznenin somut varlık alanı olarak bu dünyaya mahkûm edilmesi ve akla olan derin imanı beraberinde yeni özne tasarımlarına da gebe olur. Bu nedenle çağdaş felsefe kuramlarında özne sorunsalı felsefenin rotasını belirleyen bir cihete sahip olurken post-modern düşünürler için de öznenin konumu ciddi sorgulamalara kapı aralar. Öyle ki öz-nenin yitimi yahut ölümü postmodernitenin başlangıcı olarak lanse edilir.

Bu durumda belirtilmelidir ki modern özneye üç nedenden ötürü karşı çıkan post-modernistler açısından bu nedenlerden ilki modernliğin icadıdır, ikincisi özneye yönelik herhangi bir odaklanma ve sonuncusu ise postmodernistlerin reddettiği öznenin otomatik

227 David Frisby, Modernlik Fragmanları, çev.: Akın Terzi, İstanbul: Metis Yayıncılık, 2012, s. 264.

228 Bryan S. Turner, Periodization and Politics in the Postmodern, Theories of Modernity and Postmoder-nity, California: Sage Publications, 1995, s. 7.

229 Küçükalp, Nietzsche ve Postmodernizm, s. 157.

230 Rosenau, Post-Modernizm ve Toplum Bilimleri, s. 23.

66 olarak bir nesneyi gerektirdiği yönündeki özne-nesne ikiliğidir. Modernlikle ve modern değerlerle ilişkilendirdikleri “özne merkezliliğin” sırf bu niteliği bile özneye şüpheyle bakmak için yeterli bir sebep olarak görülmektedir. Postmodernistler, öznenin modern toplumun bir icadı olduğunu savunurlar. Öznenin toplum bilimlerindeki merkezi konu-muna eleştirel yaklaşan postmodernistler açısından dinin yerini alan modern bilim gibi rasyonel birey (modern özne) de Tanrı’nın yerini almıştır.231 Bu durumda şunu belirtme-miz gerekir ki oluş anlayışı lehine metafizik düşünce geleneğinin, varlık anlayışının terk edilmesiyle de felsefenin ve düşünme etkinliğinin anlamı ve değeri ciddi ölçüde değiş-miştir. Bu değişikliklerle beraber nedensellik yerini rastlantıya ikame ederken hesaplana-bilir ve akledilehesaplana-bilir bir dış dünya ise yerini çoğunlukla irrasyonel ögeler tarafından yön-lendirilen hem içgüdü sahibi hem de düalist bölünmeye maruz bırakılamayan bütünlüklü bir insan düşüncesine bırakmıştır.

Husserl’in, Avrupa Bilimlerindeki Kriz adlı son çalışmasında yer verdiği “İnsan öznelliğinin paradoksu: Dünya için bir özne ve aynı zamanda dünyada bir nesne ol-mak”232 şeklindeki ifadesi ele aldığımız bu başlığı anlamlı bir şekilde özetler. Moderni-tenin baştan çıkarılması yönündeki tartışmaların ötesine geçme çabası güden ve postmo-dern bir felsefi çağın açılışını yapan filozoflar, özne nosyonuna veya daha genel olarak sübjektivite metafiziği olarak nitelendirilen hususa güçlü bir saldırı başlatmaktan geri durmazlar.233 Husserl, insan sorununa hiçbir çözüm sunamayan bilimlerin sadece olgusal olan üzerinde odaklanmalarını kaynak göstererek salt olgusallığı baz alan düşünen insan anlayışını eleştirerek bu durumun “insan varlığının anlamsızlığı” düşüncesine yol açtığı yönünde bir tespit sunar.234

William Spanos’un da dikkat çektiği üzere postmodernizm, kronolojik bir olay olmaktan çok insanı anlamanın sürekli bir modu olmuştur.235 Nitekim radikal olmak, şey-lerin kökenine inmektir ancak söz konusu insan olduğunda ise köken insanın kendisi-dir.236 Bu bakımdan Aydınlanma’dan günümüze gerek felsefenin gerek insan bilimleri ve sosyal bilimlerin önemli sorunlarının odağında siyasal ve sosyal boyutlarıyla özne soru-nun yer aldığını ve bu durumun postmodern söylemlerde adaleti yakından ilgilendirdiğini söyleyebiliriz.

Tüm bu iddialar ve eleştiriler kendi içinde dikkatlice analiz edildiğinde görülür ki gerek hümanizm ve modernizmin gerekse öznenin maruz kaldığı yoğun eleştirilerin neti-cesinde öznenin hem hümanizm hem de akılcılık akımındaki ayrıcalıklı düşünsel ve siya-sal statüsü radikal bir sorgulamaya tabi tutulur. Öyle ki hem hümanizm hem de antihü-manizm söylemleri post-antropolojik felsefelere dair tartışmaların merkezinde konumla-nır. Hele ki özdeşliğin yadsındığı ve farklılığın yüceltildiği bir çağda yaşadığımızı göz

231 Rosenau, Post-modernizm ve Toplum Bilimi, ss. 78-79.

232 Edmund Husserl, The Crisis of European Sciences and Transcendental Phenomenology, İng. çev.:

David Carr, USA: Northwestern University Press, 1978, s. 178.

233 David Carr, The Paradox of Subjectivity: The Self in the Transcendental Tradition, Oxford: Oxford University Press, 1999, s. 3.

234 Küçükalp, Batı Metafiziğinin Dekonstrüksiyonu: Derrida ve Heidegger, s. 19.

235 Küçükalp, Nietzsche ve Postmodernizm, ss.159-164.

236 Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev.: Kenan Somer, Ankara: Sol Yayınları, 2009, s.

201.

67 önünde bulunduracak olursak insan tasavvuruna dair ciddi bir krizin yaşandığı ve antro-posentrik yaklaşımların çağın sorunlarını çözmede yeterli olamadığı iddia edilebilir.

Batı düşünce geleneğinde rasyonel, birlikli, güçlü ve denetleyen bir varlık olarak karşımıza çıkan öznenin merkezi bir yapıda olması nedeniyle onu reddeden postmoder-nistler açısından hümanizm hayal kırıklığına sebebiyet vermiştir. Çünkü adalet ve eşitlik arayışında olduğunu belirtmesine karşın hümanizm, liberal kesim tarafından adaletsizlik ve eşitsizlik halini meşrulaştırma niyetiyle kullanılmıştır. Postmodernistler açısından söz-merkezci bir üst-anlatı olarak değerlendirilen hümanizmin özneyi merkeze almakla kal-mayıp onu evrenin efendisi ilan etmesi de hoş karşılanmaz. Öyle ki hümanizmi adeta metafizik bir mevcudiyet yani insanın özü olduğunu varsaymakla itham ederler çünkü hümanizm, hilekâr yaklaşımla insanı potansiyel biçimde etkili akıl sahibi bir fail şeklinde nitelendirir. Postmodern görüş insan doğasına ilişkin söz konusu bu yönelimlere ve ima ettikleri ahlaki iyi/kötü hiyerarşisine mahal vermemektedir.237 Dolayısıyla parçalı, bölün-müş, çoğulcu, özgün ve farklı oluş postmodernlerin yücelttiği değerler olarak karşımıza çıkmaktadır. Böylelikle postmodernler, özneyi de toplumsal ve dilsel olarak merkezsiz-leşmiş ve parçalanmış bir varlık şeklinde tasarlar.

Bu değerlendirmeler ekseninde düşünüldüğünde modernliğin aksine postmodern-liğin çoğulcu evreninde tüm yaşam şekilleri baskılanmamış olarak farklılıklara açık, öteki damgası yemeden, yabancı muamelesine maruz kalmadan barış atmosferinde yaşamını sürdürebilir. Tıpkı Zygmunt Bauman’ın veciz anlatımında olduğu gibi “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik, modernliğin sloganıydı. Özgürlük, farklılık ve hoşgörü ise postmodernliğin ateşkes formülüdür.”238 Kanaatimizce postmodernliğin ateşkes formülü hattı üzerinde yer alan post-antropolojik felsefelerde sıklıkla gündemde olan gelişen teknolojilerin, 21. yüz-yılda insanı ve adaleti nasıl etkilediği ve gelecekte nasıl etkileyeceği sorularının kökenine inmenin en etkin güzergahlarından biri de antihümanist felsefeden yola çıkılmasıdır.

Bu bakımdan modern felsefenin sübjektivist karakteri ve bu karakterin çözülme sürecinin post-antropoloji ve adaletin imkânı bakımından önemli bir tarihsel arka plan sunduğunu baz alacak olursak bu çözülmeyle beraber sübjektivite temelli her türlü evren-sellik söylemi değer kaybına uğradığı gibi anti-hümanist söylemle beraber adalet nosyo-nundan bahsetme imkânı da tartışmaya açılmış olur.

2. Modern Sübjektivitenin Tahribi Olarak Anti-Hümanizmin Genel Hatları

Benzer Belgeler