• Sonuç bulunamadı

Evrensel, aşkın bir adalet ve eşitlik ilkesi olarak tabii yasa olarak nitelenen ahlak yasasının426, modernitenin iradi pozitivist çerçevesi içerisinde değişim

geçirdiğinin söylenebileceğini, çalışmanın birinci bölümünde göstermiştik. Bu bağlamda; öncelikle teoloji kaynaklı beliren tabii yasa anlayışının, XVII. yüzyılda sekülerleşme çabası içerisinde, Tanrıdan bağımsızlaştığı ölçüde rasyonelleştiği görülmektedir. Grotius geleneğinin belirgin kıldığı biçimde; iyi ve kötünün Tanrıdan bağımsız temellerinin olabileceğinin düşünülmesi, hukukun odak noktasını yine aşkın bir düzlemde; Tanrıdan Tabiata kaydırır. Öte yandan hak ve ödev kavramlarının Tanrı imgesinden bağımsız olarak ortaya konulabilmesinin de güçlüğü ortadadır. Modern tabii hukuk yaklaşımları, sözleşme kuramları ile birlikte rasyonelleştikleri oranda pozitifleşir. Ancak Suârez ve Hobbes’un çizmiş olduğu iradi pozitivist çerçevenin kırılması gerekir. Bu noktada modern hak kuramlarının yasa ve ödev tartışmaları yerine, hak ve özgürlükler tartışmasına yöneldiği, merkezin tabii hukuktan tabii hakka kaydığı düşünülebilir. Locke’un yaklaşımı da, bu çabanın iyi bir örneğini sunmaktadır. Locke’un yok hükmünde görünen tabii yasası, sözleşme kuramı ile birlikte onu Hobbes düşüncesine yaklaştırmakta; ancak o soyut haklarıyla insanı, pozitivizmden bir çıkış olarak düşünmektedir. Locke’un tabii hak temelli tabii hukukçuluğu bu bağlamda siyasi iktidarı mülkiyet yararına sınırlamaya çalışırken, liberal çabayla da özdeşleşmektedir. Tabii hukuka ilişkin bu ayrımı temel alırsak, Spinoza’nın pre- modern tabii hukuk geleneğinden ayrıldığı açıktır; Tanrı odaklı aşkın bir yasa düşüncesine itibar etmediği için… Öte yandan temellerini Tanrının dışında bulacak aşkın bir adalet kuralını da Spinoza düşüncesinde aramak boşunadır; bu, Spinoza’nın “ahlak karşıtlığıdır”427. Tabi hak temelli tabii hukuk kuramları ile

Spinoza’nın “tabii hak” (ius naturale) kavramı arasında ise bir karşılaştırmaya gitmek mümkün olabilir; Teolojik-Politik İnceleme’nin IV. bölümünün, pozitivist çerçevesinde kalmadığını görebilmek için…

426 Errol E. Harris, “Spinoza’s Treatment of Natural Law”, Spinoza’s Political and Theological

Tought: International Symposium Proceedings (ed. Cornelius de Deugd), North-Holland Publishing Company, Amsterdam/Oxford/New York, 1984, ss.63-72, s.63.

Teolojik-Politik İnceleme’nin “Tanrısal Yasa” başlığını taşıyan IV. bölümünde yasa kavramı, metnin hemen başında ikiye ayrılmaktadır; yasa, tabiatın zorunluluğuna ya da insani bir karara bağlıdır. Tabiatın zorunluluğuna ilişkin yasa ya da Spinoza’nın ifade edeceği biçimde “evrensel yasa”, tabiattaki değişmez düzeni ifade eder. Yasa sözcüğü de bu zorunluluğu karşılamak adına “metaforik” olarak uyarlanmış olmalıdır; zira yasadan genel olarak anladığımız, “insanların yerine getirebilecekleri ya da ihmal edecekleri bir buyruktur”428. Özel tanımıyla yasa, insanların bir amaç için kendilerinin ve başkalarının eylemleri üzerine belirlediği yaşama usulünü ifade eder. Tabii zorunluluk insanların uyup uymamasının mümkün olmadığı bir durumu ifade ettiğinden, bu nedenle aslında yasa sözcüğü ile karşılanamaz. Yasa, insanların yerine getirebilecekleri ya da ihmal edebilecekleri bir buyruk olarak tanımlandığında, insanı sınırlar içerisinde tutacak bir yaşama usulü olup, kaynağını insanların kararlarında bulur. Bu noktada tabii zorunluluk yasa ile kavranmaktan çıkarılır ve Spinoza’nın ikinci yasa ayrımına varılır: Yasa, insani yasa ve Tanrısal yasa olarak ikiye ayrılmaktadır429.

Tanrısal yasa, insanın en üstün yararına ilişkin olarak, anlama yetisinin mükemmelleştirilmesi üzerinde temellenir. Gerçek Tanrı bilgisini ve sevgisini gözeten yasa olarak, Spinoza’nın bilgi türlerinden üçüncüsüne, sonsuz ve mutlak tözün bir parçası olduğunun bilincine tekabül eder. Bu anlamda, etkileri gerçek nedenleriyle tanıma, tekil şeyleri kavrama ve kavrandığı ölçüde Tanrının özünü ya da tabiatını daha yakından tanıma çabasına ilişkin, her bireyin kendisi için kurduğu yaşama usulünü ifade eder430. İnsanın kutluluğu adına eylemlerini

yönelteceği hedef olarak bu yasa, okuyucuyu Ethica metnine, “Zihnin Gücü ya da İnsanın Özgürlüğü Üzerine” başlıklı V. bölüme gönderir. Tanrısal yasanın en yüce buyruğu Tanrıyı sevmektir. Ancak tanrısal yasa tek başına yasa niteliğinde değerlendirilemez; “çünkü Tanrı sevgisi itaat değil, Tanrıyı doğru dürüst tanıyan

428Spinoza, Teolojik-Politik İnceleme, IV, s.96. 429Ibid., IV, s.96-97.

bir insanda zorunlu olarak varolan bir eylemdir. Oysa itaat buyruk verenin iradesine ilişkindir, şeylerin gerçekliğine ve zorunluluğuna değil”431. “Tabii ışık ya da peygamberlik aracılığıyla”432 tanrısal yasa, Spinoza’ya göre yasa niteliğini Tanrıdan almaz. Tanrı yasa-koyucu değildir, Tanrının yönetiminden tabiatın değişmez ve sabit zorunluluğu anlaşılır. Tanrının gücü, Tabiatın bu zorunluluğunu ifade eder ve onun gücünü bir karar alma gücü olarak ortaya koyanlar bu gücü kralların güçleriyle karıştırmaktadır. O halde bir kural “buyruk gücü” niteliğini, siyasi bütün içerisinde üstün gücü tutanlar tarafından yasalaştırılmasıyla ancak kazanabilir.

Teolojik-Politik İnceleme’nin IV. bölümünde belirtildiği üzere yasa, sadece belli bir amaca yönelik olarak insanların kendileri ya da başkaları için belirlemiş olduğu kurallar bütününü, hukuku ifade eder. Yasa, gerçek anlamıyla yaptırım gücü bulunmasıyla yasadır. Artık yasa, hukukla özdeşleşmiştir. İyi, kötü, adalet, adaletsizlik; bu kavramlar sadece pozitif düzlem içerisinde anlam bulabilir. Tabiatta suç ya da günah olmaz, siyasi-hukuki kavramlar olarak ancak pozitif düzlemde düşünülebilir. Tabii kavramlar olmadıkları gibi, sadece insani yasadan kaynaklanırlar. Her insan kendisi için yararlı olanı arar; ama bunu aklın buyruğu ile değil, çoğunlukla sınırsız arzusuyla yapar. Sürekli biçimde çeşitli şeyleri arzu eder, arzu ettiği şeyleri “iyi” görüp peşinden gider. İnsanlar genelde etkin duyguları ile değil, edilgin duyguları ya da tutkularıyla vardırlar. O halde Spinoza’ya göre tutkuların dengelenmesi adına siyasi bütünün yasa çerçevesinde düzenlenmesi gerekmektedir. Ancak bu noktada da Ethica’da ortaya konan töz kuramından çıkarılan hak kavramı belirecektir.

Gerçek anlamıyla yasanın, insanı belli sınırlar içerisinde tuttuğu belirtilmişse de, “insani gücün kendisi bu sınırların çok ötesindedir. Yasa bu sınırları aşan hiçbir şey buyuramaz”433. Scruton, Spinoza’nın siyaset düşüncesinin Grotius ve Hobbes düşüncesinin bir sentezi olarak okunabileceğini belirtir. Tabii

431Ibid., XVI, Not 34, s.301. 432Ibid., XIX, s.275. 433Ibid., IV, s. 96.

yasanın kavramlaştırılma biçimi Spinoza’yı Grotius’a yaklaştırırken, hak ve güç özdeşleştirmesi onu Hobbes’a yaklaştırır434. Ancak aksine Spinoza düşüncesi bu iki gelenekten de kopuşu ifade eder; öncelikle tabii yasayı ele alışının onu tabii hukuk geleneklerinden ayırdığını belirtmiştik. İkinci olarak, yukarıda sunmuş olduğumuz önerme, insanın gücünü ya da hakkını insani sınırların ötesinde düşünmek bağlamında Hobbes düşüncesinden de ayıracaktır. İnsani yasa, insani gücü ortadan kaldıramaz. O halde bu noktada hak ve güç kavramlarının niteliğini görmeye çalışmak gerekir.

VII. Tabii Hak Kavramı