• Sonuç bulunamadı

Tekke-Zaviye ve Türbeler Etrafında Güçlenen Birliktelik

1. DEVLET-TARİKAT İLİŞKİLERİNİN İDEOLOJİK ZEMİNİ

1.1. Davranıştan İdeolojiye: Tarikatların İdeolojisine Yön Veren Unsurlar

1.1.7. Tekke-Zaviye ve Türbeler Etrafında Güçlenen Birliktelik

Tekke ve Zaviyeler tarikat için sadece bir mesken midir? Pîrlerin ve meşâyihin mezarları ve türbeleri tarikat için ne anlama gelmektedir? Asırlar boyu takdise devam edilen bu yerlerin tarikatların ideolojisinde bir yeri ve anlamı var mıdır? İşte burada bu tip soruların cevapları bulunmaya çalışılacaktır. Zamanla olabildiğince ferdi, mistik bir hayat süren sûfîlerin etrafında, onlara sonsuz bir sadakat ve itaat ile bağlı zümreler oluşmaya başlamıştır. “Bu kardeşlik gruplarının ortaya çıkmasıyla tasavvufi faaliyetin merkezî, artık üstadın evi ya da dükkânı olmaktan çıkmıştır. Giderek artan sayıdaki talip ve müridin üstesinden gelebilmek için daha kurumsal bir yapı gereksinimi belirmiştir” (Schimmel, 2012: 247; ). İşte tekkelerin proto tipi olan zaviyeler böylece bu toplulukla- rın ihtiyacına binaen ortaya çıkmıştır. Tekkenin küçüğüne verilen bu isimdeki yapılar genel olarak, şehir ve kazaların kenarlarında, uzakça yerlerde kurulurdu. (Cebecioğlu, 2009: 296; Barkan, 1942: 279-300; Kara, 1999: 33-34)176 Bunda sûfîlerin siyasal ve top-

176

lumsal hayatı protesto eden ve onlardan olabildiğince uzak durmaya çalışan zahidane yaşam algısının rolü büyüktü. Kaldı ki alışılmışın dışında ibadetleri, ayin ve ritüellerinin toplum tarafından yadırganması ve sûfîlere yönelik bir antipatinin oluşması endişesi de bunda etkili olmuş olmalıdır.

Kanaatimiz odur ki ilk zaviyeler sonrakilere oranla tasavvufi çevrelerin, yine ta- savvuf ontolojisine ve epistemine sadık kalarak kurdukları yapılardır. Yani tasavvufun yerli ürünüdürler. Tekkeler ise tarikatlar açısından aslında kurumsallaşmanın tamamlan- dığı ancak tasavvuf ıstılahları bakımından ise kendi içinde parodoksal bir durumu arz eder. Zira tekkeler tasavvufi çevrelerin kendi ideolojik algısından ödünler verdiği siyasal ve toplumsal oragnizasyonlarla birtakım şifahi antlaşmalar sonucu kurduğu kurumlar- dır.177 Yani tasavvuf dünyasının ürettiği yerli bir ürün olmayıp tarikat ile seküler iktida-

rın ve toplumun ortak bir ürünüdür. Buradan tekkelerin tasavvufi yönlerinin zayıf oldu- ğu sonucu çıkmamalıdır. Zira olaya çağın konjonktürel şartları gereği bir değişim ve gelişim hamlesi olarak da bakılabilir. Nitekim Schimmel’in yerinde tespitiyle bu süreçte sûfîlerin tıpkı sahip oldukları malı mülkü, ihvan olan kişilerle paylaşmak istemeleri gibi sahip oldukları en iyi şeyi de yani kurtuluşa götüren yolu da paylaşmak istemiş olabile- cekleri göz önünde tutulmalıdır (Schimmel, 2012: 247). Bunu yaparken de belki de ken- dilerince haklı olarak devletin kamusal desteğini lehlerinde kullanmak istedikleri anla- şılmaktadır.178 Nitekim devlet, tekke ve zaviyeler kurduğu, zengin vakıflar tahsis ettiği

bu kurumsal yapıları (tarikatları) hem akredite etmiş hem teşvik etmiş hem de payitahtın ve şehirlerin göbeğine monte etmiştir. Buna karşın onlara birtakım siyasi, askerî, eko- nomik, sosyal ve kültürel misyonlar yüklemiştir. O ana kadar tarikatın doğrudan görev

Zaviye ve dar. Dar: Sahip anlamındadır. Küçük tekke denilen zaviye şeyhlerine zaviye-dâr denirdi. Zaviye-nişîn: İki kelimeden meydana gelen bu tâbirdeki nişîn kelimesi Farsça, oturmak manasına ism-i faildir. Arapça- Farsça iki kelimeden mürekkeb bu tabir “zaviyede oturan” anlamına gelir.” Cebecioğlu, 2009: 296).

177

“Tekke, Farsça’da dayanacak yer demektir. Tasavvuf erbabının, oturup kalkmalarına, sülük çıkarma- larına, âyin yapmalarına mahsus yere, tekke denir. Taşradan gelecek dervişlerin kalabileceği özel odaları ve mutfağı bulunur. Küçük tekkelere “zaviye”, büyüklerine “hânkâh”, “dergâh”, merkezî po- zisyonda olanlara da “âsitâne” denir. İlk tekke, Remeli’de Ebu Hâşim el-Kufî (ö. 150/765) tarafından kurulmuştur. Erken dönem tekkelerine “Savma’a”adı da verilmiştir. Mecazi olarak tekkeye “hara- bat”, “humhâne”, “âteş-gede”, “meyhane”” denir (Cebecioğlu, 2009: 266).

178

Bu süreçte devletle yakın ilişkiler kuran tarikatların Anadolu’dan Balkanlara, Mısır’a kadar çok geniş bir yelpazeye yayıldıklarını bilinmektedir. Mesela, “Bektaşîlerin Anadolu’dan Balkanlara sıçrama- sından başka Koyun Baba’nın da Çorum Osmancık’taki merkez tekkesinden Balkanlara bile halifeler göndermiştir.” (Ay. 2012: 120).

ve sorumluluk alanında olmayan ya da bazıları olsa bile tarikat ve zaviye açısından sis- tematikleştirilmemiş unsurlar daimi ve asli bir göreve dönüştürülmüştür. Bu durum ta- savvufi ıstılahlarla tevil edilerek üretilmiş bir tarikat bürokrasisini teşkilât ve teşrifat usullerini doğurmuştur. Kimi zaman kendi kaynaklarınca da eleştirdikleri179 bu usuller

zamanla tarikatın kutsalları arasındaki yerini almıştır.180 Bu kurumsallaşan ve kutsallaşan

tekkeler zinciri onu yöneten şeyhe, şeyh ailesine ve dervişlerine devlet ve toplum nez- dinde büyük prestij kazandırmıştır.181

Hemen bütün kurumsal yapılarda olduğu gibi tarikatlar da öğretilerinin anlaşılıp yaşanabileceğine inandıkları sosyolojik zeminler üzerinde organize olmuşlardır. Dola- yısıyla tarikatların, kırsal alanlarda ya da şehirleri de konuşlanması bu durum ile ilgili- dir. Şu durumda daha üst seviyeli kültürel argümanlara bezenmiş olan Mevleviliğin ve ilmi merkeze alan tutumuyla Nakşbendîlik’in neden daha çok şehirlerde, daha çok halk İslam’ının öğretileriyle şekillenmiş olduğu anlaşılan Bektaşilik’in ise kırsal kesimlerde konuşlandığı daha iyi anlaşılabilmektedir.182 Tekkeler, iktidar ile sarmal olmuş bütün

teşkilâtlar gibi zaman zaman iktidar hırsına kapılmış; iktidardan daha fazla pay almak hatta bizzat iktidarı ele geçirmek isteyen şeyh ve dervişlerin üssü konumunda da olabil- mişlerdir. Biz bu bağlamda seyfiyenin, ulemanın ve ümeranın iktidara sahip olmak, güç ve nüfuzlarını artırmak için verdikleri mücadele ile yarı resmî devlet kurumu halini alan tarikatların mücadelesinin aynı düzlemde ele alınması gerektiğini düşünüyoruz. Devlet açısından sözü edilen bu gruplardan tarikatları ayıran en önemli özellik devletin tekke etrafındaki “güç eşiğini”n ulaştığı noktayı hiçbir zaman tam ve doğru olarak tespit ede- memesinin yarattığı handikaptır.

179

Söz konusu eleştiriler için bk. (Akhisarlı Şeyh Îsâ, 2003: 239; Otman Baba, 2007: 40; Erünsal, 2003: LIV).

180

Defteri Dervişan’da zikredilen Yenikapı Mevlevi Tekkesi’nde ki tarikat yönetiminde görev alanları örnek olması için buraya aldık: Kemani, meydancı, du’acı, imam, Post, türbedâr, semazen başı, ney- zenbaşı, müezzin, kandilcilik, kayım-ı sema’hane, aşırhan, çarub-keş, bevvab, müezzin-i sani, kay- yım-ı sema’hane, sebilci ( Defteri Dervişan, 2011:149, 263).

181

XIX. yüzyılın ortalarından itibaren İstanbul Mevlevihanelerinin ortak yönetimi güçlü bir şeyh ailesi- nin elinde bulunmuştur. Musa Safi Dede ailesine mensup bulunan Mevlevi şeyhleri bu yüzyılın son- larına kadar Galata, Kasımpaşa ve Yenikapı Mevlevihanelerinde şeyhlik yapmışlardır. XIX. yüzyılın son şeyhi ve yine bu yüzyıla kişiliği ve siyasi yönüyle döneme damgasını vurmuş olan Osman Sela- haddin Dede’nin oğlu Celaleddin Dede’de bu ailedendir. Bk. (Defteri Dervişan, 2011: 20). 182

Bektaşîliğin daha çok kırsal kesimde gözden ırak bölgelerde kalma sebeplerini Hasluck, kısmen propaganda ve tesirlerinin en ziyade köylü halk üzerinde kendini göstermesi ile kısmen de Sünnî ulema tarafından haklarında husumet hisleri mevcut olmasına bağlamaktadır (Hasluck, 2012: 23).

Tarikatlara has mimari yapılar arasında şüphesiz özel bir yeri ve anlamı olan tek- kelerle çoğu kez iç içe olup özdeşlik sağlamış bulunan yapılardan birisi de bu son cüm- lelerimizden anlaşılacağı üzere türbelerdir.183 Mensching’in tabiriyle aslında hiçbir üs-

tad/şeyh öldükten sonra takdis edilmek gibi ne bir istek ne de bir iddiada bulunmamıştır. Ancak yine de hiçbirisi böyle bir akıbetten kurtulamamıştır. Sonraki takipçileri tarafın- dan onlar kutsallaştırılmış ve bir kült konusu haline getirilmişlerdir (Mensching, 2012: 196). Bu durum aynı şekilde Orta Asya “Atalar Kültü”nde de karşımıza çıkmaktadır. Aşiret reisi ile şamanlığı şahsında birleştiren reisler zamanla Müslümanlaşınca reis/şeyhe dönüşmüş böylece olay farklı bir mahiyet kazanmıştır (Barkan, 1942; 285, 295). Daha önce ölüsü atalar kültü gereğince takdis edilen reis-kam-ozan-şaman şimdi ise atalar kültü gereğince değil de ona pek uygun bir şekilde tasavvufi ıstılahlar doğrul- tusunda takdis edilmeye başlanmıştır. Ölen bu reis/şeyhin mezarı türbeleştirilecek ve zamanla etrafında tekke ve zaviyeler yükselecektir. Öyleki bu önceki inançlarla sonraki- lerin birbirine geçtiği durumlardan sadece bir tanesidir.

Bu inançların yaygınlaşmasında eski inançların yeni dinin inanç havzasına sokul- masından başka tasavvufi inanç, düşünce ve zihin yapısının da etkisi olduğu anlaşılmak- tadır. Mesela İbn. Arabi’ye göre:

Yaşayanlar ve ölüler arasında, yani bu dünyanın yaşayanlarıyla diğer dünyanın yaşayan- ları arasında gizemli bir karşılıklı manevi yardım söz konusudur. Nitekim bu dünya da bile, berzahtaki mistik karşılaşmalar sayesinde, gizli kalmış çözülmez bağlarla bazı irfan kardeşleri- nin yardımına gelebilen maneviyat ehli vardır ve onlardan gizli kalmış konularda onları eğite- rek mertebeden mertebeye yükselmelerine yardımcı olurlar (Henry Corbin, 2013. 221).

Mevlânâ’ya atfedilen bir hikâye ise bu teolojik ve felsefi inancın nasıl pratiğe dö- külerek toplum belleğine yerleştirildiği noktasında bize çok önemli bir perspektif sun- maktadır. Mevlânâ bir güçlükle karşılattığında Bahâ Veled’in türbesini ziyaret etmeyi alışkanlık haline getirir ve burada murakabeye dalar. Böylece her seferinde güçlükten kurtulur ve babasının mezarından açıkça kendisine cevap verildiğini işitirdi (Eflâkî,

183

“Türbe, Arapça, toprak demektir. Veli olduğu zannedilen kişiler için üstü kapalı olarak yapılmış mezara, türbe denir. Türbedâr ise: Arapça-Farsça, türbeyi bekleyen kişilere denir. Bu görevliler, tür- benin temizlik, açılıp kapanması” vs. gibi işlerine bakardı (Cebecioğlu, 2009: 275).

2012: 89).184

Şeyhlerin metafizik kurallarının üstündeki güçlerinin kaynağı onların ölümünün de bilinen türden bir ölüm olmamasıyla alakalıdır.185 Nitekim Mevlânâ’ya göre ölüm:

Sallanan bir dişin düşmesinden başka bir şey değildi. Dünya ve hayat daimi oluştan başka bir şey bulunmadığından yıpranmazdı, eskimezdi, zamandan zamana değişir, tazelenirdi. Bu yüzdende düşen dişin yerine mutlaka yenisi çıkacaktı. Bu bakımdan o âlemdeki ebediliğin- den emindi. “Mezarın toprağı, bir yudum şarap gibi bedenimi içince canım, göklerin üstüne sıçrar diyordu; çünkü mücessem nurum ben… O padişah değilim ki tahttan ineyim de tabuta bineyim. Benim fermanımın yazısı ebediliktir” diyordu (Aktaran:Gölpınarlı, 2006: 34).

Böylece Mevlânâ ölümsüzlüğünü ilan etmiş ve sevenlerine ebedi takip istikameti için kendisini göstermiştir. Şu halde Mevleviler için Mesnevi kadar onun kabri de aziz- dir ve saygıya değerdir. Bu saygınlığın gücü kendiliğinden türbeleri, ziyaretgâhları do- ğurmuş ve asırlar boyu içini doldurmuştur. Ölüm anını müritlerinden Saru İsmail’e ha- ber veren Hacı Bektâş-ı Velî’de ölümsüzlüğüne olan inancını şöyle ifade etmiştir: “Biz

ölmeyiz, suret değiştiririz” (Hacı Bektâş-ı Velî, 1995: 88).186

Zira Mevlânâ’nın halefi Çelebi Hüsameddin onun mezarı etrafında oluşan toplulu- ğu fark ederek hemen harekete geçip mezarın üzerine bir türbe yapılmasını sağlamıştır.

184

Burhaneddin Tirmizî buyurdu: “Ben bu gece rüya da gördüm. Şeyhim Bahâ Veled’in türbesinden büyük bir nur yükseldi. Bu nur bizim evimize kadar ulaşıp içeri girdi. Duvar bu nurun içeri girmesine asla engel olamadı. Hiçbir duvarda onu gölgeleyemezdi. Uykudan uyandım. O nurun heybet ve lez- zetinden şehadet getirdim. Bu nur gittikçe arttı, bütün şehri ve daha da artıp dünyayı kapladı… Bu rüyanın yorumu şudur: Bu hanedanın nurlarla dolu sırları dünyayı kaplayacak herkes onların muhip ve müridi olacak.” (Eflâkî, 2012: 99)

185

Bu bölümde izah edilmeye çalışıldığı üzere anlaşılacağı gibi sûfîler bu konuya da oldukça hâkimdir- ler. Zira ölüm onlar için bir kurtuluş, saadet ve buluşma anıdır. Mevlânâ’nın ölümünü simgeleyen “Şebi arus” bu bakımdan çok anlamlıdır. Zira sûfîler için bir ölüm kaygısı ve onun yaratacağı birta- kım psikolojik sorunlar olamayacağı gibi aynı zamanda ölüm kavramı yeni baştan tanımlanıp format- lanarak bir birlik ve bütünlük algısına dönüştürülmüştür. Şeyh Safî Buyruğunda bu durum şöyle iafade etmiştir: “küllü nefsin zaikatu’l- mevt” Yani ölmezden ölmek gerek, ta ki mümin sıfatı sıfat- lanmış. O zaman “el-müminune la yemutune bel yunkalune min dari’l- fenai ila dari’l-bekai.” Bu ha- dis manası budur ki: “Mümin ölmez, belki bir evden ve bir eve varır. Yani dünya mülkünden geçip, ahiret mülküne nakledilirler.” (Taşğın, 2013b: 34).

186

Öyleki her ne kadar bu kıssalarda ruhun ölümsüzlüğünden bahsedilmek istense de dervişler bedenin de bozulmadan mezarında kaldığına dair keramet öyküleriyle olayı istedikleri ve inandıkları mistik zemine çekmeyi başarmışlardır. Nitekim Defteri Dervişan’da ilginç bir olay anlatılır: “Şimdi bu def’a Halet Efendi, sellemehullah, şarih hazretlerinin türbei şerifini tecdid murad eyledikde şürü’olunup hafrı esasda Ganem Dede merhumun merkad-ı şerifinin kapağı taşlarından bir iki taş açılıp cesed-i mübarekleri zahir olmuş, amele ve bina emini olan kimse ve dervişandan ba’zısı cesed-i mübarekleri görmüşler ve siyah sakallı imiş.” (Defteri Dervişan, 2011: 373).

Türbe için bir vakıf kurulmuş, bunu zamanla tekke ve Mevleviliğin ete kemiğe bürün- müş teşkilâtının oluşumu izlemiştir (Gölpınarlı, 2006: 37). Böylece türbe sadece bir pi- rin mezarı olmaktan çıkmış, tarikatı sarmalayan bir arada tutan ortak bir değere, inanç kültüne dönüşmüştür. Artık türbeler tarikatlar için geleceğe matuf hem birleştirici bir tutkal vazifesi görecek hem de kurulan türbe vakıfları sayesinde bir ekonomik değer kazanarak geçim kaynağı haline dönüşecektir.

Öyleki, yapılan türbeleri gizemli ve esrarlı kılmak doktrinel bir anlam yüklemek içinde birtakım çalışmalar yapıldığı menakıplardan hemen anlaşılmaktadır. Eflakî’nin naklettiği bir hikâyeye göre Mevlânâ şöyle demiştir:

“Dostlarımız uzak mesafelerden gözükmesi için türbemizi yüksek yapsınlar. Kim tür- bemizi uzaktan görür, inanır ve bizim veliliğimize güvenirse Yüce Tanrı onu rahmete kavuş- muşlar arasına koyar… Bizim türbemizin etrafında bir şehir olacak, sonra türbemiz şehrin orta- sında kalacaktır. O zaman da mesnevimiz şeyhlik edecektir.” (Eflakî, 2012: 337)

Böylece o kendisinden geriye biri düşüncelerini ihtiva eden eseri Mesnevi diğeri ise ebedi varlığının diğer sembolü olan ve en az diğeri kadar önemli olan türbesi olmak üzere taraftarlarının takip edip etrafında kenetlenecekleri iki önemli argüman bırakmış oluyordu. Hoca Ahmed Yesevi’nin halifelerinden Hakîm Ata’da türbelerin yapımının bile manevi işaretlerle olduğunu göstererek olaya daha da esrarengiz bir boyut katmıştır. O, Hoca Celaleddin’in rüyasına girmiş: “Beni arayıp bul üstüme imaret yap” demiş, bu manevi işaret üzere birçok mal ile Türkistan’a giden Hoca Celal, uzun uğraşlar sonucu kabri bularak üzerine imaret ve türbesini yaptırmıştır. Nitekim kısa sürede burası da et- raftan herkesin ziyaretine koştukları bir ziyaretgâha dönüşmüştür (Aktaran: Köprülü, 2013: 111).

Şeyhlere ait bu türbeler, tarikatların ideolojileri açısından önemli olduğu kadar, ta- rikat çevrelerine sosyo-ekonomik katkılar sağlamaları, o bölgenin olası birtakım felaket- lerden korunması, insanların birtakım müşkülatlarının buralardaki yatıra müracaat ede- rek halletmeleri gibi sosyo-psikolojik bir algıyı yönetmeleri açısından da önemliydiler. Şu haliyle türbeler, hayatı çok yönlü kuşatan bir güç unsuru olarak karşımıza çıkmakta- dır. Kaldı ki gerek ulema muhalefetinin Kadızadeliler hareketinde olduğu gibi, gerekse düşman işgalinin Balkanların kaybedilmesinde yaşandığı gibi şiddetini bu yerlere celp

etmesi, türbelerin yakılıp yıkılarak yok edilmeleri bir rastlantı olmasa gerektir.187 Zira

buradaki gaye halkın tarikatlara ve onların ortaya koyduğu inanca sıkı sıkıya bağlanma- ları noktasında maneviyatlarını diri ve güçlü kılan bu yapıları yok ederek onların direnç- lerini kırmak olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bu durum o topluluk için dinî manevi, hatta tarihi ve psikolojik anlamları olan bu yer altındaki kabirlerin yer üstündeki toplu- luk için bir tapu görevi, onlara o toprakların asırlardır sahipliğini bahşeden bir senet gibi görülmesiyle de alakalı olmalıdır. Görüldüğü gibi mesele yeri gelince bir egemenlik sorunu haline bile gelebilecek kadar önemlidir. Bu önemin farkında olan şeyhler ve der- vişler herkesten önce kendileri bu yerleri ziyareti bir adet haline getirerek toplumu peş- lerinden sürüklemişlerdir.188 Akyazılı Baba ve Demir Baba bizzat diğer babaları ve ön-

ceden ölmüş olan Bektaşî ulularının türbelerini ziyarete çıkmışlardır. Yine Akyazılı Sul- tan Kademli Baba’nın mezarı başında üç yıl beklemiş ve mezarın üstüne bir türbe yap- tırmıştır (Demirbaba, 2011: 27)189

Devlet dahi türbelere politikalarında yer vermek suretiyle saygıda kusur etmemiş- tir. Nihayet ilginç bir hadiseyi aktaran bir kayıtta müskirat satan dükkânların belli bir mesafeden daha yakın olamayacağı yerler sayılırken cami, medrese, tekke ve zaviyeler yanında türbe ve mezarlar da sayılmıştır.190 Devletin türbelerin yapım ve onarımı konu-

sundaki ısrarı dikkate alınırsa türbelerin takdis edilmesi hsusunda teşvik edici bir rol üstlendiği de rahatlıkla söylenebilir. Nitekim Kudüs kâdîsına gönderilen bir hükümde Kudüs’teki Hz. Musa Türbesi’nin şehir dışında olmasından dolayı fakir-fukaranın da burayı ziyaretine imkân saglamak amacıyla eskiden beri sancakbeyi veya alaybeylerinin

187

93 Harbi sonrası Bulgaristan’dan Osmanlı izlerini sürmeye çalışan Bulgarlar doğrudan Osmanlı mimari eserlerin hedef almış, cami, medrese, mektep, han vs. yapılar yanında tekke, türbe ve mezar- lıkları da yıkmışlardır. Mesela, Koyuncu’nun tespitlerine göre, Sofya’daki Rusya konsolosluğu arka- sındaki Kadiri Tekkesi, Kapan Meydanı karşısındaki Rufai Tekkesi, Şeyh Sinan Efendi Türbesi, Kı- lınç Baba Zaviyesi, Nakşbendî Tekyesi, diğer Nakşbendî Tekkesi, Fethiye Tekkesi, Halveti Tekkesi (Cafer Baba Tekkesi), Rufai Dergâhı (Nalband Baba Tekkesi), Kasap Baba Türbesi, Çoban Baba Tekke ve Türbesi ile Mercan Baba Türbesi imar faaliyetleri ve başka sebeplerden de olsa yıkılmıştır. Bu konuda kapsamlı bir çalışma için bk. (Koyuncu, 2006: 197-243, 222).

188

6 Ş 1269/ 13 Temmuz 1853 tarihli bir belgede bu durumla ilgili olup Kadiri Tarikatı dervişlerinden Ahmed Baba’nın Anadolu ve Rumeli canibindeki makam-ı evliya olan yerleri ziyaret edeceğinden kendisine kolaylık sağlanması salık verilmektedir (BOA. MVL. Nr. 137/4).

189

“…Otman Baba Sultana geldiler, ziyaret eylediler…” (Demir Baba, 2011: 66, 27). 190

15 Ş 1332/ 9 Temmuz 1914 tarihli bir belgede Marmaris kasabasında müskirat satış yerlerinin cami, medrese, mezarlık, tekke ve türbelere olması gereken uzaklıkta olmadığı ve bu yerlere ruhsat veril- mediği belirtilmektedir (BOA. DH. İD. 70-2/74).

sipahilerle senede bir defa buraya gidip sekiz gün kalmaları âdetinin üç senedir uygu- lanmadıgı, böyle giderse bu âdetin uygulamadan kalkacağı bildirildiginden, ihmal olun- mayıp fakir-fukaranın muhafazası sağlanarak bu âdetin olageldigi üzere sürdürülmesi istenmektedir. Burada ilginç olan nokta türbe ziyareti geleneğinin ortadan kalkma riski- nin devleti rahatsız etmesidir (BOA. MD. 7, 1999: Hük. 2507).

Tekke ve zaviyeler tarihin her döneminde dinî oldukları kadar devlet için siyasi ve politik anlamlar da taşımışlardır. Yasaklanan bir tarikatın tekkelerinin kapatılması hatta yıkılmasının arkasında yatan zihinsel altyapı taraftarları için mimari bir yapıdan çok fazlasını ifade eden tekke ve türbelerin yolundan, eşiğine, kapısına, bahçesinden, odala- rına, kadar bir bütün olarak kutsanmış ve sûfîlerin gündelik hayatıyla özdeşleşmiş olma- larıyla alakalıdır.191 Nitekim çalışmanın ilerleyen bölümlerinde ayrıntılı bir şekilde izah

edileceği üzere Osmanlı Devleti Bektaşîliği yasaklı kıldığında bu tarikata ait olup altmış yıldan daha yeni olan tekke ve türbelerin yıkılmasını istemiş, Hacı Bektâş-ı Velî Tekke- si’nde ise tadilata giderek buranın dini ve ideolojik yapısını değiştirmeye çalışmıştır.192

Tekkede bir Sünnî cami inşa edilmiş, buradaki tekke ahvali ve civarındaki cemaate ait dini hizmetleri yürütmek için de bir Nakşbendî şeyhi atanmıştır (F.W Hasluck, 2012: 72;

191

Ahmed Yesevî ya da geleneğe göre onun dervişlerinden biri Hacı Bektaş’ı Rum’a gönderirken, ocak- ta yanan bir odun parçasını alarak havaya fırlattı. Soluca Kara Öyük’e Hacı Bektaş’a düşen bu dut dalı, bugün hâlâ var olan kutsal dut ağacı oldu (Melikoff, 2011: 165; Hacı Bektaş Velî, 1995: xxvııı.). Yine Hacı Bektâş-ı Velî’nin Sulucakarahöyük’te yaşadığı tekke, köy, çevre ve nihayet türbe Bektaşîliğin bütün tasavvufi ıstılahlarının hayat bulduğu yer olarak karşımıza çıkmaktadır. Köyün bir yanında bulunan Hırkadağı, Hünkâr’ın çilehanesinin bulunduğu Arafat Tepesi, eteğindeki zemzem